Düşündüklerini daima olduğu gibi aktaran, gerekli olmayan bir sırrı da hiçbir zaman kalbinde taşıma kudretinde bulunmayan Atatürk, çocukluk arkadaşlarından Asaf İlbay’a bir gün:
-…”İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bazı aşırıları, bana birçok kez suikast düzenlediler!”demiş ve başından geçen suikast girişimlerini anlatmaya başlamıştı:
-…”Birincisi şöyle oldu;
Bir adam, bir gece beni Selanik Beyazkule yakınlarından izlemeye başlayarak evimin önüne kadar geldi. Kim olduğunu anlamaya çalışıyordum. İttihatçılardan Abdülkadir’e benziyordu. Islahhane Okulu’nun duvarı yakınında peşimdeki siyah gölgeden büsbütün şüphelendim. Mutlaka kötü niyetliydi. Elimde bir baston vardı. Onu hemen pencereye vurarak, ev halkına tehlikeyi duyurmak istedim. Gölge yılmadan bana doğru ilerliyordu. Bunun üzerine belimdeki silaha sarıldım ve karanlığına doğru üç el ateş ettim.
Peşimdeki adam paniğe kapıldı ve koşarak kaçmaya başladı. Ama ben o karanlıkta peşimdeki hainin kim olduğunu anlamıştım. Bu adam İttihatçılardan Abdülkadir’di.
Bana karşı ikinci suikast girişimi yine Selanik’te yapıldı;
Bir yaz akşamıydı. Yonyo gazinosunda oturuyordum. Bir adam yanıma geldi. Benimle görüşmek için İstanbul’dan gediğini söyledi ve yanıma oturdu. Kendisini dikkatle dinlenmeye başladım;İttihat ve Terakki Genel Merkezi’nin izlediği yanlış politika yüzünden memlekete zarar geleceğine inandığını ve benim görüşlerimi paylaştığını anlatıyor, eğer kabul edersem Genel Merkez’e karşı benimle işbirliğine hazır olduğunu söylüyordu. Anlatmak istediği başka bir sorunun olduğunu da belirttikten sonra, ne yazık bu akşam acele işlerim var, bunları ayrıntılarıyla anlatacak zamanım yok. Yarın yine bu saatte burada buluşalım dedi.
Adamdan şüphelendim ama maksadını öğrenmek istiyordum; Hay hay, dedim, buluşalım.
Ertesi akşam, randevu saatinde Yonyo’ya geldim. O garip kişi benden önce gelmiş ve bir masaya yerleşmişti. Karşısındaki sandalyeyi işaret ederek bana yer gösterdi, oturdum. Arkam caddeye dönüktü. Ateşli ateşli konuşuyorduk. Karşımdaki adam ara sıra kaş ve gözüyle birilerine işaret verir gibiydi. Başımı çevirdim ve bir de baktım ki; İttihatçı Abdülkadir camlı kapının tokmağını çeviriyor. Demek ki iki hainin arasında kalmıştım. Hemen tabancama sarılarak parmağımı tetiğe yerleştirdim. Abdülkadir tehlikeyi anlayınca hızla kaçmaya başladı. Karşımdaki adam da ayağa kalkmıştı. Şaşkınlık içindeydi; ben Ahmet Samim değilim, gözünü aç!.. diye bağırdım.
Adam şaşırmış, sersemlemiş haldeydi. Bir eli de cebindeydi. Ama bir türlü silahını çekmeye cesaret edemiyordu. Tek kelime söylemeden kapıya doğru yürüdü ve defolup gitti. İkinci tehlikeyi de böylece atlattım.
Yine İttihatçılardan Mustafa Necip bir gün Selanik’teki dairemin kapısını vurmadan içeri girdi. Bir eli kapının tokmağındaydı. Bana yapılan iki suikast girişiminden sonra her zaman tetikteydim. Yine bir tehlike bekliyordum. Masamın üzerindeki sepete, bir örtünün altına revolveri yerleştirmiştim. Tetik açıktı. Derhal silahıma davrandım. Mustafa Necip böyle bir şey beklemiyordu, şaşkınlık içindeydi.
Mustafa Necip:
”…Bravo Mustafa Kemal!” diye haykırdı ve “bu kadar hazırlıklı olman hiç aklıma gelmemişti”, dedi. Sonra gülerek karşıma oturdu ve anlatmaya başladı:
”…Sana üçüncü bir suikast haberinin yapılacağını duydum ve o uğursuz işe ben talip oldum!”Demek ki beni öldürmeye geliyordun, öyle mi?,dedim.
Mustafa Necip:
”…Hayır, öyle değil. Sana bu girişimi haber vermek için bu işi üstlendim. Asla seni öldürmeyi düşünmedim. Dikkatli ol!” dedi.
Mustafa Necip beni gerçekten sever ve sayardı. Kendisine güvenim vardı. Bu üçüncü girişimi de böylece atlatmış oldum.”
Yıldırım Ordu’larından istifa ederek İstanbul’a dönmüştüm; Harbiye Nazırı Enver Paşa’yı ziyaret etmem gerekiyordu. Bir otomobil göndermelerini rica ettim, yaverim Cevat Abbas (Gürer)’i yanıma alarak saraya gittim. Beni Enver Paşa’nın yaveri Mümtaz karşıladı. Cevat Abbas yaverler odasında kaldı. Enver Paşa’nın yaveri beni bir odaya aldı. Paşayı bekliyordum.
Beş dakika, on dakika, yarım saat…
Paşa görünmedi.
O esnada kapı açıldı. Bir silahşor selam vaziyetinde içeri girdi. Saray’da adet olduğu üzere silahımı teslim etmemi istedi. Hayretler içinde kaldım ve Oğlum, ben paşanın arkadaşıyım, benden böyle bir şey isteyemezsiniz, deyince silahşor bir adım daha ilerleyerek; ”Silahınızı almaya mecburum!” dedi.
Bunun üzerine tabancamı çektim ve çık odadan, diye bağırdım.
Silahşor ürktü, geriledi ve çıktı.
Elimde silahımla ayakta duruyordum ki birdenbire Enver Paşa içeri girdi ve sol köşeyi tuttu.
Onun da silahı elindeydi.
Odanın bir başında ben, diğer ucunda Enver Paşa silahlarımız ellerimizde birbirimize bakıyorduk.
Ne oluyordu?
