Atatürk, demiştir ki:
-…”Tarih yazmak tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.”
Atatürk, 3 Haziran 1935 Pazartesi günü, akşam saatlerinde İstanbul’dan trenle Başkent Ankara’ya hareket etmiş, 4 Haziran günü Başkentimizi büyük onurlarla bir kez daha şereflendirmiştir.Atatürk, Ankara’ya gerçekleştirdiği bu ziyaretlerini 27 Haziran Perşembe günü tamamlamış ve yine akşam saatlerinde trenle İstanbul’a hareket etmişlerdir.28 Haziran 1935 günü trenle Haydarpaşa’ya gelmiştir. Önce, motorla Dolmabahçe Sarayı’na uğramış, sonra Florya’ya geçmiş ve gece tekrar Dolmabahçe Sarayı’na dönmüşlerdir.
Hemen yukarıda görmekte olduğumuz renklendirilmiş fotoğraf, Atatürk’ün 4 ila 27 Haziran 1935 tarihinde, Ankara ziyaretleri sırasında, Amerikalı gazeteci Miss Gladys Baker ile yine Amerika’nın genç şairlerinden Miss Henderson ile birlikte çekilmiştir.
Anadolu Ajansı, Atatürk’ün 4 – 27 Haziran 1935 tarihlerinde gerçekleştirdikleri Ankara ziyaretleri sırasında, Amerikalı gazeteci GladysBaker’ın daha önceden Atatürk ile yapmış olduğu röportajı 20 Haziran 1935 tarihinde basına servis etmiş, ertesi günü de belli başlı Türkiye gazetelerinde yayımlanmıştır. (Lütfen Bakınız: “Ulus Gazetesi – 21.06.1935, Zaman Gazetesi – 21.06.1935, Cumhuriyet Gazetesi – 21.06.1935.”)
Haberin 21 Haziran 1935 günkü belirli gazetelerde yayımlanması ve o tarihte Atatürk’ün Ankara’da bulunması nedeniyle röportajın 20 Haziran 1935 günü yapılmış olduğu kanısı uyanmıştır.
Niyazi Ahmet Banoğlu, “Atatürk’ün İstanbul’daki Günleri” adlı eserinde:
—“26 Mayıs 1935 Pazartesi günü, Atatürk, Amerikalı kadın gazeteci ile ilk kez Büyükada Yat Kulübü’nde karşılaşmış ve görüşmüştür. Gladys Baker, Dolmabahçe Sarayı’nda yapılacak röportajın randevusunu da bu görüşmede sağlamıştır. Bu itibarla, Gladys Baker’in yapmış olduğu röportaj Amerika’da yayımlandıktan sonra Anadolu Ajansı’nca Türkçe ’ye çevrilmiş ve ancak 20 Haziran’da basına yansıtılabilmiştir,” demiştir. Banoğlu, ayrıca verdiği bilgilerin doğruluğunu ispatlamak ihtiyacı duymuş ve yine eserindeki 26 Mayıs 1935 günü maddesine dikkati çekmiştir:
—“26 Mayıs, Pazartesi
“Atatürk’ün Amerikalı Gazetecileri Kabulü;
Atatürk, bir gün öncesinden geldiği ve geceyi geçirdiği Büyükada Yat Kulübü’ndedir. Atatürk bugün öğle yemeğini Yat Kulübü’nde Amerikan gazetecileriyle birlikte yemiştir. Atatürk, Amerikalı kadın gazetecilerle Yat Kulübü’nde yaptığı sohbette çeşitli dünya sorunları üzerinde durmuş, kendisine yöneltilen soruları cevaplandırmıştır.Atatürk, saat 16.20’de Kalamış vapuruyla Büyükada’dan ayrılmış, 18.30’da Dolmabahçe Sarayı’na dönmüştür,” bilgilerini teyit etmiştir (s:468).”
Niyazi Ahmet Banoğlu, Atatürk’ün 26 – 27 Mayıs 1935’i izleyen günlerde Amerikalı kadın gazeteci ile görüştüğünü belirtse de Cemal Granda’nın anılarında aynı görüşte olmadığı görülmektedir.
