Kendi kaderine terk edilmiş Anadolu’yu aşarak 1 Eylül 1919’da Sivas’a varabilmiştik.
Uykusuz geçen bir gecenin şafağında, kalıyorum demek için Mustafa Kemal Paşa’nın karşısındaydım.
—“KALIYORUM PAŞAM.” Dedim.
Hiç yadırgamadı. Sadece Hafifçe güldü. Olumlu olmasını dilediği cevapları istediği gibi almak, tanık olduğum güzel kaderiydi.
Karşısında yer göstermişti.
Önündeki kâğıdı uzattı. Bu benim özgeçmişimdi. Ve İsmi karşısındaki, asıl adım olarak yazılan Asaf Tevfik silinmiş, onun yanındaki Harbiye’nin geleneği gereği nüfusa kayıtlı olduğum Beşiktaş’ın Kılıç Ali semt adı kalmıştı. Beğendiği bir şeyi yaptığı zaman gözlerini daha da renklendiren bakışı üzerimde dolaştı:
-…”ARTIK ASAF TEVFİK YOK… SADECE KILIÇ ALİ VAR… NE GÜZEL İSİM… MALUMDUR Kİ, HAZRETİ ALİ’NİN DİĞER ADI DA KILIÇ’TIR. HEM DE ALLAHIN KILICI… BÖYLE BİR BİRLEŞME OLUR DA İNSAN ASAF’I FALAN NASIL TAŞIR? HELE SENİN GİBİ SAVAŞMIŞ BİR ASKER OLURSA…”
O kadar mahcup olmuştum ki, kızardığımı ve terlediğimi hissediyordum. Benim ardı ardına:
—“AMAN PAŞAM, İLTİFAT BUYURUYORSUNUZ .” dememi dinlemedi bile.
Ordu müfettişliğinin harekât şube müdürü olarak kendisiyle Samsun’a çıkmış Hüsrev Bey’i çağırttı:
-…”BENDEN ARKADAŞ İSTİYORDUN. İŞTE SANA DEĞERLİ, TECRÜBELİ BİR DOST… KILIÇ ALİ!… TANIRSIN DEĞİL Mİ?”
Hüsrev Bey’in adımı duyduğu andaki şaşkınlığı hâlâ gözlerimin önündedir.
Paşa güldü:
-…”ASAF MASAF DEĞİL, KILIÇ ALİ!…”
Soyadı kanunu çıkınca da “ALİ KILIÇ” diyecekti.
Geçenlerde Sayın Hulusi TURGUT ‘un derlediği, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından basılan “ATATÜRK’ÜN SIRADIŞI KILIÇ ALİ’NİN ANILARI” adlı eseri satın aldım. Oldukça akıcı ve anlaşılabilir bir dille yazılmış eserde birçoğumuzun belki de hiç görmediği 105 adet fotoğrafın yer aldığı albümünün yanı sıra çevirisi yapılmış 5 adet belge de bulunmaktadır.
Sayın KILIÇ, 1919’dan 1938’e kadar olan 177 anısını bizlerle buluşturduğu eserinin hemen başlarında bu anıları neden yazdığını keskin bir dille ifade etmektedir.
—“… BEN, SÖZ EDECEĞİM OLAYLARI TARİHTİR DİYE ANLATMAYACAĞIM. BU, GELECEK NESİLLERİN İŞİDİR. BENİM YAZDIKLARIM TARİH GERÇEKLERİNİ AYDINLATACAK BİR KAYNAK OLURSA NE MUTLU BANA. …”
Yüce Allahtan rahmet ve Aziz ruhlarınızın her daim mutlu olmasını temenni ederim.
Sayın KILIÇ, eserinde Siirt Milletvekili Mahmut Bey’i Hitler’le görüştüren Berlin Büyükelçimiz Kemaleddin Sami Paşa’dan söz eder ve Paşa’nın ATATÜRK ile ilgili bir anısına da yer verir.
ATATÜRK’Ü KIZDIRAN PRENSES:
ATATÜRK, her zaman söylediğim gibi, arkadaşlarının huzur ve refah içerisinde yaşamalarını isterdi. Nasıl yaşadıklarını görmek için de, arkadaşlarının evlerine baskın şeklinde ziyaretler yapardı.
