Atatürk, Millî Mücadele’nin başarıya ulaşmasından sonra güney vilâyetlerini kapsayan ilk gezisine 13 Mart 1923 tarihinde çıkmıştır.
Atatürk’e gezi esnasında bir buçuk ay önce evlendiği Latife Hanım, Eskişehir mebusu Hüsrev Bey (Sami), Adana mebusu Zamir (Damar Arıkoğlu), Konya mebusu Refik (Koraltan), Siirt mebusu Mahmud (Soydan), Gaziantep mebusu Kılıç Ali, Başyaveri Salih (Bozok), Yaveri Muzaffer (Kılıç), Muhafız Birliği Kumandanı İsmail Hakkı (Tekçe), Dr. Yüzbaşı Asım, Yeni Gün Gazetesinden İsmail Habib (Sevük), Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi Sahibi Recep Zühdü, Şebinkarahisar mebusu Mehmet Emin (Yurdakul) ile birkaç kişi daha eşlik etmiştir.
13 Mart 1923 günü Ankara’dan hareket eden tren Adana’ya gelmeden önce Yenice istasyonunda sevinç gösterileriyle karşılanmıştır. Bu esnada Mersin ve Tarsus’tan gelmiş olan heyetler, Tarsus ve Mersin’i de şereflendirmesini istemiştir. Taleplere olumlu yanıt veren Atatürk, yarım saatlik bir duraklamadan sonra Adana’ya doğru hareket etmiştir. 15 Mart günü trenin istasyona girmesi ile de büyük bir coşku ve sevinç yaşanmıştır. Geceyi Adana’da geçiren Atatürk, 16 Mart sabahı, Kolordu Komutanlığı’nı, Ulucami’yi,
Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ni, Hastaneyi, Sanayi Mektebi’ni ve Öğretmenler Cemiyeti’ni ziyaret etmiştir.
Öğretmenler Cemiyeti’ndeki ziyafeti esnasında Mehmet Emin Yurdakul bir manzume okumuştur.
Atatürk, Adana Erkek Muallim Mektebinde tebrik ettiği izcilere diplomalarını tek tek kendi ellerinle dağıtmıştır. İzcilerin sportif gösterileri ve yemin törenini müteakiben izcilerin oymak beyi (*) bir konuşma yapmıştır. Bu konuşmaya Atatürk şu sözlerle karşılık vermiştir:
…”Duygularınıza tercüman olan arkadaşınızı dinledim. Çok memnun oldum. Maddeten ve manen kuvvetli olmak için çalışınız, çok çalışınız. Çalışmalarınızın meyveleri tüm memleket çocukları için örnek olsun. Ana ve babalarınız, saygıdeğer milletimiz sizler sayesinde güven içinde yaşasınlar. Geleceğin sizden beklediği budur. Bunu sağlayacağınıza ve buna lâyık olacağınıza güvenim vardır. Bunu memnunlukla tekrar ederim.”
Kız Öğretmen Okulu’nu ziyareti esnasında ise Okul Müdiresi Remziye Hanım’ın odasında kısa bir süre dinlendikten sonra müsamere salonuna geçmiştir. Bu esnada öğrenciler ‘Adana Kız Öğretmen Okulu Marşı’nı söylemiş, Remziye Hanım da aşağıdaki konuşmayı yapmıştır: …”Muhterem Hanımefendi, Muhterem Paşamız; Bir zamanlar yabancı bayraklar altında ağlayan, cefa çeken, muhacir olan Adana, bugün çektiği üzüntüleri ve kahırları unuttu. Onu, koparıldığı anayurduna kavuşturan aziz baş, şimdi Adana’nın çileleri dolan halkının arasında… Bu öyle bir mutluluktur ki kara günlerin kara yaralarına şifa verecek. Özellikle biz, bu dertli ovanın dertli yavrularına bilim ve erdemlik vermekle görevli irfan askerlerine muhterem Paşamızla, muhterem eşleri