Cemal Granda anılarında; “Atatürk’ün Amerikalı gazetecileri kabul buyurdukları tarihi 1933, mekânı ise Park Otel olarak,” kaydettirmiştir.
Cemal Granda, 1910’da Manisa’nın Salihli ilçesinde Ser komiser Mustafa Kamil Bey’in oğlu olarak dünyaya gelmiş, 1925’de İstanbul’a gelerek Seyrüsefain idaresinde (Denizyolları) kamarot olarak iş hayatına atılmış, bu nedenle de birçok Avrupa limanlarını gezme fırsatını bulmuştur. 3 Temmuz 1927’de İstanbul’da Atatürk’ün hizmetine girip, 10 Kasım 1938’e kadar görevini sürdürmüş, daha sonra Yalova Termal Oteli Mubayaa Memurluğundan emekli olmuştur.
Atatürk’e ilişkin anılarını ilk kez 1959’da Turhan Gürkan’a anlatmış, 4 Mart 1959’dan 31 Mayıs 1959’a kadar Şehir Gazetesinde yine Turhan Gürkan imzasıyla yayımlanmıştır. Sonradan bu hatıralar “Atatürk’ün Uşağının Gizli Defteri” adı altında 1971’de İstanbul’da Fer Yayınları tarafından bir kez daha yayımlanarak raflarımızdaki yerlerini almıştır. Eserin, 171 ve 172 sayfalarında o gün şöyle anlatılmıştır:
İKİ KADIN GAZETECİ:
1933 yılında Park Otel’de orta yaşlı, fakat çok güzel iki kadın Atatürk’ün dikkatini çekti. Mavi gözlü, sarışın bu kadınlar bir köşeye çekilmişler, sessiz sedasız oturuyorlardı. Hususi Kalem Müdürü Süreyya Bey’e:
-…”Kimdir bu kadınlar?” Diye sordu.
Süreyya Bey, Metrdotel Karabet Efendiye kadınların kim olduklarını sordu ve Amerikan gazetecileri olduklarını öğrenerek Atatürk’e bildirdi. Bunu duyan Atatürk:
-…”Acaba masamıza davet etsek gelmezler mi?” Dedi.
Metrdotel Amerikalıların yanına giderek Atatürk’ün çağrısını bildirdi. Kadınlar, “memnuniyetle” diye hemen yerlerinden kalkıp Atatürk’ün yanına geldiler.
O gece geç vakte kadar Atatürk, konuk gazetecilerle ilgilendi. Gezdikleri yerleri sordu, çalışma programlarını dinledi. Tercümanlığını Süreyya Bey yapıyordu. Atatürk, daha sonra konuklara şunu sordu:
-…”Siz Türkiye’de nereleri gördünüz?
Gazeteciler şu karşılığı verdiler:
—“İstanbul’u gördük, müzeleri gezdik, tarihi yerleri dolaştık…”
-…”Türkiye yalnız İstanbul değildir. Sizi on beş gün memleketimde misafir etmek istiyorum. Bu zaman içinde istediğiniz yerleri görmekte serbestsiniz, böylece Türkiye’yi daha yakından tanımak fırsatını elde etmiş olursunuz. Kabul eder misiniz?”
—“Teşekkür ederiz. Memnuniyetle kabul ediyoruz.”
Bunun üzerine Süreyya Bey konukçu olarak Amerikalı gazetecilerin yanına veriliyor. İzmir, Efes, Antalya, Belkıs yıkıntılarını dolaştıktan sonra Ankara’ya gidiyorlar. Birkaç gün de orada kaldıktan sonra İstanbul’a dönüyorlar.
Amerikalı gazeteciler İstanbul’a dönüşlerinde Dolmabahçe Sarayı’nda yeniden Atatürk tarafından kabul edilip, yemeğe alıkonuldular. Sofra gece saat yirmi dörde kadar sürdü. Konuklar gezdikleri yerleri anlattılar. Atatürk büyük bir dikkatle bunları dinledi. Eksik edindikleri bilgileri tamamladı.
Bir gün sonra konuklar, bir maceraya götürüldüler. Askeri manevraları hayranlıkla seyrettiler. Bir ara, manevra alanına bağlanan bir telefon hattıyla Amerikan Başkonsolosuyla da bir görüşme yaptılar.