Böyle kalamazdık ve ben kapıya doğru ilerledim, başımla kendisine soğuk bir selam verdim ve çıktım. Koridorda süratle ilerliyordum ki Yaver Mümtaz karşıma çıktı, onun da silahı elindeydi. O tek kelime söylemeden öyle durdu. Ben, onun yüzüne bile bakmadan, soğukkanlılıkla bahçeye indim. Yaver Cevat Abbas bahçenin bir köşesinde duruyordu. Demek ki onu da uzaklaştırmışlardı. Birlikte dışarı çıktık, otomobil bizi beklemiyordu. Yürüyerek saraydan uzaklaştık.
Atatürk,başından geçen dördüncü suikast girişim olayını da anlattıktan sonra, Asaf İlbay şaşkınlık içerisinde soruyor:
”…Paşam, bu ne demektir anlamıyorum.”
-…”Anlamıyor musun? Silahımı elimden almak istediler. İş düşündüğün gibi değil. Cevat Abbas’ın uzaklaştırılması, benim silahımın elimden alınmak istenmesi, Enver Paşa’nın bir an içinde elinde silahla odaya girişi ve tek kelime söylememesi sır perdesini aralamıyor mu?”
Korgeneral Ekrem Baydar, İstanbul Emniyet Müdürü olarak (12 Aralık 1924 – 21 Haziran 1927) tarihleri arasında yaşadığı önemli günlerin olaylarını anlatırkensöz konusu sır perdesini şöyle aralıyor:
Telgraf ”Dakika Geciktiren Asılır” diye başlıyordu:
”… 17 Haziran 1926 Çarşamba günü akşama doğru İzmir Valisi Kâzım Paşa’nın (Dirik) imzasını taşıyan bir telgraf aldım. Telgraf ”Dakika teehhürü mucib-i idamdır” diye başlıyordu. Gecikmesine bir dakika için bile sebep olanın asılacağı belirtilen bu telgraf genç Türkiye Cumhuriyeti için çok önemli ve aynı zamanda çok üzücü bir olayı da duyuruyordu.
Devamı şöyleydi:
…”İzmir’e gelmekte olan Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’ne karşı tertip edilen suikastla alâkalı Sarı Efe Edip ve Saruhan Mebusu Abidin Beyler, Seyrisefain’in Mahmut Şevket Paşa Vapuru ile İstanbul’a gitmişlerdir. Tutuklanmalarını ve sonucun bildirilmesini rica ederim. Çanakkale ile İstanbul Vali ve Polis Müdürlerine yazılmıştır.”
Beynimden vurulmuşa dönmüştüm.
İzmir Suikastı ile ilgili sanıkların yakalanmalarını ve İzmir ile Ankara’ya gönderilmeleri anlatmadan önce suikast çalışmalarının genel bir panoramasını çizmek istiyorum. Sanıkların ifadelerinden, şahsen edindiğim bilgilerden ve sanıkları yargılayan İstiklal Mahkemesi’nde üye olan Kılıç Ali Bey’in anlattıklarından alacağım bölümlerle çizeceğim panoramanın yakalanması istenilen sanıkların önem derecelerinin anlaşılmasını da kolaylaştıracağını sanıyorum.
Osmanlı İmparatorluğu, I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkınca siyasal ve sosyal birtakım bunalımlara sürüklenmişti. Bu arada İttihat ve Terakki Fırkası da, eski iaşe nazırı Kara Kemal Bey’i mütevelli tayin ederek kendisini feshetmişti.
Osmanlı ülkesinin ve İstanbul’un işgali üzerine, sorumlu tutacaklarından korkarak ve kurtuluş ümidi de görmeyerek yurt dışına kaçanlar, Mustafa Kemal Paşa’nın Kurtuluş Savaşı’nı başlatmasından sonra birer kahraman kesilmeye kalkışmışlardı. Kurtuluş Savaşı’nın başarıya doğru ilerlemesi de bu kişileri önce üzüntüye, sonra da bazı tertipler düzenlemeye sevk etmişti. İktidarı kaybetmiş olmayı hazmedemiyorlardı. Tek çare Mustafa Kemal Paşa’nın ortadan kaldırılmasıydı. Mustafa Kemal Paşa’nın nüfuzunu kaybetmesini dört gözle bekliyor ve belki de dua ediyorlardı. Meselâ Sakarya Savaşı sırasında Almanya’dan Rüstem imzası ile eski Maliye Nazırı Cavit Bey’e gönderilen mektupta şöyle deniyordu:
”Mustafa Kemal nüfuzunu kaybetmiş, anarşi vaziyeti tahaddüs etmişse (:doğmuşsa) içeriye girmek, aksi takdirde yani Mustafa Kemal millet ve ordu üzerinde hâkim ise girmemek şartıyla hududa yakın bulunan Batum’a gitmeyi kabul ettim.”
Yıllar önce Tanin gazetesinde yayımlanan bu tarihi vesika, Mustafa Kemal Paşa’yı ortadan kaldırmak için girişilen tertiplerin İttihat ve Terakki Fırkası mensupları tarafından, henüz yeni Türkiye Devleti kurulmadan başlatıldığını gösteriyordu. Ancak savaş sırasında Türkiye’ye gelmekten çekiniyorlardı.
Milli Kurtuluş Savaşı sona erip, parlamenter rejimin devam edeceğine akılları kesince iktidarı ele geçirecekleri hülyasına kapılmışlardı. Bunlardan biri de Kara Kemal’di. Malta sürgününden döndükten sonra, İttihat ve Terakki Fırkasının mütevellisi sıfatıyla, yönetimi kendisine bırakılmış olan Kantariye, Milli İhracat… gibi firmalarını eline almış, İttihat ve Terakki’nin eski adamlarını etrafına toplamıştı. Görünüşe göre ticaretle uğraşıyor, bu nedenle de “varsın çalışsın, birtakım adamlar da geçinsin” diye kendisine müsamaha gösteriliyordu. Suikast olayı gösterdi ki, Kara Kemal’in ticareti, İttihatçıların yeniden ve ne pahasına olursa olsun iktidarı ele geçirme çabalarının bir paravanasından ibarettir.
İttihat ve Terakkicileri iktidar konusunda ümide düşüren bir olay da İstanbul işgal altında bulunduğu günlerde Kılıç Ali Bey ile sonradan Bahriye Vekilliği yapan İhsan Bey (Eryavuz) ‘in İstanbul’da Kara Kemal ile görüşmeleriydi.
