Bugün Anneler Günü. Her yıl Mayıs ayında kutlanan bu önemli gün 2017 senesi itibarıyla 14 Mayıs Pazar gününe denk geliyor.
Bu günkü yazımı bu anlamlı gün vesilesiyle;
Başta Ülkemizi Düşman İşgalinden Kurtaran, Cumhuriyetimizin Kurucusu, Çağdaş Türk Devrimlerinin Baş Mimarı, Ulu Önder, Eşsiz Kahraman Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK ‘ü yetiştiren Zübeyde Hanımefendi’yi, bizlere “Ne Mutlu Türküm Diyene” şeref ve onurunu yaşatabilmek için O ‘nun yolunda Kurtuluş Savaşı Mücadelesine katılmış tüm unutulmaz kahramanlarımızı yetiştirerek bu vatan uğruna feda eden tüm annelerimizi en derin sevgi, saygı ve hürmetlerimle anıyor, hepimizin adına o mübarek ellerinden öpüyorum efendim.
Zübeyde Hanımefendi, bir milletin kaderini ve tarihteki varlığını değiştiren bir şahsiyetin annesidir. Tarihte milletlerin kaderini etkileyen insanların kaçının arakasında anneleri vardır?
Bunun cevabını vermek elbette çok zor…
Kuşkusuz Zübeyde Hanımefendi bir diğer adıyla “Molla Zübeyde”, evladını çocukluğunda ve gençliğinde öyle bir etkilemiştir ki Mustafa Kemal ATATÜRK, bu etkiyi yetişkinliğinde, savaş meydanlarında, ülke yönetiminde her zaman hissetmiştir. (Molla: “Okuma, yazma bilen kadınlara o devirde verilen lakaptır.“)
Zübeyde Hanımefendi, O’nu desteklemiş, en güç anlarında en uzak diyarlara kadar oğlunun yanına koşmuştur. Anne ve oğul yaşamları birliktedir ve birbirinden ayrılmaz bir şekildedir. Sevinçler, acılar, kaygılar, korkular ve başarılar hep birlikte yaşanmıştır. Ayakta kalabilme mücadelesini anne – oğul birlikte vermiştir. Zaman gelmiştir küçük bir fotoğraf, birkaç satır mektup onların umutlarını yeşertmiş, yaşama tutunmalarını sağlamıştır.
Anne ve oğul hep birlikte:
Beşiktaş’tan Maçka’ya doğru çıkarken sağ tarafta kalan ve “Akaretler” denilen bu evler Sultan Abdülaziz tarafından 1875 yılında saray çalışanları için yaptırılmıştı. Balkan Savaşları’nda Selanik’in düşman işgaline uğramasından sonra Mustafa Kemal, Annesi Zübeyde Hanım ve kız kardeşi Makbule ATADAN İstanbul’a göç ettiler ve 76 numaralı (yeni No: 36) binayı kiralamışlar 1912 – 1918 yılları arasında Akaretler ’de oturmuşlardır.
Ziyaret eden okurlarım hatırlayacaktır. Giriş kapısının yanında düşüklükleri bulunan şöyle bir yazı vardır:
“ATATÜRK, 1’NCİ CİHAN SAVAŞI’NDA DÜŞMANA KARŞI İSTANBUL’U KORUYUP KURTARAN, ÇANAKKALE MÜDAFİİ, ANAFARTALAR KUMANDANI MİRLİVA MUSTAFA KEMAL PAŞA İKEN BU EVDE KALMIŞTIR.”
Ülkemizi Düşman İşgalinden Kurtaran, Cumhuriyetimizin Kurucusu, Çağdaş Türk Devrimlerinin Baş Mimarı, Ulu Önder, Eşsiz Kahraman Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK ‘ün ve özellikle annesi Zübeyde Hanımefendi’nin, kız kardeşi Makbule ATADAN ile Fikrîye Hanım’ın altı yıl süre ile oturdukları bu tarihi evde, ATATÜRK ‘ün manevi evladı Abdürrahim TUNÇAK ‘da özel bir itinayla bu evde büyütülmüştür.
İtina ile diyorum çünkü bir rivayete göre;
—“Zübeyde Hanımefendi bir gün Üsküdar’a geçerek büyükçe bir sandal ile eve inek getirmiş ve evin bodrumunu samanla doldurarak bu ineği yıllarca Abdürrahim’in süt ihtiyacı için beslemiştir.”