Birkaç gün sonra Amerikalı gazeteciler memleketlerine döndüler. Bu iki kadın, yüz altmış beş gazeteye birden gittikleri yere yazı yazarlarmış. Türkiye izlenimleri günlerce Amerikan basınında yer aldı. Bunları bizim gazetelerden de bazdan çevirip yayınladılar.
Amerikalı gazeteciler yazılarında Atatürk’ten hayranlıkla söz etmekte, çok nazik ve centilmen bir devlet başkanı olduğunu söylemekte, Dolmabahçe Sarayı’nın çiçekler içindeki güzelliğini öğretmekteydiler. Atatürk’ün, konukların bulunduğu sofraya smokin giyerek geldiğini yazıyorlardı. Oysa Atatürk’ün o gece düz bir lacivert elbisesi vardı üzerinde.”
Cemal Granda’nınanılarında; “Atatürk’ün Amerikalı gazetecileri kabul buyurdukları tarihi 1933, mekânı ise Park Otel olarak,” kaydettirmişse de, bu bilginin zaman ve yer olarak doğruluğu tartışılmalıdır. Çünkü,Atatürk’ün, İstanbul, Ayazpaşa’da bulunan sözü geçen Park Otel’e gidiş tarihi 7 Eylül 1932 gecesidir.
Özel Şahingiray tarafından toparlanan “Atatürk’ün Nöbet Defteri” adlı eserin 93 -94’ncü sayfalarında:
—7 Eylül 1932, “Atatürk’ün akşamüzeri Dolmabahçe’den otomobille Florya’ya gidişi ve dönüşünde Edirne’den gelen ‘Posta Treni’ ne binerek yolcular arasında 20.30’da Sirkeci istasyonuna gelerek, akşam Ayazpaşa’da Park Otel’e gelerek yemeğini burada yemiş ve geç saatlerde Dolmabahçe Sarayı’na dönmüştür,” demektedir.
18 Mayıs 1932 günü yayımlanan Cumhuriyet gazetesi sayfa 2’de ise, Avrupa’nın ve Amerika’nın 140 büyük gazetesinde yazı yazan gazetecilerden Mis GladysBaker’ınilk defa şehrimize (İstanbul) geldiğini aşağıdaki haberle duyurulmuştur:
—“Geçenlerde İstanbul’a gelen mülakatlar kraliçesi İngiliz gazetecisi Matmazel Beti Rost’an sonra dün de Avrupa’nın ve Amerika’nın 140 büyük gazetesinde yazı yazan gazetecilerden Mis Gladys Baker şehrimize gelmiştir.
Amerikalı gazeteci ile beraber Amerika’nın genç şairlerinden MissHenderson Kay da memleketimize gelmiştir. Amerika ve Avrupa’da birçok hükümet reisleri ve ricali ile mülakatlar yapan ve İstanbul’a gelmezden evvel Roma’da M. Musolini ile de görüşen Amerikalı gazeteci, dün Park Otel’inde kendisi ile görüşen bir muharririmize demiştir ki:
“Türkiye bana romantik bir yer gibi görünüyor. Fakat henüz memleketinizi görüp bir fikir edinemedim. Burada da bazı mülakatlar yaparak gazetelerime göndermek istiyorum. Şimdiye kadar binden fazla mülakat yaptım ve 140 gazetede neşrettim. Fakat Türkiye’de yapacağım mülakatları şimdiye kadar yaptıklarımın üstünde sayacağım…”
Cumhuriyet gazetesi,21 Haziran 1935’te ise, bir müddettir şehrimizde bulunan Avrupa’nın ve Amerika’nın 140 büyük gazetesinde yazı yazan gazetecilerden Mis Gladys Baker’ın yarın Sofya’ya gideceği haberi şöyle verilmiştir:
—“Gladys Baker, Türkiye’deki ihtisaslarını şöyle anlatmıştır:
“İstanbul’a gelirken trende karşılaştığım bir genç Türk bana demişti ki:
-“Her Türk’ün yüreğini aç, orada tek bir kelime bulacaksın: ATATÜRK!. ATATÜRK, insanların fevkindedir. Bütün hareket ve faaliyetlerimizde ilhamımızı ondan alırız…”
Büyün Türkiye’de bu düşünce ile karşılaştım ve Cumhurbaşkanınızla konuşabilmek fırsatını bulduğumdan beri, Türk ulusunun, Yüce Önderini niçin bu kadar takdirle karşıladıklarını anlamak, benim için, artık güç bir şey değildi. Yaptığı büyük inkılapların neticesini görünce, medeniyetin ilerlemesi yolunda, ancak yüz senede yapılabilecek işlerden da daha çok işler yaptığını anlıyorum.