ile bir çatı altında yaşadığımız bu günü, bayramlarımızın en değerlisi sayıyoruz. Paşamız; siz bugün Türklerin o kadar kalbinde, o kadar beyninde, tüm kutsallıkları içeren en üstün duygular içinde, öylesine sonsuz bir hükümranlık sunuyorsunuz ki… Tarih paha biçilmeyecek kadar süslü tahtlarda oturan, adları ışıktan bir kuşak gibi bütün dünyayı saran, çok ünlü başbuğları tanımaktadır. Fakat bunlar, bir ulusun kalbinde taht kurup oturmuş kişiler değillerdir. Tarihlerin yazmadığı, o gönüller sultanı siz oldunuz Paşam. Kalplerde kurulan bu soylu koltuk sizin hakkınızdır Paşam. Dört sene önce kararan Türk bayrağını şafaklara kavuşturan dehanızın doğal hakkıdır. Paşam; tüm Türk’ün boynundaki zinciri koparıp zafer tacını başına takan ellerinize sonsuz şükranlar borçluyuz. O şükranlar ki, kurtarıcı elleriniz Akdeniz’i gösterdiği gün binlerce Türk anasına, bağrından koparttığı hediyeleri seve seve verdirtti. Bugün öteki elinizle başka cepheyi işaret ediyorsunuz. Ve cehaleti, bağnazlığı yıkınız! Diyorsunuz. Emin olunuz Paşam, Akdeniz’e ulaşmak için geçtiği yollara binlerce yavrularını gömen anneler, bu yeni açtığınız daha çetin savaşta da yine azimle, inançlı evlatlarını verecektir. Ölüm ve kan fışkıran savunma volkanının mermilerini sırtında taşıyan Türk kadını, bu kez de azimli, imanlı yavrularını verecektir. İşte biz, Adana’nın kadın öğretmenleri, bu yeni savaşın candan gönüllüleri, huzurunuzda söz veriyoruz. Kayalar ellerimizi parçalasa, fırtınalar gözlerimizi dumanla doldursa, biz yine açtığınız yolda, gösterdiğiniz hedefe koşacağız ve dönmeyeceğiz Paşam, dönmeyeceğiz.”
Remziye Hanım’ın konuşmasından sonra sportif gösteriler sunan öğrenciler vücut ve kol hareketleri ile Mustafa Kemal yazmış, müteakiben de dakikalarca alkışlanan Mustafa Kemal Marşı’nı okumuştur. Okuldan memnun bir şekilde ayrılan Atatürk’e öğretmenler çiçeklerle donatılmış ve üzerinde ‘Adana öğretmenlerinin Büyük Kurtarıcıya bir hatıra armağanı’ yazan bir mühür armağan etmişlerdir.
Akşam çiftçilerle görüşen Atatürk, çiftçi ve köylülerle birlikte yediği yemek çok samimi bir havada geçmiştir. Bu esnada çiftçiler arasında bulunan Kadıköylü Ramazan Ağa ile Atatürk arasında bir saatten fazla süren şakalı bir konuşma geçmiştir. Ramazan Ağa, …”Bre Paşam, iki gündür yüzünü görmek için oradan oraya koşuşuyoruz. Şu ihtiyar hayatımda bundan sevinçli gece görmedim” demiştir. Bu sözlere karşılık Atatürk, Türk köylüsünün yerinin her yerden yüksek olduğuna işaret eden uzunca bir konuşma yapmıştır:
-…”Aziz çiftçi kardeşlerim;
Diyebilirim ki hayatımda yaşadığım en ulvî, en sade, en mes‘ut ve samimî gece bu gecedir. Çünkü bu gece çok derin hürmetlerle, muhabbetlerle merbut olduğumuz milletimizin ekseriyeti azîmesini teşkil eden çiftçilerimizle bir sofrada bulunuyorum. Bu sofrada onların emekleriyle husul bulmuş ekmeği onlarla beraber yiyoruz.