Kemaleddin Sami Paşa, açık ve temiz yürekli, ATATÜRK ‘e inanmış, çok hoş ve değerli kumandanlarımızdan birisiydi.
Kurtuluş Savaşı ve zaferlerden sonra ATATÜRK kendisini Berlin Büyükelçiliği’ne tayin etmişti. Birinci Dünya Savaşı’nda cephelerde dövüşmüş ve vücudunun birkaç yerinden yaralanmıştı. Sağ koluna isabet eden bir kurşun, Paşa’nın o kolunu işlemez hale getirmişti. Ünlü bir asker olduğu için Almanlar onu çok sever ve sayarlardı. Berlin’e gittiğimde bunu bizzat görmüş ve şahit olmuştum.
Kemaleddin Sami Paşa yaz iznini geçirmek üzere Türkiye’ye gelmiş, kayınpederi Prens Abbas Paşa’nın Heybeliada’daki köşkünde kalıyordu. Savaştan sonra Prens Abbas Paşa’nın kızı Prenses Emine Hanımla evlenmişti.
Bir gün Acar motoru ile Adalar çevresinde deniz gezisi yapıyorduk.
(Ali KILIÇ Bey’in bir gün dedikleri tarih 11 Eylül 1932 Pazar gününe rastlar ve Söğütlü Yatı olması gerekir. )
ATATÜRK, Kemaleddin Sami Paşa’yı ziyaret etmek istedi. Motor Heybeli’ye yanaştı. Arabalarla Paşa’nın kaldığı köşke gidildi. Bu beklenmedik ziyaret Paşa’yı ve eşini çok sevindirmişti.
ATATÜRK ‘ün âdeti idi. Bir arkadaşının, bir yakınının evine gittiği zaman, evin her noktasını gezer, beğenirse çok memnun olurdu.
Kahveler içildikten sonra bu kez de aynı arzuyu gösterdi. Prenses önüne düşmüş, evi gezdiriyordu. Sıra yatak odasına gelmişti. Bir kapı açarak:
—“BURASI YATAK ODAM.” diye muhteşem bir karyolayı ve güzel döşenmiş bir odayı gösterdi.
Sonra da yanındaki kapıyı açarak:
—“BURASI DA KEMALEDDİN’İN ODASI.” dedi. Siyah boyalı bir karyola, bir divan, şöyle birkaç koltuktan ibaret, basit döşenmiş bir oda idi.
ATATÜRK, bu odayı ve odadaki manzarayı, özellikle karyola örtüsünün ve yastık kılıflarının kirlenmiş bir halde olduğunu görünce şöyle bir irkildi ve yavaşça:
-…”BEN GENÇ BİR SUBAY İKEN BİLE BÖYLE BİR YATAKTA YATMIŞ DEĞİLİM.” Dedi.
Ev gezintisini yarım bıraktı. O kadar üzülmüştü ki, tekrar oturmadı.
Gel zaman git zaman, hatırımda kaldığına göre, galiba bir gün İzzettin Paşa’nın kızının sarayda düğünü yapılıyordu.
(Ali KILIÇ Bey, eğer doğru hatırlıyorsa tarihin 14 Eylül 1933 olması gerekmektedir.)
Davetliler arasında tesadüfen İstanbul’da olan Kemaleddin Sami Paşa’nın eşi de vardı. Ali Hikmet Paşa’nın Balıkesir’den getirttiği bir zeybek ekibi de düğünde oyunlar oynuyordu. Bu oyunları seyretmekte olan Kemaleddin Sami Paşa’nın eşi Prenses Emine Hanım, hanedana beslediği saygı ve bağlılık duygularını gizlemeyerek, çevresinde bulunanların işitebileceği bir sesle:
—“ZAVALLI KOSKOCA MUHTEŞEM SARAY! BİR ZAMANLAR BURADA PADİŞAHLARA ARZ-I UBUDİYET EDİLİRKEN, ŞİMDİ HORONLAR TEPİLİYOR. NE HALE GELDİK.” gibi üzüntü belirtmekten çekinmedi.