Mustafa Kemal Paşa’nın isteği ile sahte isimler kullanılarak İstanbul’a gelen Kılıç Ali ve İhsan Bey’in görevleri, Anadolu’ya geçmeyerek İstanbul’da görev yapan vatanseverlerle konuşmak, onlardan bilgi almaktı. Ancak arkadaşlarının ısrarı üzerine Kara Kemal ile görüşmüşlerdi.
O günlerde Meclis iki gruba ayrılmış bulunuyordu. Mustafa Kemal Paşa’nın muhalifleri “İkinci Grup” adı altında birleşmişler, Mustafa Kemal Paşa ile arkadaşları da Müdafaa-i Hukuk Grubu’nu kurmuşlardı. İşte Kara Kemal bu görüşme sırasında, ikinci grubun alışmasını tasvip etmediğini belirtmiş ve “Samimi bir anlaşmaya varıldığı takdirde halen maiyetinde bulunan kuvveti ile Mustafa Kemal Paşa’nın grubunu destekleyebileceğini” söylemişti.
Konuşma, Kara Kemal’in kendisini İttihat ve Terakki’nin birinci adamı olarak gördüğünü ve birtakım kuvvetlere sahip olduğunu sandığını gösteriyordu. Ali ve İhsan Beyler bu durumu hemen sezmiş ve daha fazla konuşmaya lüzum görmemişlerdi. Ama bu toplantı Kara Kemal’in büyük hayallere kapılması için yetip artmıştı bile. Bu durumu Mustafa Kemal Paşa’nın bir süre sonra İzmit’e yaptığı gezi sırasında, İstanbul’dan giden gazetecilerden sonra da kendisini de kabul ederek görüşmesine kadar sürdü. Ancak Mustafa Kemal Paşa’nın hedefi memleketi yeniden maceralara sürüklemek değil kurtarmaktı. Kara Kemal’in çabalarını çok iyi değerlendirdiği için, Ankara’ya gidip çalışma isteğine karşılık, ”İstanbul’da da Müdafaa-i Hukuk Grubu’ndan arkadaşlarımız vardır. Onlara iltihak ederek (:katılarak) çalışın” demişti. İzmit’ten bütün ümitleri kırılmış olarak dönen Kara Kemal, hemen Mesadet Hanı’ndaki yazıhanesinde arkadaşlarını toplamış ve görüşmeyi anlatmıştı. Arkadaşları da kendisi gibi düşünüyordu: ”Her ne pahasına olursa olsun İttihat ve Terakki ihya edilmeli. Mustafa Kemal’in grubuna katılmamalıydı.” Bu görüşe toplantıda bulunanlardan sadece eski topçu subaylarından Hamdi Bey karşı çıkmış, Mustafa Kemal’in desteklenmesi görüşünü savunmuştu.
Anlaşıldığı gibi, henüz siyasi güçlerini kaybetmedikleri kanısındaydılar. Önce iktidarı seçim yolu ile almayı deneyeceklerdi.
Bu arada, eski Maliye Nazırı Cavit Bey’in evinde de gizli toplantılar yapılıyordu. Sonradan ortaya çıkan belgelere göre Cavit Bey’in başkanlığında yapılan bu toplantılarda yeniden canlandırılması düşünülen İttihat ve Terakki için 9 maddelik bir program hazırlanmıştı. Hemen belirteyim ki, Cumhuriyetin ilanından sonra kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ‘nın programındaki bazı maddeler bu gizli kalmış programın siyasi bölümlerine büyük bir benzerlik gösteriyordu.
İttihat ve Terakkiciler de diğer saltanat ve hilafet taraftarları gibi Ankara’dakilere hınç besliyorlardı. Bu ortak duygu gayeleri ve düşünceleri bağdaşmayacak halde bulunan kişiler arasında bile birlik sağlanmasına yol açıyordu.
İşte, İttihat ve Terakkiciler de Mustafa Kemal Paşa’ya suikast hazırlıklarına girdikleri zaman, istedikleri gibi kullanacakları adamları bu yoldan elde etmişlerdi…
Mustafa Kemal Paşa’nın öldürülmesi kararı alındıktan sonra, iş suikast yerinin seçilmesine kalmıştı. İlk akla gelen yer de Ankara’ydı.
Cavit Bey’in başkanlığında İstanbul’da yapılan toplantılarda, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının İzmit mebusu Şükrü Bey, suikastın gerçekleştirilmesinde kullanılacak adamları seçmekle görevlendirilmişti. Şükrü Bey, Eski Lazistan Mebusu Ziya Hurşit’le işbirliği yaparak ekibini kuruyordu. Bulunan adamlardan ikisi de gözünü budaktan sakınmayacak tipte sabıkalıydılar. Mesela Laz İsmail, işgal yıllarında Kapalıçarşı’daki bir kuyumcu dükkânını basıp soymakla ün kazanmıştı. Gürcü Yusuf ise yine işgal yıllarında Karadeniz’de, Fransız Pake Kumanyası’nın vapurlarından birinin yolunu küçük bir motorla keserek milyonlarca Frangı alıp kaçmıştı.
Ekibin diğeri adamları da bunlar gibiydi.
Mustafa Kemal Paşa’ya suikast için Ankara’nın seçilmesi üzerine ekip Ankara’ya gönderilmişti. Suikast için en uygun kesim, Çankaya’ya çıkarken keskin bir virajın başında bulunan Ayıcı Arif’in eviydi.
11’inci Tümen Kumandanı olduğu sırada İnegöl yakınındaki Mezit Ormanı’nda üç aylıkken yakaladığı bir ayı yavrusunu büyüterek her gittiği karargâha da götürmesi yüzünden Ayıcı lâkabı ile anılan Arif Bey, 1919 yılında Samsun’a çıkan Mustafa Kemal Paşa’nın karargâhında da görev almıştı. Mustafa Kemal Paşa’nın kendisine büyük itimadı vardı. 1923 yılında Eskişehir Milletvekili seçilmiş muhalefet gurubuna seçilmiş, daha sonra da Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasına girmişti.
Ancak Laz İsmail ile Gürcü Yusuf, suikast için seçilen yerin elverişli olmadığını belirterek karşı çıkmışlardı. Suikast gerçekleşse bile burada kaçıp kurtulma ümidi olmadığını görmüşlerdi. Adamları Ankara’ya getiren Ziya Hurşit ise boş durmuyordu. Mustafa Kemal, mutlaka ölmeliydi. Bu yüzden, Gazi’nin gittiği bazı kulüpleri dolaşarak incelemiş bu arada, Büyük Millet Meclisi’ndeki Cumhurbaşkanlığı locası ile dinleyici sıraları arasındaki mesafe ve görüş açısı da hesaplanmıştı. Suikast Meclis’te de yapılabilirdi.