Arkadaşlar, dünyada fütuhatın iki vasıtası vardır. Biri kılıç, diğeri sapan. Başka yerde de söyledim ve burada bir daha tekrarı faydalı buluyorum. Zaferinin vasıtası yalnız kılıçtan ibaret kalan bir millet, bir gün girdiği yerden koğulur, terzil edilir, sefil ve perişan olur. Öyle milletlerin sefaleti, perişaniyeti o kadar azîm ve elim olur ki, kendi memleketinde bile mahkûm ve esir bir halde kalabilir. Onun için hakikî fütuhat yalnız kılıçla değil, sapanla yapılandır. Milletleri vatanlarında takarrür ettirmenin, millete istikrar vermenin vasıtası sapandır, sapan, kılıç gibi değildir. O kullanıldıkça kuvvetlenir. Kılıç kullanan kol çok geçmeden yorulduğu halde sapanını kullanan kol zaman geçtikçe toprağın daha çok sahibi olur. Kılıç ve sapan bu iki fatihten birincisi, ikincisine daima mağlûp oldu. Tarihin bütün vak‘aları ve hâdiseleri hayatın bütün müşahedeleri bunu teyit ediyor. Milletimiz çok büyük elemler, mağlûbiyetler, facialar görmüştür. Bütün olanlardan sonra yine bu topraklarda bulunuyorsa bunun hikmeti aslisi şundadır: Çünkü Türk çiftçisi bir eliyle kılıcını kullanırken, diğer elindeki sapanla topraktan ayrılmadı. Eğer milletimizin ekseriyeti azîmesi çiftçi olmasaydı biz bugün dünya yüzünde bulunmayacaktık.
Arkadaşlar; felâketler, elemler, mağlûbiyetler milletler üzerinde bir takım amiller vücut bulmasına sebebiyet verir. Bu amillerin başlıcası, öyle kara günlerinden sonra milletlerin intibah ve vakarını bulması, kendi benliğini duymasıdır. Uzun asırların elemli netayici nihayet bizim milletimizde de bu havası tevlit eyledi. Kemali emniyetle söylerim ki, milletimiz baştanbaşa böyle bir intibaha nail olmuş, tamam ve kâmil bir millet halindedir. Vuzuhla ve kemali iftiharla ilân ederim ki, bu millet millî benliğini idrak ve bunu bütün dünyaya ispat eylemiştir. Milletimiz son zaferleri hep bu havası, bu idraki gayesinde kazandı. Milletleri yükselten bu havasa bir âmil daha ilâve edelim; intikam hissi… Milletlerin kalbinde hissi intikam olmalı. Bu alelade bir intikam değil, hayatına, ikbaline, refahına düşman olanların mazarratlarını izaleye matuf bir intikamdır. Bütün dünya bilmeli ki, karşımızda böyle bir düşman oldukça onu affetmek elimizden gelmez ve gelmeyecektir. Düşmana merhamet aciz ve zaaftır. Bu, insaniyet göstermek değil, insanlık hassasının zevalini ilân etmektir. Arkadaşlar, milletleri kurtaran bu havası ve âvamilin inkişafını en ziyade çiftçilerimizden temin etmeliyiz. Çünkü çiftçi ve çoban bu millet için unsuru aslidir. Vakıa diğer unsurlar bu unsuru asli için lâzım ve faydalıdır. Lâkin hiçbir tevehhüme kapılmadan bilmeliyiz ki o unsuru asli olmazsa diğer anasır da yoktur.”
Atatürk, bundan sonra topraklarımızın kıymetini ve bilhassa Adana vilâyetinin toprağındaki bereketi belirtmişlerdir:
-…”Hemşehrisi olmakla müftehir bulunduğum bu vilâyetin kuvvei inbatiyesindeki, toprağındaki serveti anlamak için Adana ile Mısır arasında ufak bir mukayese yapacağım. Bilirsiniz ki, Mısır toprağı feyziyle, münbit ve mahsuldar olması ile ―Altın yuvası‖ denmekle tanınmıştır. Hâlbuki güzel Adana‘mız hiçbir vakit Mısır‘dan aşağı değildir. Bunu anlamak için muayyen birkaç noktayı işaret edeceğim. Bildiğime göre Mısır‘ın asıl kıymetli sahası olan delta kısmı 16 bin kilometre murabaaındadır. Hâlbuki Adana‘nın aynı kıymette bulunan toprakları 50 bin kilometre murabaındadır. Bu saha içinde ovalar parçası ile Seyhan ve Ceyhan arası 20 bin kilometre murabbaındadır. Görüyorsunuz ki, yalnız bu kısım bile mesaha itibariyle Nil deltasından büyüktür. Sonra Mısır toprakları asırlardan beri işlene işlene çok eskimiştir. O topraklar yorgundur, ancak gübre ve fen sayesinde kuvvetini muhafaza edebilmektedir. Hâlbuki Adana toprakları henüz genç, dinç, her türlü feyze hazır ve amadedir. Mısır toprakları vesaiti fenniyeden istifade edebilmek sayesinde ancak bire on veriyor, hâlbuki Adana alelade ve basit hallerde bire on daima vermektedir. İtina edildiği takdirde bire yirmi, otuz verebilir. Adana‘nın Mısır‘a müreccah hâvassı yalnız bunlardan ibaret değildir. Bizim vilâyetimiz denizli, körfezli, limanlı, ovalı, dağlı, tepeli, güneşli, yağmurlu, sıcaklı, serinli muhtelif iklimlerin heyeti umumiyesinden mürekkep bir mecmuadır. Bu mecmua içinde hububata ait havasdan başka, Mısır bu vilâyetin ormanlarında yetişen keresteden mahrum bulunmaktadır. Bu vilâyetin ağnam ve hayvanatından Mısır mahrumdur. Meyvelerin her nevi Mısır‘da yetişmez. Bu itibarla da Adana‘mız Mısır‘a müreccahtır.