Fethi OKYAR ‘da Prensesi bir ara dansa davet etmiş refüze olmuştu.
ATATÜRK bunu duydu. Kızdı.
Kemaleddin Sami Paşa’yı yanına çağırarak:
“-…”KARIN BURADA SIKILDI. BU MUHİTTEN HOŞLANMADIĞINI ANLIYORUM. HEMEN AL EVİNE GÖTÜR.” diye uyardı.
Paşa bunun üzerine Prenses Emine’yi adeta çekeleyerek aldı. Ben de kendilerini sarayın kapısına kadar uğradım. Çok sevdiğim ve saygı duyduğum Kemaleddin Sami Paşa çok üzgündü. Bu Prensesin vaktiyle Kemaleddin Sami Paşa’nın yatak odası diye gösterdiği yerin ATATÜRK ‘te yarattığı gücenmenin sonucuydu.
Ertesi sabah telefonla Paşa’yı aradım. Çok üzgündü.
—“ÜZÜLME PAŞAM, BU SANA DEĞİL, SENİN NAMINA PRENSES’E YAPILMIŞ BİR İHTAR OLMALI. BEN ÖĞRENİR SANA DÖNERİM.” dedim.
Aradan bir hafta kadar geçmişti.
Bir sabah, sarayda kaldığım odaya, güzel ve hayli büyük bir sepet içinde dizilmiş ve üzeri beyaz geniş bir kumaş ile örtülmüş, kırmızı kurdela ile de bağlanmış, Prens Abbas tarafından kırmızı balmumu ile mühürlenmiş bir üzüm sepeti geldi. Keyifli olduğunu öğrendim. Sepeti bir görevliye vererek
Bu üzümler Abbas Hilmi Paşa tarafından bizzat toplanmış, mühürlenmiş ve tarafından ATATÜRK ‘e takdim edilmek üzere gönderilmişti.
Sordum, ATATÜRK henüz kalkmıştı. Keyifli olduğunu öğrendim. Sepeti bir görevliye vererek ATATÜRK ‘ün odasına gönderdim.
Sepeti görünce şaşırdı:
-…”HAYIRDIR İNŞALLAH, NEDİR O?” dedi.
Abbas Paşa’dan geldiğini söyledim. Memnun oldu.
-…”BU KEMALEDDİN’İN İŞİDİR. SEN ONU BUGÜN ÖĞLEDEN SONRA BURAYA DAVET ET.” diye buyurdu.
Bu daveti söylediğim zaman Kemaleddin Sami Paşa’nın sevincini anlatamam. Öğleden sonra geldi. Hiçbir şey olmamış gibi şundan bundan konuşuldu. Paşa izin alıp ayrılırken ATATÜRK:
-…”SENİ AŞAĞIYA MOTORA KADAR GÖTÜREYİM.” diyerek koluna girdi ve deniz kenarına kadar geldi. Motor hazırdı.
ATATÜRK:
-…”NEREYE GİDECEKSİN?” diye sordu.
Paşa:
—“SAHİL KÖŞKÜNE” deyince,
-…”HAYDİ, BİZ SENİ ORAYA GÖTÜRELİM.” dedi.
Hep birlikte motora bindik. Suadiye’deki Abbas Paşa Yalısı’na gittik. Yalının ev pavyonuna indik. Burada bir süre kaldık. Akşam olmuştu. Oradan da Suadiye Plajı’nda yazı geçiren Falih Rıfkı’nın gazinoya ait olan evine gittik. Gece yarısına kadar oturduk ve saraya döndük.
Şimdi bu sayfalarda satırlaşanlar, hayat boyu sürmüş yanı başında kalabilmiş olma mutluluğunun, gönlünden geçenleri dilediğince cümleleştirmesini pek beceremeyen eski bir askerin ciltlere sığmayacak duygularıdır.
EKSİKLİKLER BENİM FAZLALIKLAR DAHA ÖNCE EMEK VERENLERİNDİR. BİR BAŞKA YAZIMDA GÖRÜŞMEK ÜZERE ESEN KALINIZ.
Bu yazı www.sechaber.com için yazılmıştır. Bu yazının kaynak gösterilmeden kopyalanması ve kullanılması “5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası“na göre suçtur.