Fikriye Hanım’da Selanik’ten İstanbul’a göç edince, “Mustafa Ağabeyi” ni görmek üzere bu eve gelmiş ve 1920 başlarında İnebolu üzerinden Ankara’ya geçinceye kadar Makbule ATADAN ile birlikte Zübeyde Hanımefendi’nin yanında bu evde kalmıştır.
Ayrıca, ATATÜRK ‘ün kız kardeşi Makbule Hanım’ın eşi Mustafa Mecdi BOYSAN ‘da bu evde ikamet eder ve ATATÜRK ‘ün anne sevgisini şöyle anlatır:
—“Burada, özellikle Paşa’nın Milli Mücadele’ye atılı, İstanbul Hükümeti tarafından idama mahkûm edilişinden, çok sıkıntılı günler geçirdik. Ne kapımızı çalan, ne arayan ne de soranımız vardı. Paşa’nın en yakınları bile korkup çekindikleri için aforoz edilmiş bu durumda ve her an bir belaya uğramak tehlikelisini bekler bir hâlde endişe ve ıstırap içinde adeta bir hapis hayatı sürüyorduk. Hele ben, ha yakaladılar, ha yakalayacaklar heyecan ve korkusu içinde bunalmış, tetikte sokağa bile çıkamıyordum. Paşa’nın gizli bir şekilde sık sık gönderip halimizden haber alan ve bize ondan haber getiren sadık adamı Harun Saffet Bey’den başka hiç kimse ile temas etmiyorduk.
İşte böyle günlerden bir gün odamda otururken, Zübeyde Hanım:
—“Misafir geldi,” diye beni çağırdı.
Aşağıya indim, bir de baktım ki, İngiliz üniformalı başçavuş bir genç… Şaşırdım… İçimden eyvah, yakalandık, diye ne yapacağımı bilemez hale geldim.
Bu halimi fark eden genç:
—“Beyefendi…
Ben yabancı değilim. Mühendis Yusuf’um. Paşa Hazretlerinin sütkardeşinin kocasıyım,” diye kendini tanıttı ziyaret sebebini de şöyle açıkladı:
—“Ben Harbiye dairesindeki telgraf merkezinde çalışıyorum; evinizi basmaya karar verdiklerini haber aldım. Sizi tevkif edecekler… Haberiniz olsun… Bunu söylemeye geldim,” demez mi?
Allah bilir ya inanmadım…
Tevkif ve basılma meselesine değil, onu zaten, biraz evvel de ifade ettiğim gibi, her an bekliyordum, fakat bu sırıtık adamın, böyle iyi niyetle gelmiş olmasına ihtimal vermiyordum. Türk olduğunu söyleyen bir adamın, koyu Müslüman içindeki bu şehirde kafasına İngiliz şapkası giyişinden tutun, düşman hizmeti kabul etmiş oluşuna kadar her hal ve hareketi şüphelerimi arttırmıştı. Fakat Mustafa Kemal Paşa’nın, Selanik’teki bie telgraf memurunun kızı olan bir süt kardeşi bulunduğunu ve mühendis Yusuf isminde biriyle evli olduğunu biliyordum ama, bu adamı ilk defa görüyordum. Şüphelerimin arttığını sezen genç,
—“Serziçirme gizli konuşmak isterim. Vaziyeti iyice anlatırsam, endişeniz geçebilir” gibi sözler söyleyip durduysa da ben kısa keserek, acele işim olduğundan başka bir gün görüşmek üzere Valide Hanım’a haber ederek acele işim olduğundan başka bir gün görüşmek üzere Valide Hanım’a haber bırakacağımı söyleyerek, odadan çıktım.
Çıktım, yukarı gittim ama korkum ve şüphem devam ediyordu. Çünkü Mustafa Kemal Paşa ile temasta bulunduğumuzdan şüphe eden ve her hâl ve hareketlerimizi takip eden İstanbul Hükümeti gibi İngilizlerin de er geç başımıza bir iş açacaklarından ve bu arada beni, özellikle Paşa’nın durumu hakkında söyletmek için işkence edeceklerinden emindim.