Bugün dünyada yüksek idealler, parlak nazariyeler taşıyan birçok devlet adamları vardır. Fakat Türkiye’nin Cumhurbaşkanı, düşüncelerini tahakkuk ettirmekte hakikatten görülmemiş bir kabiliyete maliktir. Ben ATATÜRK ‘ü, pratik bir inkılapçı diye anıyorum.
Gördüğüm dünya şahsiyetleri içinde Kemal ATATÜRK ‘ü büyük bir lider ve büyük bir şahsiyet olarak en dinamik telakki ederim. Kadınlığın inkişafı yolunda atılmış olan geniş adımlar, insanı bilhassa mütehassıs ediyor. Türkiye’de kadınlar eşitliği (müsavatı) yalnız kanunla değil hakikatte de yaşıyor. Ankara’da kadın saylavlarınızla konuşmak zevkini elde ettim. Türk kadın saylavları devlet şahsiyeti olmakta, bütün dünyadaki kız kardeşlerine ön ayak oluyorlar…
Türkiye’de en önemli tecrübelerimden biri de, devlet adamlarınızdan birkaçı ile konuşmam oldu. Başkanınız General İsmet İNÖNÜ, şimdiye kadar konuşabildiğim şahsiyetler arasında en seçmelerinden biridir. Süel (askeri) zaferleri ve Lozan’daki parlak siyasallığı hakkında kitaplar okumuştum. Arsı ulusal barış yolunda durmaksızın çalışıyor.
Kamutay başkanınız Abdülhalik Renda’nın kadın haklarına en çok taraftarlardan biri olduğunu biliyor muydunuz? Bana günün birinde kendi yerini bir kadının dolduracağını söyledi.Maruf gazeteci Dış İşleri, İç İşleri ve Bayındırlık Bakanlarımızın yüksek meziyetlerinden takdirle bahsetmiştir.
Ankara beni hayrette bıraktı.
Orada bulunduğum müddetçe daima: “ÇÖLÜ BİR GÜL GİBİ AÇTIRACAK” diye çok eski bir sözü hatırladım.
İşte Cumhurbaşkanınızın, düşüncelerini hakikate çevirmek yolundaki bir şahidi daha… Dün ağaçsız ve bırakılmış bir ufak yer olan Ankara, şimdi mükemmel binalar akasyaların bezediği caddelerle her gün daha güzelleşiyor.
Son söz olarak şunu söyleyebilirim ki, Türkiye’de kalışım, mesleğimin en aydınlatıcı safhalarından biri olmuştur. Sizin heyecan veren şahsiyetlerinizle temas etmekten ve etrafımda gördüğüm yeni hayattan büyük ilham buldum. Güzel bir konukseverlik duygusu, ırkınızın göze çarpan bir vasfıdır. Güzel batılarınızı ve mavi fecirlerinizi daima hatırlayacağım. Yüreğimde, Türkiye’ye karşı bir daüssıla ile dünyayı dolaşıp duracağım ve bir gün gene Türkiye’ye geleceğim.”
-…”Tarih yazmak tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.” Sözünü bir kez daha hatırlayıp, 26-27 Mayıs 1935’i izleyen günlerde Dolmabahçe Sarayı’nda yapılmış olan mülakatı hep birlikte okuyalım:
–“Yakın bir gelecekte harbin çıkması muhtemel olduğunu zannediyor musunuz?”