Arkadaşlar, buraya kadar Adana ile Mısır arasında hep göğüslerimizi kabartacak, bizi şükür ve iftihara sevk edecek mukayeseler yaptım. Bir de elem verecek makûs mukayeseler de var, onları da söyleyeyim. Biliyorsunuz ki, Mısır‘ın hayatı Nil‘dir ve Nil‘in, menbaı hayat oluşu ise tesisatı fenniye sayesindedir. Adana‘yı da üç büyük nehir irva ediyor. Fakat bu nehirler ilim ve fennin o tesisatından mahrum olduğu için, tuğyanlar da fayda yerine zarar veriyor. Gayri muntazam cereyanlar yüzünden münakalât münkati, hâsıl olan bataklıklar yüzünden ovalar sıtmalıdır. Bu hastalıklar yüzünden halk çalışmağa gayri muktedir kalıyor ve vilâyetin nüfusu tenakusa mahkûm oluyor. Demin dedim ki, Adana vilâyetinin yalnız ova ve nehirler arası bile Mısır‘dan fazladır. Hâlbuki bir de her iki kıt‘anın nüfusunu düşününüz. Adana‘daki 400 bin nüfusa mukabil Mısır‘da on beş milyon nüfus var. Bunun dokuz milyonu Adana ovasından daha küçük olan Mısır deltasında bulunuyor. Demek ki, deltanın nüfusu Adana ovasından yirmi misli fazladır. Ve demek ki, bu feyizli vilâyetin ovaları daha yirmi misli nüfusu müreffeh, mes‘ut, zengin etmeğe kâfidir. Bu nüfusu bugünkü şeraiti tabiiye ve müşkile içinde az zamanda temine imkân yoktur. Tezyidi nüfusa ait bütün tedbirlerimizi ittihaz etmekle beraber bu tedabir ne kadar geniş ve kuvvetli olursa olsun, bu nüfus boşluğunu telâfiye kâfi değildir. Bu boşluğu ancak makina ile telâfi edeceğiz.
Arkadaşlar, Adana vilâyeti bir devleti başlı başına idareye kâfi bir servet menbaıdır. Harbi Umumiden evvel Mısır yedi buçuk milyon kantar pamuk istihsal ediyordu. Bu pamuk (35) milyon altın lira getirirdi. Vüsati, kuvvei inbatiyesi itibariyle Mısır‘dan aşağı kalmayan Adana‘nın bu miktarda pamuk istihsaline hiç bir mânia yoktur. Adana senevi 35 milyonu yalnız pamukla pekâlâ temin edebilir. Biz bunların inşallah hepsini temin edeceğiz. Yalnız bunun için bir şeye ihtiyaç vardır: İktisadiyatımızda istiklâli tam. Güzel vatanımızı fakre, memleketi harabiye sürükleyen esbabı muhtelife içinde en kuvvetli ve en ehemmiyetlisi iktisadiyatımızda istiklâlden mahrumiyetimizdir. ġayanı şükr ve mahmedettir ki, bu istiklâli bugün fi‘len istihsal etmiş bir mevkide bulunuyoruz. Ancak fi‘len sahip olduğumuz bu istiklâli düşmanlarımıza şeklen ve resmen de tasdik ettirmek lâzimedendir. Devletin ve milletin son hedefi işte bu noktayı temine matuftur. Kuvvetle ümit ediyoruz ki, bu noktayı teminde muvaffakiyet hâsıl olacaktır. Bu nokta o kadar hayatî ki, onu behemehâl elde edeceğiz.