Fakat bütün bu çabalar sonunda suikastın Ankara’da yapılamayacağı kanısına varılmıştı.
İkinci şehir Bursa’ydı. Ancak Ankara’daki mahzur Bursa içinde geçerliydi. Suikastçıların kaçması imkansızdı.
Son ümit yeri İzmir’deydi. Yurt dışına kaçmak için en elverişli şehir idi. Bir motorla Yunan adalarına sığınmak pekala mümkündü. Hazır Mustafa Kemal Paşa da çıktığı yurt gezisinde İzmir’e uğrayacağını belirtmiş, program da açıklanmıştı.
Ziya Hurşit, Şükrü Bey’in verdiği 800 lira ile İstanbul’da dört yeni, iki el kullanılmamış tabanca ile kurşunları temin etmişti. Silah temininden sonra Ziya Hurşit ve ekibi Gül Cemal Vapur’una binerek İzmir’e hareket etmişlerdi.
Ziya Hurşit, İzmir’e vardıktan sonra dikkati çekmemek için Gaffarzade Oteli’ne inmiş, Gürcü Yusuf ie Laz İsmail de Ragıp Paşa Oteli’ne yerleşmişlerdi.
Ziya Hurşit’in ilk işi, Sarı Efe Edip ile temas kurmak olmuştu. Sarı Efe Edip; Jandarma Binbaşılığından emekliydi. Milli Kurtuluş Savaşı’ndaki hizmetlerinden ötürü kendisine hükümet tarafından İzmir’de bir çiftlik hediye edilmişti. İyi silah kullanmakla ün yapmıştı.
Sarı Efe Edip, Ziya Hurşit’i emekli subay arkadaşlarından Çapur Hilmi ve motor ile kaçakçılık yapan Giritli Şevki ile tanıştırmıştı. Sarı Efe Edip daha önce temin ettiği bombaları Giritli Şevki’ye saklatmış olduğu için bombalarda getirilmiş ve suikastın bütün silahları hazır duruma geçirilmişti. Kaçışta Giritli Şevki’nin motorundan yararlanılacaktı.
Ancak motor 600 liraya hacizliydi. Bu iş de halledildi. Saruhan Mebusu Abidin Bey, motoru hacizden kurtaracak 600 lirayı hemen vermişti.
Artık suikastçılar için Mustafa Kemal Paşa’nın İzmir’e gelişini beklemekten başka iş kalmamıştı. Mustafa Kemal Paşa 17 Haziran günü İzmir’de olacaktı. Sarı Efe Edip ile Saruhan Mebusu Abidin hazırlıkların tamam olduğunu görmüşler ve suikast sırasında İzmir’de bulunmak için Mahmut Şevket Paşa Vapur’una binerek İstanbul’a doğru yola çıkmışlardı.
Ancak Mustafa Kemal’in kararı bir anda bütün hesapları altüst etmişti. Gazi, belki de görülmemiş önsezinin uyarısı ile İzmir’e varışının bir gün geciktirmişti. Bu kararın açıklanması Giritli Şevki’yi paniğe düşürdü.
Saruhan Mebusu Abidin ve Sarı Efe Edip Beyler ’in İzmir’den ayrılmalarını, Gazi’nin tehir kararıyla birlikte yorumluyor ve şu sonuca ulaşıyordu:
”Suikast, hükümet tarafından haber alınmıştır. Saruhan Mebusu Abidin ve Sarı Efe Edip Beyler bu yüzden İzmir’den kaçmış, Mustafa Kemal Paşa’da İzmir’e 17 Haziran tarihli gelişini bu yüzden geciktirmiştir.”
O halde yapılacak iş kelleyi kurtarmak, bunun için de suikastı İzmir Valisi’ne haber vermekti. Giritli Şevki de bu düşüncelerin baskısı altında soluğu İzmir Valisi Kâzım Paşa’nın (Dirik) yanında almıştı. İşte Kâzım Paşa’nın gönderdiği iki üç satırlık telgraf, Kurtuluş Savaşı yıllarında başlayarak gelişen bir suikast teşebbüsünün özetini veriyordu:
Telgrafı okuduktan sonra İstanbul Valisi Süleyman Sami Bey (Kepenek)’i aradım, ”İzmir Valisi’nin telgrafı alıp almadığını” sordum. Kendisi, ”Aldım,” dedi” makine başındaydım. Tevkif müzekkeresi istedim. Durum çok önemliydi. Tevkif müzekkeresinin (tutuklama kararını bildiren resmi yazı) gelmesini beklemek, suçluların kaçmasına yol açabilirdi. ”Sorumluluğu üzerime alıp tutuklamayı yapacağım” dedim ve telefonu kapattım. Olayı İstanbul’da sadece ben, Vali ve şifre memuru biliyordu.
Hemen Deniz Polis Merkezi’ne Mahmut Şevket Paşa Vapur’unun ne zaman geleceğini sordum. Vapur iki saat önce gelmiş ve yolcularını boşaltmıştı. Derhal Merkez’e gittim. Amacım yolcu listelerini incelemekti. O günlerde yabancı ajanları kontrol altında bulundurmak için kara ve deniz araçları ile şehirlerarası seyahat edenlerin adlarını kaydettiriyorum. Listeyi inceledim. Aradığım isimler yoktu. Görevli polise kontrolün nasıl yapıldığını sordum: ”İki kişi isim vermediler ve mebusuz diyerek çıkıp gittiler” cevabını verdi.
Tevkif işi zorlaşmıştı. Otelleri aramak gerekiyordu. Yolcuların genellikle hangi otellere gittikleri tespit edildi. Tepebaşı’ndaki otellerden birinde yaptığımız soruşturmada ”Edip adında birisinin geldiğini ve bavullarını bırakıp çıktığını,” öğrendik. Bir memurumuz otelde, Sarı Efe Edip’in yanındaki odayı kiraladı ve yerleşti. Kendisini Edip’in iyi silah kullandığını, bu yüzden dikkatli hareket etmesi gerektiğini” söyleyerek uyarmıştık.
Ertesi gün memurumuz, yanında Saruhan Mebusu Abidin ve Sarı Efe Edip Beyler, elinde de kılıflı bir tabanca ile Müdüriyet ‘e döndü. Sarı Efe Edip Bey, otelde memurumuz odasına girdiği zaman hiçbir direnme göstermemişti. Herhalde bu tutumu ile suikasta katılmadığını göstermek istiyordu. Her ikisi de tutuklandı ve İzmir’e gönderildi.