Düşündüm, yakalanır da görürsem Paşa hakkında ne söylesem inanmayacaklar…
Ve durup dururken bir sürü işkence yapacaklar. İyisi mi kalkıp bir yolunu bularak Anadolu’ya geçeyim, Paşa ile görüşeyim gelebilirsem de tekrar İstanbul’a döneyim.
Ben baskına uğradığımızı anlar anlamaz, arka odadan kendimi bahçeye attım. O tarihte, oturduğumuz bu evin sırasında, köşe de “Sulh Mahkemesi” vardı. Bahçesinden oraya atladım, bodrumuna inerek, saklandım. Gece kalabalığa karışıp, sokağa çıktım. Geç vakit, bir tanıdık vasıtasıyla evin durumunu anlayıp, basanların gittiklerine kanaat getirince, döndüm.
Zübeyde Hanım hâlâ kendisine gelememişti. Zaten rahatsızdı.
Ben:
—-“Bunlar artık peşinizi bırakmazlar yine gelirler. Yarından tezi yok, ben Paşa ile görüşmeye gidiyorum, ”dedim ve ertesi günü Bahricedit vapuruna bindim.
Vapur Kızkulesi önünde demirli idi.
Hareket etmek için, İngiliz kontrolünü bekliyordu. Kamarama yerleştim, şöyle bir sigara yakayım demeye kalmadı, bir de baktım, arkamdan biri omzumu dürtüyor. Kimdir, diye başımı çevirince, karşımda sırıtan birini gördüm.
—“Beyefendi… Uğurlar olsun… Hayırlı yolculuklar… Haber aldı, kayınvalide Hanım’dan, İnebolu’ya gidiyormuşsunuz…” deyip duruyordu.
-“Kimsiniz siz?” dedim.
—“Tanımadınız mı beni? Devlethanede görüşmüştük ya… Hatırlamıyor musunuz?… Ben deniz Yusuf!” demez mi?
Ne bileyim ben, herif, o apoletli, parlak düğmeli, şeritli meritli, şapkalı İngiliz Üniformasını çıkarmış sivil giyinmiş…
Tanıyamamıştım.
Fakat ne arıyordu burada? Demek peşimi bırakmıyordu. Büsbütün kuşkulandım, ama ne yapabilirdim?
Bir yandan da, kimseye hareketimi haber vermemeleri için sıkı sıkıya tembih ettiğim halde, evden haber almış olmasına üzüldüm.
Zoraki bir gülümsemeyle:
-“Buyurun oturun. Görüşelim…” diye yer göstererek, kamaranın kapısını da hemen kilitledim.
Baş başa kalınca:
-“Kayınvalide sana yanlış söylemiş… Zaten biliyorsun, hastadır. Ben Anadolu’ya geçecek değilim. İnebolu’ya gitmiyorum. Trabzon tarikiyle Kafkasya’ya gideceğim. Enver Paşa’nın Yeşil Ordusu’na iltihak etmek niyetindeyim…” dedim.
İnanmadığımı hissettiren bir tavırla, açık konuşmak lüzumunu duyduğunu belirterek, dedi ki:
—“Efendim, ben memlekete hizmet etmekten başka bir gaye peşinde değilim. Nitekim bu defa da beni mahrem bir vazife ile Mustafa Kemal Paşa’ya gönderiyorlar. Yakınlığınız olduğunu bildiklerinden bu vazifeye beni münasip gördüler. Sulh teklifinde bulunacağım. Sizin de teşrifinizi kayınvalide hanımdan haber alınca, fırsattır düşüncesiyle koştum geldim. Birlikte gideriz. Paşa hazretleri huzurunda siz de tavassutta bulunarak, memlekete bu nazik zamanında büyük bir hizmet etmiş olursunuz…
Derhâl sözünü kestim:
-“Arkadaş, sana açık söyleyeyim, dedim, ben senden şüphe ediyorum. Ne desen nafile… Hele böyle bir zamanda ben İngilizler ile Mustafa Kemal Paşa arasına girip etkili olacak adam değilim. Sen de senin İngilizlerin de görülüyor ki, Mustafa Kemal Paşa’yı hâlâ tanıyamamışsınız. Ben böyle şeylere karışmam. Sana da tavsiye ederim. Başından büyük işler burnunu sokma… Fakat madem ki ısrar ediyorsun, ben de seni buraya kapayacağım. Bir yere kıpırdamak yok. Sesini çıkardığın anda, seni gebertirim…”
Bu sefer o şaşırdı ve korktu; ummadığı bir tuzağa düşmüştü. Hem de kendi ayağıyla… Kekeleyerek:
—“Aman Mustafa Bey, ihtiyacım olursa ne yaparım?” diyecek oldu.