Devletler şimdiye kadar bize şu ve bu mesailde alâyişli müsaadelerde bulunuyorlar gibi görünüyorlar. Lâkin iktisadî esaretle bizi felce uğratıyorlardı, öteden beri bize bazı şeyleri vermiş gibi, bizim bazı haklarımızı tanımış gibi vaziyet alırlar, hakikatte iktisatta elimizi kolumuzu bağlarlardı. Bu esarete katlanan rical memnundu. Çünkü zahiren azametli bir istiklâl temin etmişlerdi. Fakat hakikati halde milleti manen hufrei meskenete atmışlardır. Bunlar iktisadî mahkûmiyeti gayri müdrik bedbaht hayvanlardı. Fakat artık bugün milletimiz bayat noktasının nerede olduğunu pek güzel anlamıştır. Bilhassa Adana‘nın münevver halkı, bu hakayiki çok iyi idrâk etmekte bulunuyor. Arkadaşlar, şimdiye kadar büyük muzafferiyetler kazandık. O zaferleri hayat için, saadet için, milletin refahı için kâfi sandık; bu suretle gafletten gaflete düştük. Hâlbuki zafer ve fütuhattan sonra derhal sanat ve iktisadiyat sahasında seri hatvelerle yürümek lâzımdı.
Bilirsiniz, Ruslar İsveç‘in mahkûmiydi. Büyük Petro çok kanlı mücadelâttan sonra Rus istiklâlini temin etti. Fakat istiklâli kurtarır kurtarmaz derhal memleketin içinde ziraat ve sanatı asırların icabatına göre yürütmeğe tevessül etti. Bizler de selâmeti hakikiyeye ermek istiyorsak, çok kan dökerek, kazandığımız muzafferiyetlerden sonra çok fedakârlık yaparak ziraat, ticaret, sanat sahasında emniyetli adımlarla yürümeğe bakalım.”
Atatürk, burada kağnı ile otomobile, yelken gemisiyle vapura rekabet edilemeyeceğini, memleketimizdeki vesaitin ne iptidai mahiyette olduğunu, medeniyette nasıl geri kaldığımızı, bu vesaitsizlik yüzünden Amerika unlarına rekabet edemediğimizi, milletin kendi sahillerindeki vatandaşlarını besleyememesindeki acılığı anlattıktan ve yalnız kendimizi bilmek değil etrafımızdaki komşuları, milletleri ve onların hangi vasıta ile mücehhez olduğunu da bilmek lâzım geldiğini ve bugün İslam âleminin ne halde bulunduğunu izah ettikten sonra sözlerine şöyle devam etmişlerdir:
-…”Arkadaşlar,
Milletimizin içinde bulunduğu bu gafletin sebebi aslisi nedir? Bu millet ki asırların gafleti içinde en nihayet gözünü açtığı zaman, kendini âdem mezarının kenarında bulmuştu. Bir an ve bir adım daha, artık ebediyen gözünü açmamağa mahkûm kalacaktı. Bundan sonra inşallah milletin intibah gözleri bir daha kapanmayacak, artık bundan sonra o gözler nurlu, şuleli ve dikkatli kalacaktır. Fakat bunun böyle olmasını temin için eski halin sebebi aslisini aramak ve bir daha tekerrürüne meydan bırakmamak lâzımdır.