İzmir Valisi Kâzım (Dirik) Paşa’nın Sarı Efe Edip ile Saruhan Mebusu Abidin Beylerin yakalanmalarını isteyen telgrafından sonra, İzmir’den bir telgraf daha geldi. Altındaki açık imzada Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Tevfik Bey’in adı bulunuyordu. Telgrafı çeken Mustafa Kemal Paşa’nın imzası ile şifreli olarak kapatılmıştı. Mustafa Kemal Paşa’nın emirleri dört maddede özetleniyordu:
Mustafa Kemal Paşa’nın emirleri gereğince durumu önce Büyük Millet Meclisi Başkanı Kâzım Paşa (Orbay)’a bildirdim. Üzüntü ve hayretler içinde kaldı ve aynı gün İzmir’e vapur olmadığı için Bandırma yolu ile derhal hareket etti. Büyük Millet Meclisi Başkanı Kâzım Paşa (Orbay)’a suikast olayını İstanbul’da öğrenen dördüncü kişi olmuştu.
Gelen yolcu ve mektuplardan olay iki gün sonra basına intikal etti. Hükümet de bir bildiri ile alçakça düzenlenen olayı kamuoyuna duyurmuştu. Suikastçılara karşı nefret ve kin son haddini bulmuş, Mustafa Kemal Paşa’ya yürekten bağlı İstanbullular coşmuştu. Suikastçıları linç etmek istiyordu. Bu yüzden halkı teskin etmek görevi de bizlere düşmüştü.
Ankara İstiklal Mahkemesi suikastın meydana çıkması üzerine acele olarak İzmir’e gitmiş ve soruşturmaya el koymuştu. Ancak halkın üzüntüsü bir galeyan haline dönüşmek üzereydi. İstiklal Mahkemesi de bu durum karşısında olaya el konulduğunu açıklayarak halkı yatıştırmak ve bilgi vermek üzere bir bildiri yayınlamıştı. Şifre ile İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne de bildiride şöyle deniliyordu:
”16 Haziran 1926 tarihine rastlayan Çarşamba günü, İzmir’e muvasalat etmek (:ulaşmak) üzere seyahatte bulunan Gazi Hazretleri’ne bir suikast tertip edildiği mahalli hükümetçe haber alınması üzerine bu meş’um (uğursuz) kastı icraya memur (:yerine getirmekle görevli) olanlar silah ve bombalar gibi cürüm araçları ile birlikte müşarünileyh (:adı geçen) hazretlerinin muvasalatından evvel cürmümeşhut (:suçüstü) halinde yakalanmışlardır. Suikastı fiilen icraya memur edilmiş olanların başında (eski Lazistan Mebusu) Ziya Hurşit vardır. Bunun yanında İstanbul’dan beraberinde getirdiği mükerrer sabıklılardan birkaç şerir (:haydut) ile Sarı Efe denilen jandarma emeklisi Edip ve buna mensup birkaç şahıs bulunmaktadır.
Tetkikat ve tahkikat (:incelemeler ve soruşturmalar) ile şimdiye kadar tecelli eden safhaya nazaran bu tertibatın mülga (:kapatılan) Terakkiperver Fırka Merkezi Umumi azasından (:üyesinden) harici teşkilatta memur İzmit Mebusu Şükrü Bey de dahil olduğu halde İstanbul’da toplantılar ve müzakereler sonunda düşünüldüğü ve hazırlandığı, Reisicumhurun (Cumhurbaşkanı)İzmir’e varışlarında tatbikata geçilmek üzere Ziya Hurşit ve arkadaşlarıyla İzmir’de bulunan Sarı Efe ve mensuplarının faaliyet sahasına sevk olundukları anlaşılmıştır.
Daha evvel kış aylarında bu şahıslar tarafından suikastın icrası hususunda isimleri malum olmuş bulunan kimselerin evlerinde toplantılar ve müzakereler yapıldığı ve fakat araya giren engeller dolayısıyla düşünülen fiilin gerçekleştirilmesi zamanın tehir olunduğu (:ertelendiği) ve meselenin, isimleri zikredilen Şükrü, Ziya Hurşit ve Sarı Efe Edip Beylerin şahsi düşünce ve teşebbüslerinden ziyade, gizli komite halinde icrai faaliyet eden bu siyasi zümrenin aldığı karar ve program cümlesinden ve aynı zamanda hükümeti devirmek gaye ve maksadını hedef alan siyasi bir suikast olduğu anlaşılmaktadır.
Mücrimlerin tevkifleri esasında elde edilmiş olup bu hususta istismai edilecek (:kullanılacak) silah ve bombalarla suikastçıların ihtiyaçlarını temin eyleyecek mebaliğin (:paraların) İstanbul’da tedarik edilerek vapura kadar getirildiği ve suikastın üzerlerine alanlara tevdi olunduğu (:teslim edildiği) itirafatı vakıa cümlesindedir.
Halâs (:kurtuluş) bulmuş, istiklâle ermiş, terakki ve teali (:ilerleme ve yücelme) yoluna girmiş olan aziz vatanın huzur ve sükûnu kanla ihlâl ve Reisicumhuru ortadan kaldırmaya ve hükümeti devirmeye matuf bulunan (:yönelen) ve en alçakça şahsi ihtirasların mahsulü olan bu suikast ve bu tertibat, maddi ve manevi mahiyeti itibariyle, doğrudan doğruya vatanın hayat ve istiklaline ve selametine tevcih edilmiş (:yöneltilmiş) üzücü ve korkunç bir hadisedir.
Bu cinayet kâr fiil ve maksadın muhakemesine milletin gözü önünde başlayacağız. Muhakeme safahatı (:evreleri) kamuoyunu daha ziyade aydınlatacaktır.”
Ancak istiklal Mahkemesi’nin beyannamesi de halkı bir dereceye kadar teskin edebilmiş, sükuneti sağlayabilmek için Mustafa Kemal Paşa daha sonra yine İzmir’de vatandaşlarına yaptığı ikinci konuşmada, hemen her Türk’ün hafızalarına yerleşmiş şu sözleri söylemişti:
-…”Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır. Ve Türk Milleti emniyet ve saadetini zamin (:kefil olan) prensiplerle medeniyet yolunda tereddütsüz yürümeye devam edecektir.”