Son zamanlarda kendisine Atatürk adı verilen Mustafa Kemal, asker devrimci Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı olmadan evvel sultanların oturduğu “Dolmabahçe” adlı beyaz mermer saraydaki yemek masasının altın sofra takımından dürüst mavi gözlerini kaldırdı ve bakışları, Şam işi perdeli yüksek pencerelerden karanlık ve durgun Boğaziçi’ni geçerek Anadolu sahilinin yanıp sönen ışıklarına gitti. Ağır ve ciddi bir sorun:
-…”Yakın gelecekten söz etmemeli,” dedi. “Savaş tehlikesi bulunduğumuz zaman da vardır.”
Avrupa’daki durumun birkaç ay evveline göre daha gergin olup olmadığı sorusuna:
-…”Daha fazladır, çok daha fenadır. Savaşın ciddiyetini göz önüne almayan bazı içtenliksiz önderler saldırının amaçları, “agent”ları olmuşlardır. Kontrolleri altındaki uluslara, ulusçuluğu ve geleneği yanlış bir biçimde göstererek ve kötüye kullanarak aldatmışlardır. Bu bunalımlı saatlerde altüst oluşa engel olmak için kütlelerin kendileri karar vermeleri ve sorumluluk mevkiini yüksek karakterli ve yüksek moralli, vicdanlı insanların eline vermeleri zamanı gelmiştir. Bu gecikmeden yapılmalıdır.”
Bundan sonra Atatürk, dünyanın en kuvvetli diktatörlüğüne çıkmak için hiçbir engele göz yummayan Çanakkale’nin ve “çok uzak bir gelecekte olmayan” Türk Kurtuluş Savaşı’nın Askeri Kahramanı dedi ki:
-…”Eğer savaş bir bombanın patlaması gibi birdenbire çıkarsa, uluslar savaşa engel olmak için silahlı direnişlerini ve mali kudretlerini saldırgana karşı birleştirmektir, duraksamamalıdırlar. En çabuk ve en etkili önlem, olası bir saldırgana, saldırısının yanına kâr kalmayacağına açıkça anlatacak uluslararası örgütün kurulmasıdır.”
Atatürk, bölgesel antlaşmaların nihai değerinin bütün ulusları kapsayacak genel bir paktın akdinde olduğu inancındadır.
-…”Bununla birlikte var olan durumda en ivedilikli ihtiyaç, komşu ülkelerin birbirlerinin özel ihtiyaçlarını ve sorunlarını görüşmeleridir. Bundan başka bölgesel antlaşmalar, barışın korunması için değerlerini şimdiden kanıtlamışladır.”
İnsanı teslim alıcı gözlerinde Gazi’nin olağanüstü önderlik kuvveti vardır. Kalın kaşları sakin durmaz, yüksek entelektüel zirvelere kalkar ve şaşırtıcı derecede geniş alnında çizgiler oyacak bir biçimde çatılır. Derisi açık renkli ve güneşten yanmıştır. Esmer değildir. Saçı sarımtırak kahverengindedir. Ağzının temiz kesilmiş hattı ve çenesi, kararlarının kesinliğini gösterir. O tetiktir, cevabı hazırdır, nazar-ı dikkati çekecek derecede zekidir.
Savaş çıktığı takdirde Amerika tarafsızlık siyasetini muhafaza edebilir mi?”
…”İmkânı yok, dedi. İmkânı yok. Eğer harp çıkarsa, Amerika’nın uluslar topluluğunda işgal ettiği yüksek mevki her halde etkilenecektir. Coğrafi durumları ne olursa olsun uluslar birbirlerine birçok bağlarla bağlıdırlar.”
Atatürk dünyadaki milletleri bir apartmanda oturanlara benzetiyor:
-…”Birleşik Amerika Cumhuriyetleri bu apartmanın en lüks dairesinde oturmaktadır. Eğer apartman, oturanlardan bazıları tarafından ateşe verilirse, diğerlerinin yangının etkisinden kurtulmasına imkân yoktur. Savaş içinde aynı şey söylenebilir. Birleşik Amerika cumhuriyetlerinin bundan uzak kalması mümkün değildir.”
Atatürk şu sözleri ilave etti:
-…”Bundan başka, Amerika büyük ve kuvvetli ve dünyanın her yerinde alakası olan bir devlet olduğundan kendisinin siyaset ve ekonomi yönlerinden ikinci derecede bir konuma düşmesine asla izin veremez.”