Bizi mezara götüren o sebebi asli nedir? Bunu hiç şüphesiz mahiyeti idaremizde aramalıdır. Demin arkadaşımız Ramazan Ağa çok güzel izah etti: ―Ben hiç mektep, medrese görmedim, cahilim kusura bakmayın‖ dedi. Keşke mektep, medrese görmeyenlerin hepsi Ağa hazretleri gibi olsaydı. Çünkü kendileri çok âlimce ve daha hakikî malûmat sahibidir. Ümmî olan Ramazan Ağa, cahil olmadığını demin müsahabemiz esnasında pek güzel ispat etti. Ezcümle demiştir ki:
―Eski Osmanlı hükümeti sopaya malikti. Biz çalışırız, mahsulâtımızı elimizden alırlar. Yine karşımızda sopayı görürdük. Dinleyecek makam yoktu, işitirdik birtakım insanların sarayları, cariyeleri varmış, onların başında sultan varmış. Meğer bizim bütün mal ve mülkümüz onlarınmış. Bizi her şeyden mahrum eden meğer o saraylar, o sultanlarmış.”
Evet arkadaşlar, o saraylar ve o sarayların etrafını çeviren hainler asırlarca bu milleti gaflette bıraktılar; onu nura koşmaktan menettiler. Onlar bu milleti ve bu memleketi yalnız iki zamanda düşünürlerdi. Biri paraya, diğeri askere muhtaç oldukları zaman! Bir baştan memleketi soyarlar, diğer yandan milletten aldıkları askerle Viyana‘yı, Mısır‘ı, İran‘ı zabt için fütuhata kalkarlardı. Hâlbuki milletin o fütuhatta hiçbir emeli millîsi, arzuyu vicdanisi ve menfaati yoktu. Onların hırsı, onların şan ve şerefi için, bu milletin evlâtları bir daha dönmemek üzere onların arkasından sürüklenirlerdi. Sonra onların, saraylardaki debdebe ve dârâtı temin için paraya ihtiyaçları vardı. Bu parayı milletten sopa ile alırlardı. Bütün bunların neticesi milleti fakre, harabiye, nihayet ölümün kıyısına götürdü. İşte bu tarzı idareye padişahlık idaresi denir. Arkadaşlar, bu idareyi bir daha dirilmemek üzere tarihe gömdük. Bugün eski idareden büsbütün ayrı yeni bir Türkiye devleti var. Bunu idare eden Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti‘dir. Kemali cesaretle diyebiliriz ki, bugün bir halk hükümetimiz vardır. Bu halkın mukadderatı artık ebediyen bu halkın elindedir. Vakıa bugün bu hükümetin bütün prensiplerini, bütün usullerini bu yeni idarenin icabatına göre tatbik edemedik. Lâkin insafla düşünmeli, yeni idarenin hayatı kaç seneliktir ve nasıl bir zamanda doğdu ve nasıl şeraitle büyüdü? Arkadaşlar, bir hükümet iyi midir, fena mıdır? Hangi hükümetin iyi veya fena olduğunu anlamak için, hükümetten gaye nedir? Bunu düşünmek lâzımdır. Hükümetin iki hedefi vardır. Biri milletin mahfuziyeti, ikincisi milletin refahını temin etmek. Bu iki şeyi temin eden hükümet iyi, edemeyen fenadır. Eski Osmanlı hükümeti bu iki gayeyi temin etmiş midir? Bu suale kemali kat‘iyetle verilecek cevap menfidir. O hükümet bir defa milleti muhafaza edemediği gibi, daima ve daima kırdırmıştır. Bilir misiniz, yalnız son kırk beş seneden beri Yemen‘de mahvolan askerilerimiz ve dönmeyen evlâtlarımızın adedi bir buçuk milyona karibdir? Balkanları, Suriye‘yi, şurayı, burayı düşününüz.
Birçok yerlerde bekçilik yapmak için öldürülen hadsiz, hesapsız evlâtlarımızı düşününüz. O hükümetin bu milleti nasıl doğrattığını anlarsınız. O hükümet birinci gayesini yapamadı. Bari ikinciyi yaptı mı, bari kalanlar mes‘ut ve zengin midir? Bunu hiç düşünmeğe mahal yok. Maatteessüf memleket baştan nihayete kadar harâbezardır. Her yerde baykuşlar ötüyor. Milletin yolu yok, serveti yok, hiçbir şeyi yok. Bütün millet acınacak bir fakrü sefalet içindedir.