Suikast olayının baş sorumlularından Ziya Hurşit ifadesinde her şeyi itiraf etmişti. Cavit Bey’in evinde yapılan toplantılar, Kara Kemal’in bu olaydaki önemli rolü, Ankara Valisi Abdülkadir’in çabaları, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası mensuplarından bazılarının fiilen katılmaları, bir kısmının ise olaydan haberdar oldukları halde hükümeti haberdar etmemiş oldukları Ziya Hurşit’in ağzından, istiklal Mahkemesi Savcısı Denizli Millet Vekili Neci Ali (Küçüka) Bey tarafından hazırlanan iddianamede yer alıyordu.
Ziya Hurşit ve Sarı Efe Edip’in verdiği ifadelerde adı geçen kişilerin yakalanması için İstiklal Mahkemesi’nin yakalama kararları birbirini izliyordu.
Suikasta adı karışanlardan biri de İttihat ve Terakki’nin ünlü Maliye Nazırı Cavit Bey’di. Düyun-u Umumiye’de görevliydi. Büyükada’da yazlıktaydı.
21 Haziran günü Kurban Bayramı arifesiydi. Sabah Büyükada’dan gelen vapurdan indiği zaman kendisini Emniyet Müdürlüğü’ne getirmiş ve ifadesini alarak serbest bırakmıştık. Daha sonra İstiklal Mahkemesi’nden Cavit Bey’in de İzmir’e gönderilmesini isteyen bir telgraf aldık. Zaten kendisini serbest bıraktıktan sonra evini sivil polislerle kordon altına almıştık.
Emir geldikten sonra Büyükada Merkezi’ne durumu bildirdik. Günlerden 22 Haziran’dı ve Kurban Bayramının ilk günüydü. Cavit Bey gece polisler tarafından alınarak Büyükada Merkezi’ne götürüldü. Sabahleyin ilk vapurla Emniyet Müdürlüğü’ne getirilen Cavit Bey’i, Unkapanı Merkezi’ne naklettik. Düyun-u Umumiye’deki kasasının anahtarını alarak kasada ve Şişli’deki evinde aramalar yaptık.
Cavit Bey hakkındaki işlemler bitirildikten sonra tevkifhaneye (:hapishaneye) nakledildi.
Tutuklanmaların büyük kısmı tamamlanmış ve İzmir’e gönderilmeleri için de Gülcemal Vapurunda kamaralar ayrılmıştı. Vapurun hareketinden bir gün önce gece geç saatlerde diğer tutuklular gibi Cavit Bey’de vapura nakledildi. Halkın galeyanına karşı nakilleri nispeten el ayak çekildikten sonra yapıyorduk.
Refet Paşa (Bele), Ali Fuat (Cebesoy) Paşa, Ergani Mebusu İhsan Bey, Bursa Mebusu Necati Bey, Cafer Tayyar Paşa, İsmail Canbolat, Sabit Bey, Sivas Mebusu Halis Turgut Bey ve Cavit Bey’in bulunduğu vapur 26 Haziran günü öğle üzeri İzmir’e hareket etti.
Ali Fuat Paşa da Üsküdar’da oturmaktaydı. İstiklal Mahkemesinin tutuklama infazı kararları için gece yarısını beklettik. Evinden alındıktan sonra araba vapuruna bindirilmek üzere halkın haberi olmadan Müdüriyete getirilmişti. Kendisine gerekli saygının gösterilmesinde kusur edilmemişti. Ali Fuat Paşa (Cebesoy) gazetesinde ”İzmir Suikastı’nın iç yüzü” adı ile yayınladığı hatıralarında bana ve vefakâr arkadaşlarıma gerçeğe ait bazı isnatlarda (:atıflarda) bulunmuştu.
Ziya Hurşit ile Sarı Efe Edip’in ifadelerinden anlaşıldığına göre suikast hazırlığı yapan komitenin üyelerinden biri İttihat ve Terakki Fırkası’nın ileri gelenlerinden iaşe Nazırı Kara Kemal’di. Diğeri de eski Ankara Valisi Abdülkadir.
İstiklal Mahkemesi bu iki sanığın da tutuklamaları için karar vermiş ve bize bildirmişti. Emri alır almaz aramaya başlamıştık. Ancak bu karar diğerleri gibi gizli kalmamıştı. İçişleri Bakanı Cemil Bey (Uybadın) büyük bir hata yaparak tevkif kararlarını basına açıklamıştı.
İçişleri Bakanı Cemil Bey (Uybadın), Atatürk’ün sınıf arkadaşı idi. Kendisine çok bağlıydı. Bu hareketi bir art niyete dayanmıyordu; ama polisin işini çok güçleştirmişti.
Günler geçiyor, Kara Kemal ile Abdülkadir’in izlerini tespit etmek mümkün olmuyordu. Önce yurt dışına çıkmalarını önlemek için deniz ve kara yollarını kontrol altına almış, hudut kapılarına fotoğraflarını göndermiştik. Yabancı bir ülkeye sığınmalarına engel olmak için sefarethaneler çevresinde tedbir almıştık.
Aramalar devam ederken ikinci bir hata daha işlendi. Ama bu İçişleri Bakanı Cemil (Uybadın) Bey’inki gibi takdirden doğan bir hata değil, kastiydi. Dolmacı Cemal Bey verdiği beyanatta “Kara Kemal ile Abdülkadir Beylerin İstanbul polisi tarafından yakalanmasının imkânsız olduğunu” söylüyordu. Sözde beni zor durumda bırakacaktı; ama bu sözleri ile Cumhuriyet ve Mustafa Kemal Paşa’nın düşmanlarının işini kolaylaştırmış olduğunu fark edemiyordu. İş bu safhaya geldiği sırada Mustafa Kemal Paşa tarafından Ankara’ya çağrıldım. Üstlerim tarafından baltalanmak istendiğimi görmüşlerdi. Kendilerine aldığımız tedbirleri uygun bulduklarını bildirdiler ve moralimi kuvvetlendirdiler. İstanbul’a döndüm.
Vali Süleyman Sami Bey’in de benimle iş birliğinden kaçınır bir hali vardı. Sanki makamına çakılmıştı.
Takviye etmiş olduğumuz Siyasi Şube ekipleri İstanbul’un altını üstüne getiriyor, bir ipucu arıyordu. Kara Kemal ile Abdülkadir’in yakınlarının listeleri teker teker gözden geçiriliyor, bazı isimler tespit edilerek takibe alınıyordu.