-“Şuracığa!.. Şu köşeye yaparsın… Başka laf istemem, ne halt edeceksen bu kamaranın içinde edeceksin… Vapur kalkıncaya dışarı çıkmak yok!…” cevabını verdim.
—-“Bana hakaret ediyorsun, ben Mustafa Kemal Paşa’ya hizmet etmeğe gidiyorum. Reva bu muamele…” filan diye söylenip duruyordu ama aldırmadım.
Vapur kalktı, Kavaklardan sonra da kamarayı açtım:
-“Serbestsin, yalnız şu andan itibaren birbirimizi hiç tanımıyoruz… Selam sabah bile etmeyeceğiz. Haydi, çık…Ne halin varsa gör,” diye koyuverdim.
Nihayet İnebolu’ya vardık. Baktım, herif yine peşime takılmak hevesinde… bir yandan da İnebolu’ya inmem lazım, bu da kuyruk gibi gelirse, olmayacak. İnebolu’da, kim olduğumu bunun da ne mal olduğunu anlatıncaya kadar zaman geçecek. Bir yolunu buldum. Tekrar kamaraya soktum., içeri girmesiyle, kapıyı dışarıdan kilitlemem bir oldu. Kapının aralığından kendisine seslendim:
-“Vapur kalkmadan çıkmaya teşebbüs etme. Küçük bir hareketini sezersem, beynine kurşunu yersin. Vapur kalktıktan sonra kapıyı vur, seslen, şu koyduğum yerden anahtarı alıp kapıyı açsınlar, çık…”
Böylece, vapur kalkıncaya kadar bekledim., son dakikada İnebolu’ya çıktım, o da kamara da kaldı.
Artık rahattım. İnebolu’dan doğru bir haftada Ankara’ya gittim. Paşa, İstasyondaki binada idi. Yanında Çolak İbrahim’le diğer yakınları vardı. Beni görür görmez sevindi. Validesinden haber sordu. Mektubunu takdim ettim, mektubu okurken:
-…”CANIM MUSTAFA BEY!… BİZİM VALİDEYE NE OLDU BÖYLE? BAK YİNE NELER YAZMIŞ,” diye anlattı: Meğer Zübeyde Hanım, mektubunda, Paşa’nın Sütkardeşinin kocası Yusuf’a kolaylık gösterilmesinden filan bahsediyormuş. Halbuki Paşa, biraz evvel Sinop’tan aldığı bir telgraftan, bu Yusuf’un orada (şüphe üzerine) tevkif ile alelacele yapılan bir muhakeme neticesinde İngiliz hafiyesi olduğu anlaşılarak idama mahkum edilmiş olduğunu öğrendi.
-…”BU NE İŞTİR BÖYLE? BAKSANA ŞİMDİ BEN DEN SORUYORLAR, BU YUSUF DENEN ADAMIN ÜSTÜNDE VAİDENİN BANA HİTABEN YAZILMIŞ TAVSİYE Mektubunu bulmuşlar. İdam edelim mi? Diye cevap bekliyorlar… Validenin böyle şeylere aklı ermez… Ne diye kalkar, böyle adamlara mektup verir? Şimdi bu işin içinden nasıl çıkacağız?” diye üzülüyordu. Bir müddet öylece sinirli bir vaziyette, düşündü durdu.
Bir türlü karar veremiyordu.
Sebebi, sonra anladık: Paşa İstanbul’dan Samsun’a giderken yanında Halit ismindeki son derece itimat ettiği, emir neferi vardı.