İşte eski tarzı hükümet milleti bu halde bıraktı. Çiftçi arkadaşlar, herkes sizler gibi vicdanlı, saf ve nezih kalpli olsaydılar onlara eski hükümetin fenalığım anlatmağı zait addederdim. Fakat kendisini malûmatlı zanneden birtakım akılsız ahmaklar, vicdansız hainler var. Bunlar benim fena olarak izah ettiğimi, size iyi olarak anlatacaklardır. Onlara verilecek cevabın ne olması lâzım geldiğini sizlere terk ediyorum.
Şimdiki şekli hükümetimiz, bizim için en iyi ve en muvafık olanıdır. Henüz üç buçuk dört yaşında olan bu hükümetin, bu müddet zarfında yaptığını vahidi kıyası olarak alınız ve aynı vahitle bundan sonrayı da tetkik edin. Bu tarzı hükümetin dört senede ne yaptığını düşününce, bundan sonra da ne yapılabileceğini anlarız. Dört senelik kısa bir zaman içinde mevcudiyeti milliyemizi, şerefimizi, şahsiyetimizi kurtardık. Bütün dünyaya karşı yalnız bugünkü mevcudiyetimizi muhafaza ile kalmadık, asırların omuzlarımıza yüklettiği seyyiatı da temizledik ve onların faili olmadığımızı cihanı beşeriyete fi‘len ispat ettik. Vakıa bu tarzı hükümet, bu kısa müddet içinde milleti müreffeh ve mes‘ut yapamadı. Bin türlü mihnet ve meşakkatler içinde ilk adımlarını atan bu tarzı hükümetin semeratını henüz maddî bir halde görmüş değiliz. Lâkin yapılan şeyler bize, yapılacak şeyleri de pek güzel gösteriyor. Hepimiz vicdanlarımızda en kuvvetli kanaatler ve emniyetlerle biliyoruz ki, milletimiz behemehâl zengin, müreffeh ve mes‘ut olacaktır. Hükümetimizin tarz ve mahiyeti bu gayeyi temine kâfidir, kâfildir ve kudreti iyidir.”
Atatürk, bundan sonra iradei milliyeden, milletin hâkimiyetini artık kimseye vermeyeceğinden, hâkimiyetin bir millet için hayat, namus ve her şey olduğundan, artık milletin namus ve hayatını başkasına tevdi edemeyeceğinden, bu milletin elinden hâkimiyetini almak isteyen hain ve iğfal kârların artık muvaffak olmalarına imkân olmadığından bahisle sözü kendi haklarında gösterilen tezahürata naklederek sözlerine devam etmişlerdir:
-…”Gerek bu gece burada ve gerek dünden beri her yerde, muhterem hemşehrilerim Adanalıların hakkımda gösterdikleri çok kıymetli, çok hararetli ve samimî takdirat ve tecveccühattan bütün mevcudiyetimle mütehassıs ve minnettarım. Yalnız şunu bir hakikat olarak biliniz ki, şeref hiç bir vakit bir adamın değil, bütün milletindir. Eğer yapılan işler mühimse, gösterilen muzafferiyetler bârizse, inkılâbat calibi dikkatse her fert kendini tebrik etmelidir. Çünkü böyle büyük şeyleri ancak çok kabiliyetli olan büyük milletler yapabilir ve bu milletin her ferdi böyle en kabiliyetli ve büyük bir millete mensup olduğunu düşünerek kendini tebrik etsin.”
Atatürk, bundan sonra milletteki tesanütten, fikir, his ve azim birliğinden, bu üç şeydeki birlikle muvaffakiyete erdiğimizden, milletin bir kitlei tesanüt olması sayesinde Yunanın denize döküldüğünden ve bundan sonraki mücadelede de bu tesanüdü daha ziyade kuvvetlendirmeğe ihtiyacımız olduğundan bahsederek sözlerine şöyle devam etmişlerdir:
-…”Üç dört sene evvel mebdei teşebbüsatımda, kuvvetli sözler söylemiştim. Bu milletin derecei kabiliyetini yakından ve içinden görmek itibariyle kuvvetli sözler söylemiştim. O zaman onları hiffet telâkki eden hafif dimağlı kimseler vardı. Fakat sırf milletimizin ruhundaki büyük kabiliyete güvenerek vukuundan evvel söylediğini o sözlerin, hakayik ve fiiliyat ile maddeten teeyyüt ettiğini görmekle bahtiyarım. Hiçbir sözümde milletime karşı ric‘at vaziyetinde kalmadım. Onları söylerken bir hayalperest gibi, hayal terennüm eden bir Ģair gibi değil, onları söylemekliğim bu milletteki kabiliyet unsurlarını bilmekliğimden idi. Yine aynı anasıra güvenerek siz muhterem çiftçilere kat‘iyetle söylüyorum ki, âtiye ait söylediklerim de kolaylıkla kabili husuldür ve husul bulacaktır. Yeter ki birbirimize olan emniyet ve itimat münselip olmasın.