Ancak bu çalışmalarımız sırasında Emniyet Genel Müdürü Dolmacı Cemal, işi çığırından çıkarıp bir şeref kazanma yarışı haline sokmuştu. Gayesi, aranan şahısları kendi görevlendireceği kişilere yakalatmak, bu sayede Mustafa Kemal Paşa’nın gözüne girmekti. Bu arada İstanbul Emniyet Müdürü’nün yetersiz olduğunu da ispatlamış (!) olacaktı.
Bu çabalara İçişleri Bakanlığı da katılmıştı. Bir gün İçişleri Bakanlığı’ndan gönderildiğini söyleyen bir şahıs, aranan kişilerin saklandıkları evi göstereceğini söyleyerek Emniyet Müdürlüğü’ne gelmişti. Teşebbüs doğrudan doğruya şahsımı hedef tutmaktaydı. Şayet bu evde en küçük bir iz bulunsaydı, Mustafa Kemal Paşa’ya ”Bakınız en ziyade itimat ettiğiniz İstanbul Emniyet Müdürünüz, Cumhuriyetimizin yıkıcıları ile işbirliği halindedir. Onları yakın bir dostunun evinde saklıyor” diyeceklerdi.
Karakterine güvendiğim bu yakın dostumdan asla şüphe etmediğim için, Bakanlığın gönderdiği kişinin yanına iki güvenilir sivil memur vererek tarif ettiği eve misafir olarak gitmelerini ve bu sırada evi gözden geçirmelerini söyledim. Kızıltoprak’taki eve giden İçişleri Bakanlığı görevlisi (!) ile memurlar evi münasip bir şekilde gezdiler ve hiç bir şey bulamadılar. İlk teşebbüs fiyasko ile sonuçlanmıştı.
Bunun üzerine ortaya Emniyet Genel Müdürlüğü çıktı. Beyoğlu Merkez memurlarından bir telefon aldım. Polisler, pantolonunun arka cebi şişkin olan bir şahsı şüphe üzerine çevirmişlerdi. Parabellom marka bir tabanca çıkmıştı şişkin cepten. Ancak Emniyet Gene Müdürlüğü’nden verilmiş bir tabanca ruhsatı da vardı. Merkez memuruna yakalanan kişinin Müdüriyet’e gönderilmesini söyledim. Gönderildi. Kendisine “Niçin silah taşıdığını” sordum. Cevabında ”Emniyet Genel Müdürü’nün kendisini aranan kişilerin yakalanması ile görevlendirdiğini” söylüyordu.
Demek Emniyet Genel Müdürü, içinde sürüklendiği duygulara esir olarak polisçe iyi tanınmayan, ayak takımı kişilerden bile faydalanmaya kalkmıştı.
İstiklal Mahkemesi tarafından tevkifleri emredilen kişileri yakalama salâhiyet (:hakkı) ve mesuliyeti bana, dolayısıyla İstanbul polisine ait olduğundan, bu işe bilgim dışında bir kimsenin karışmasına asla müsaade edemezdim.
Cebine bir tabanca ruhsatı konularak ve bana hiçbir bilgi verilmeksizin, aynı zamanda iyi de tanınmayan bir şahsın İstanbul’a gönderilmesindeki gizli maksadı anlamıştım.
Emniyet Genel Müdürü tarafından gönderilmiş olan bu şahsın tabancasını ve ruhsatını aldım. ”İstanbul’un Emniyet Müdürü vardır. O görevini bilir. Sana bu görevi verenlere söylersin, bölgesinde bilgi ve müsaadesi dışında bir araştırmaya izin vermiyor dersin” diyerek kapının dışına koydum.
İstanbul polisi kendisini harıl harıl aradığı günlerde, Kara Kemal, Cerrahpaşa’da Cambaziye Mahallesi’nin Tatlıkuyu Sokağındaki 10 numaralı sarı boyalı evin selamlığında gizleniyordu. Bu bölükte Küçükpazar Maliye Tahsil Şubesi Müdürü Enver Bey oturmaktaydı. Harem kısmında ise daha önce sabık Posta ve Telgraf Müdürlerinden İhsan oturmuştu. Birkaç ay önce Erenköy’e taşındığı için bu bölükte bir bekçi vardı.
Enver Bey, Saltanat devrinde bir hatası dolayısıyla Sinop’a sürgün edildiği zaman Kara Kemal kendisini sürgünden kurtarmıştı. Şimdi bunun karşılığını ödüyordu.
Kara Kemal’in yakalanmaması için yurt dışına kaçırılması lazımdı. Enver Bey, Ortaköy’de oturan Niyazi adında bir kişiye gitmişti. Bu da bir zamanlar Kara Kemal’in ekmeğini yemişti. Önce bir motor bulmayı düşünmüşlerdi. İşte bu çabalar sürerken durum bir polis tarafından öğrenilmişti. Polisin getirdiği haber bomba tesiri yaptı. Herkes sevinç içindeydi. Ancak Niyazi sadece Enver Bey’i tanıyordu; ama o bize yeter de artardı bile. Verdiği bilgi üzerine hemen Enver Bey’i yakaladık ve sorguya çektik. Kara Kemal’i evinde sakladığını itiraf etti. Cebinden anahtarını aldık. Eve kolaylıkla girmek için kullanılacaktı.
Hemen Siyasi Kısım baş memurlarından Sait ve Ziya Beylerle komiser Mucip ve Macit, memurlardan İsmail Hakkı, Hayri, Ziya, Sait, Basri, Atıf, Nuri Halil Beylerden kurulu bir ekip harekete geçti.
27 Temmuz günü saat 16.00 sıralarında ellerindeki anahtarla kapıyı açan memurları Enver Bey’in kız kardeşi Safiye Hanım merdiven başından görmüş ve şaşkınlıktan ”A… A…” diye bağırmıştı. Sonra birden kendisini toparlamış, memurların ”Kara Kemal Nerede?” sorusuna ”Burada yok” cevabını vermişti.
Ancak Kara Kemal’in evde olduğunu bilen memurlar hemen merdivenleri tırmanmış ve karşılarına gelen odaya dalmışlardı. Oda sigara dumanı ile kaplıydı. Yanar bir sigara da tablada duruyordu. Yer yatağının üzerinde ise “Abdülhamid’in Hayatı Siyasiye” adlı kitap ve günlük gazeteler vardı. Kara Kemal’in gürültüyü duyduktan sonra buradan yan odaya fırladığı anlaşılıyordu. Aceleden ayakkabılarını da giymemişti.