Yolda Sivas’la Erzurum arasında bu neferin elindeki (içinde 500 lira bulunan) çanta kaybolmuştu. Aramışlar, bulamamışlar, Halit’ten şüphelenmişler ve Paşa’nın haberi olmadan zavallı neferi üç gün üç gece döve döve, illa çantayı ve paraları meydana çıkaracaksın diye fena halde işkence etmişler. Bilahare çantayı da parayı da bulmuşlar ama Halit’in de canı çıkmış, perişan bir hale gelmiş. Paşa bu olup bitenleri duyunca, çok üzülmüş ve Halit’e:
-…”HAYDİ GİT, ANAMIN YANINDA İSTİRAHAT ET… KENDİNE GEL!” diyerek İstanbul’a göndermişti.
Gönderiyor ama İstanbul’daki Zübeyde Hanım da o sırada, şuradan buradan kulağına gelen, “Mustafa Kemal Paşa’yı idam etmişler… Öldürmüşler…” şayialarıyla deliye dönmüş, bitkin bir halde dövünüp durmadadır. Halit’i karşısında görünce: Eyvah… Evladımın kara haberini getirdi! Diye düşüp bayılar hafif bir felç geçiriyor.
Paşa gözleri yaşararak, bunu anlattı, sonra da tarif edilemez bir üzüntü içinde, kendi kendine söyler gibi, şöyle dedi:
-…”ŞİMDİ BU YUSUF DA İDAM EDİLİRSE, ANNEM DUYUNCA, BU SEFE BEYNİNDEN VURULMUŞA DÖNER DAYANAMAZ ÖLÜR, GİDER… ZAVALLI ANACIĞIMIN BENİM YÜZÜMDEN ÇEKTİKLERİ YETER ARTIK… BİR DE ÖLÜMÜNE SEBEP OLMAYAYYIM… ÇOK RİCA EDERİM, BU ADAMI BANA BAĞIŞLASINLAR. GÜNAHKÂRSA BİLE; ASMASINLAR, HUDUT HARİCİNE DEF ETSİNLER,” diye ricada bulundu.
İşte, o çok buhranlı ve müşkül anlarda bile ATATÜRK ‘ün annesine ne kadar bağlı olduğunu gösteren en canlı olaylardan biridir. (Profesör Yurdakul YURDAKUL, “ATATÜRK’LE YAŞANMIŞ BİLİNMEYEN ANILAR” sayfa:188…195,KANDEMİR)
Zaman gelmiştir küçük bir fotoğraf, birkaç satır mektup onların umutlarını yeşertmiş, yaşama tutunmalarını sağlamıştır:
Değerli okurlar birazdan sizleri buluşturacağım ATATÜRK ‘ün annesi Zübeyde Hanımefendi’ye Erzurum’dan 1 Ağustos 335 (1920) tarihli gönderdikleri mektubu Salih BOZOK ‘un anılarından aktaracağım. Bu vesile ile belki de ilk kez duyacağımız önemli gördüğüm bir notu da sizlerle paylaşmak isterim.
Sadi BORAK, “ATATÜRK ‘ün Özel Mektupları” adlı eserinin 255 ila 256’ncı sayfasında:
—“ATATÜRK ‘ün annesi Zübeyde Hanım’a posta ile gelen mektuplar o tarihte Beşiktaş PTT Müdürü olan Sami (SUNGUR) Bey tarafından veriliyor, yanıtları da gene Sami Bey’e dikte ediliyordu. Sami Bey, Zübeyde Hanım Ankara’ya gidinceye kadar bu özel görevini sürdürmüştür. Herhalde bu hizmetlerinin bir ödülü olarak Zafer’den sonra İstanbul Telgraf Müdürlüğüne getirilmiştir. Sami SUNGUR Bey, son görev yeri olan Diyarbakır PTT Başmüdürlüğü’nden emekli olmuş ve sonrada vefat ettiğini” yazar.
Köklü bir tarihi geçmişe ve zengin kültürel mirasa sahip olan “PTT Genel Müdürlüğü kurulduğu 23 Ekim 1840” tarihinin üzerinden bir asır geçmişse de, 13 Mayıs 1956 tarihinde kutlanan “Anneler Günü” münasebetiyle biri dantelli, diğeri dantelsiz olmak üzere ATATÜRK ‘ün annesi Zübeyde Hanım’ın portresini taşıyan iki pul tedavüle çıkarılmıştır.
Bu pullar Ankara’da Güzel Sanatlar Matbaasında ofset usulü basılmış, Dantelli pulun tirajı bir milyon sekiz yüz bin, dantel siz pulun ise iki yüz bin adettir.