İyi biliniz ki, bu emniyet ve itimadı ihlâle sâi olanlar vardır. Sizi iğfal ve izlâl etmek isteyenlere açıkça sorunuz. Biliniz ki o iğfal kârlar açık sözden kaçınırlar. Onlar kulaktan kulağa söylemeği tercih ederler. Siz onlara “fısıldama istemiyoruz” deyiniz. O hainlerin fısıltısı kısılsın, millet her şeyi açıkça öğrensin ve açıkça sorsun.”
Atatürk, burada harp ve sulh hakkındaki kanaatlerini açıkladıktan sonra sözlerine devam etmiştir:
-…”Behemehâl şu ve bu sebepler için, milleti harbe sürüklemek taraftarı değilim. Harp zarurî ve hayatî olmalı. Hakikî kanaatim şudur: Milleti harbe götürünce vicdanımda azap duymamalıyım, öldüreceğiz diyenlere karşı, “ölmeyeceğiz” diye harbe girebiliriz. Lâkin hayatı millet tehlikeye maruz kalmayınca, harp bir cinayettir.
İnşallah iyi ve şerefli bir sulh yapacağız. Sulhun imzasıyla önümüzde bir çalışma devri açılacak. O zaman Türkiye Büyük Millet Meclisi vazifei tarihiyesini ikmal etmiş olacağı için, tabiatıyla yeni intihabat yapılacaktır. Muhterem çiftçiler, yeni intihabı çok mühim bir vatan meselesi olarak telâkki ediniz. Çünkü bundan sonra içtima edecek olan meclisin memlekete, millete yapmağa mecbur olduğu vazifeler çok güç, çok ağır, çok mühimdir, içinizde memleketi ve milleti en çok seven, aklına, ferasetine, vicdanına en çok güvendiğiniz insanları intihap ediniz. Ancak bu sayede meclis sizin arzularınızı ifaya, lâyık olduğunuz refahı temin kudretine malik olacaktır. Bana gelince millet beni tekrar intihap ederse, bu yeni meclise dâhil olurum. O zaman vazifemi emniyetle yapabilmek için, bir Halk Fırkası teşkili emelin-deyim. Fırkanın programını zamanı lâzımında bütün millete bildireceğim. Memnun olursanız iyi bulduğunuz yerler olursa onu kabul, memnun olmadığınız yerler olursa onları da bana bildirirsiniz. Ben de tashih ederim, istiyorum ki, o program şahsî olmasın, bütün milletin programı olsun.”
Atatürk, sonra siyasi duruma geçerek düşündüklerini anlatmışlar ve sözlerine şöyle devam etmişlerdir:
-…”Devletlere verdiğimiz son mukabil cevabı biliyorsunuz. Basit, meşru, hayatî olan şartlarımızı devletler kabul etmezler de bizi harbe sevk ederlerse, sakın telâş etmeyiniz. Emin olunuz ki o zaman belki şimdikinden daha kuvvetli bir devre nail olacak, daha müsait şerait temin edeceğiz. Ordularımız da her tarafta maddi ve manevi teminatı istihsale kâfi bir kudrettedir.”
Atatürk, çiftçilere teşekkür ederek daha müsait zamanlarda kendileriyle hususiyet dairesinde etraflı görüşeceklerini temin eyleyerek iki saat on beş dakika devam eden konuşmasına aşağıdaki cümle ile nihayet verdi:
-…”Muhterem çiftçiler, sizler hepimizin babasısınız, hepimizin efendimizsiniz.” (Bakınız: Hâkimiyeti Milliye, 21 Mart 1923 / Erdem Çanak, “Atatürk’ün Adana Ziyaretleri”, Kasım 2014)