Hemen yan odaya geçen memurlar burada da sigara dumanı ile karşılaştılar. Kara Kemal kısa bir süre önce odanın penceresinden aşağı atlamış olacaktı. Memurlarda aynı şeyi yaptılar. Araya araya duvarın yanındaki kümese yaklaşmaktaydılar ki bir silah sesi, sessizliği bozdu. Memurlar hemen koşuşmuşlar ve saçı sakalı karışmış Kara Kemal’i kümesin arkasındaki kovukta iki büklüm bir şekilde bulmuşlardı.
Gold sistemindeki tabancasından çıkan kurşun şakağından beynini parçalamıştı.
Kara Kemal’in cesedi morga kaldırıldı.
Böylece İstiklal Mahkemesi tarafından aranmakta olan İttihat ve Terakki’nin ileri gelenlerinden biri kendi cezasını kendi elleriyle vermiş oluyordu.
Aramakta olduğumuz eski Ankara Valisi Abdülkadir’in izine ise henüz rastlayamamıştık. Araştırmalarımız sırasında Abdülkadir İstiklal Mahkemesi’nce gıyaben (:kendi yokken) idama mahkûm edilmişti. Özet olarak, ele geçirildiği takdirde yeniden yargılanacaktı. Bütün çabalarımız bir sonuç vermemiş ve Ağustos ayı ortalarını bulmuştuk.
Abdülkadir’in İstanbul’daki akraba ve dostlarının evlerinde yaptığımız aramalar da bir sonuç vermemişti. Bu sırada Abdülkadir’in Çatalca bölgesinde eski adı ”Panalonika” olan bir çiftlikte saklandığı haberini aldık. Ancak yaptığımız baskınından elimiz boş döndük. Yalnız çiftlik binasının bodrum katında; üzerinde yatıldığı, düzeltilmemiş olmasından anlaşılan bir yatak duruyordu. Bu Abdülkadir’in, hududa doğru kaçtığına bir delildi.
Nitekim birkaç gün sonra, Çerkezköy’den; ”İstanbul Vilayeti Orman Müfettişi Cafer Sadık” imzası ile gelen telgraf Abdülkadir üzerindeki esrar perdesini aralıyordu. Cafer Sadık Bey, ”Çilingöz Çiftliği’nde şüpheli hareketleri görülen meçhul bir şahsın kendisini orman müfettişi olarak tanıttığını ve Abdülkadir olduğunu sandığını” belirtiyordu.
Durumu telgrafla Kırklareli Valisi’ne bildirdik. İstanbul’dan da bir müfreze jandarma hareket etti.
Abdülkadir 23 Ağustos günü Sirkeci’de, polis ve jandarmaların arasında trenden indiriliyordu.
Abdülkadir’in yakalandığı ve İstanbul’a getirileceği haberi gazetelerde yer aldığı için istasyon civarına yüzlerce kişi birikmişti.
Tren istasyona girip durduktan sonra halk perona dolmuş, Abdülkadir’in bulunduğu vagonun çevresini sarmıştı. Aleyhte tezahürat son haddini bulmuştu. Tedbir almadan trenden indirilmesi linç edilmesine kadar varabilirdi. Bu yüzden polislerden bir barikat kurduk. Ancak bu barikat, galeyana gelmiş halkı durdurmaya yetmeyecekti. İkinci bir barikat kurulması için emir verdim. Aradan 10 dakika kadar geçmiş, gerekli tedbirler alınmıştı.
Başında eski kahverengi bir şapka, sırtında siyah bir ceket, bacaklarında rengi solmuş bir pantolon ve ayaklarında da sarı ayakkabılar vardı. Saçı, sakalı birbirine karışmıştı. Trenden inerken ileriye doğru bakıyordu. Karşısında foto muhabirlerini görünce yüzünü yere indirmiş ve hızlanmıştı.
Doğruca Emniyet Müdürlüğü’ne götürdük. İfadesini aldık. Bu arada İstanbul’dan nasıl kaçtığını da sorduk. Suikastın başarılmadığını öğrenince Bakırköy’e geçmiş ve Enver Paşa’nın çiftliğinde gizlenmişti. Burada kaçma plânını hazırlamıştı. Eski komitecinin şeytanca bir plânını hazırlamıştı.
Eski komitecinin şeytanca bir plânı vardı, bir eşya sandığına hava almak için delikler açtırmış ve sonrada içine girerek şüphe çekmemek için sıkı sıkıya bağlatmıştı. Sandık çiftliğin bir arabasına yüklenmiş, Istıranca nahiyesine yakın ıssız bir yerde açılarak Abdülkadir çıkarılmış, araba da geri dönmüştü. Abdülkadir böylece şehir dışına çıkmayı başarmıştı.
Önce yaya olarak yol almış, Çilingöz Çiftliği’ne ulaşmıştı. Çiftliğe kadar ”Odun Tüccarı Nafiz” olarak dolaşan Abdülkadir burada kendisini “Orman Müfettişi” olarak tanıtmış, ”Bir işiniz düşerse karışmam ha…” diye bir de tehdit savurarak Midye’ye kadar gitmek üzere bir at almıştı. Ancak Abdülkadir’in Orman Müfettişliği, işi karıştırmıştı. Çiftlik işçilerinin konuşmalarını duyan Cafer Sadık Bey, bölgede başka müfettiş olmadığını bildiğinden şüphelenmiş ve durumu İstanbul’a bildirmişti. Abdülkadir, atı geri götürmesi için orman korucularından Osman’ı da yanına almış ve sahile vardıktan sonra teşekkür ederek geri göndermişti. Osman, biraz gittikten sonra geriye baktığında orman müfettişini (!) sahilde kayıkçılarla konuşurken görmüştü. Ve jandarmalar, verdiğimiz bilgi üzerine Abdülkadir’i yakalamışlardı.”
Abdülkadir yakalandığı zaman Ankara İstiklal Mahkemesi çalışmalarını bitirmiş ve kendisini gıyaben idama mahkûm etmişti. Abdülkadir’i Ankara’ya gönderdik. Yeniden yargılandı ve yine idama mahkûm edildi. (Bakınız: ”Atatürk’ün Emniyet Müdürü” Hazırlayan: Orhan Erinç, Destek Yayınevi, Sf: 147… 170 ”)
***Bu yazı www.sechaber.com.tr için yazılmıştır. Bu yazının kaynak gösterilmeden kopyalanması ve kullanılması “5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası“na göre suçtur.