Fikrinizce Amerika adalet divanına iltihak etmeli mi idi? Sualini sordum, dedi ki:
-…”Adalet Divanı’na katılmakla Birleşik Amerika Cumhuriyetleri, şüphesiz genel barışın sürdürülmesine yardım etmiş olacaktı. Nüfuzu ve insani idealleri o kadar büyük olan bir milletin, uluslararası anlaşmazlıkların barış yolu ile çözümlenmesinde aktif bir pat almayı reddetmesi doğru değildir.”
Öyle ise, Milletler Cemiyeti’nin, barışın korunması için etkili bir araç olduğunu sanıyor musunuz? Dedim.
-…”Milletler Cemiyeti, henüz kesin ve etkili bir araç olduğunu ispat etmemiştir.” Dedi, diğer taraftan, “Milletler Cemiyeti bugün, bütün milletlerin, ortak amaçlarının gerçekleşmesi için çalışabilecekleri biricik örgüttür.”
On dört milyon Türk tarafından vatanlarının kurtarıcısı olmakla tanınan idealist Atatürk devam etti:
-…”Buna da inanıyorum ki eğer devamlı barış isteniyorsa toplumların vaziyetlerini iyileştirecek uluslararası tedbirler alınmalıdır. İnsanlığın bütün olarak refahı, açlık ve baskının yerine geçmelidir. Dünya vatandaşları, haset, açgözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde terbiye edilmelidir.”
Atatürk bu sözlerini hassas elleriyle çoğu kez yaptığı kuvvetli jestlerle belirtirmiş ti.
Türkiye’de Bolşevikliğin yayılmasından korkuyor musunuz? Dedim. Şu cevabı verdi:
-…”Türkiye’de Bolşeviklik olmayacaktır. Çünkü Türk hükümetinin ilk amacı halka hürriyet ve saadet vermek, askerlerimize olduğu kadar sivil halkımıza da iyi bakmaktır. Türkiye’de işsizlik yoktur. Milletimiz boş zamanlarında sıhhi dinlenme imkânlarına sahiptir.”
Türkiye neden boğazları güçlendirmek istiyor? Sualini sordum:
-…”Türkiye’nin Boğazları açık bırakmaya razı olduğu Lozan Anlaşması’ndan beri dünya vaziyeti ve bazı koşulları değişmiştir. Boğazlar, Türk topraklarını iki kısma ayırır. Bundan dolayı bu deniz geçidinin tahkimi Türkiye’nin emniyeti ve müdafaası için çok ehemmiyetlidir. O, aynı zamanda, uluslararasıilişkilerin can alıcı bir unsurudur. Anahtar durumunda böyle mühim bir yer, herhangi bir maceracı saldırganın keyfine ve merhametine bırakılmaz. Türkiye, muhtemel barış bozucularının, birbirleri ile harp etmek için Boğazlardan geçmesine engel olmaya mecburdur.”
Kusursuz smokinin altında geniş omuzları doğruldu ve:
-…“Türkiye buna asla izin vermeyecektir,” dedi.
Kemal Atatürk’e neden diktatör diye söz edilmekten hoşlanmadığını sordum:
-…”Ben diktatör değilim, dedi. Benim kuvvetli olduğumu söylüyorlar, evet bu doğrudur. Benim arzu edip de yapamayacağım bir şey yoktur. Çünkü ben zoraki ve insafsızca hareket etmek bilmem. Bence diktatör, diğerlerini iradesine ram edendir. Ben kalpleri kırarak değil, kalpleri kazanarak hükmetmek isterim.”
O (Gazi), yani (muzaffer olmuş) unvanını da sevmez. Ona halk tarafından verilen ve (Türklerin babası) demek olan (Atatürk) diye çağrılmayı tercih eder. İstirahatte ikine yüzü sert, dudakları trajiktir. Neşeli olduğu zaman bile gözleri çelik pırıldamasını muhafaza eder.
Mesut olup olmadığını sordum:
-…”Evet, çünkü muvaffak oldum.”
Eksiklikler benim, fazlalıklar daha önce emek verenlerindir. Bir başka yazımda görüşmek üzere esen kalınız efendim.
İsmet Erarpat