Ne hazindir ki, ATATÜRK ‘ün annesi Zübeyde Hanım’ın portresini taşıyan bu pullar 31 Aralık 1957 tarihinde tedavülden kaldırılmıştır.
“1956 Yılı İlk Gün Zarfları” nı incelediğimizde ise, ATATÜRK ‘ün annesi Zübeyde Hanım’ın işlendiği “Anneler Günü” temalı seriye de rastlarız. Bu seriye ilk gün damgası hazırlanmadığı için bu pullarımızın ilk gün zarfları normal posta damgası ile yapıldığını belirtelim. FDC-P olarak adlandırılan bu tip ilk gün zarfları için farklı şehir ve bölge damgalarına ilişkin örnek zarflar aşağıdadır:
14 Ocak 1923 günü 66 yaşında vefat eden Zübeyde Hanım, İzmir’in Karşıyaka ilçesinde 1940 yılında yaptırılan anıt mezarda yatmaktadır. Bu yüzden aşağıda görmekte olduğumuz Kamer zarfında ilk gün damgası olarak İzmir, Karşıyaka damgası tercih edilmişse de Kamer zarfı tirajının 200 adet olduğunu belirtelim:
İstanbul Filatelist Kulübü tarafından hazırlanan aşağıda görmekte olduğumuz diğer bir zarfta ise kullanılan damga İstanbul, Beyoğlu’dur:
Görsel kaynak: http://koleksiyonodasi.com/1956-yili-ilk-gun-zarflari/
Söz uçar yazı kalırmış. Her ne kadar elimizde zarfı bulunmasa da , ATATÜRK ‘ün annesi Zübeyde Hanımefendi’ye Erzurum’dan 1 Ağustos 335 (1920) tarihli gönderdikleri mektubu okuyalım:
1 Ağustos 335 (1920)
“Muhterem Valideciğim:
İstanbul’dan ayrılışımdan beri sizlere ancak birkaç telgraftan başka bir şey yazamadım. Bu sebeple büyük merak içinde kaldığınızı tahmin ediyorum. Bilhassa, hakkımda ötekinden berikinden ve gerek gazetelerden işittiğiniz tamam olmayan haberler şüphesiz merakınızı arttırmıştır. Şimdi vereceğim bilgilerle tatmin olacağınız için endişe duyacak hiçbir şey yoktur.
Biliyorsunuz ki daha İstanbul’da iken yabancı devletler devleti ve ulusu fevkalade sıkıştırmakta ve millete hizmet edebilecek ne kadar adamımız varsa hepsini hapis ve tevkifle bir kısmını da Malta’ya sürerek herkesi sıkıntıya sokmakta pek ileri gidiyorlardı. Bana nasılsa ilişmemişlerdi. Fakat 9.Ordu Müfettişi olarak Samsun’a ayak basar basmaz İngilizler benden şüphelendiler, hükümete benim gidiş nedenimi sordular.
Nihayet İstanbul’a çağrılmamı istediler, bunda da ısrar ettiler. Hükümet te beni kandırarak İstanbul’a gelmemi ve İngilizlere teslim olmamı sağlamak istedi. Tabiatiyle kendi ayağımla gidip esir olmam doğru değildi. Padişahımıza gerek durumu yazdım ve gelmeyeceğimi bildirdim. Zatı şahane de önce uygun buldu. Fakat daha sonra, İngilizlerin baskısı artmıştı. Sonunda o da İstanbul’a dönmemi emretti.
Bu surette artık resmi görevimde kalmaya imkân görmediğim gibi askerliğimi sürdürdükçe İngilizlerin ve hükümetin hakkımdaki ısrarına karşı durulamayacaktı. Bir taraftan da bütün Anadolu Halkı, tüm ulus hakkımda bir sevgi ve güven gösterdi, “seni bırakmayacağız” dediler. Gerçekte vatan ve milletimizi kurtarabilmek için tek çare, askerliği bırakıp serbest olarak milletin başına geçmek ve milleti yekvücut bir hale getirmekle doğacak kudret ve ulusal gücü kullanmaktan başka çare yoktu. Bende öyle yaptım. Elhamdülillah başarılı oluyorum. Pek yakında ele tutulur sonucu bütün dünya görecektir. Ben bu surette hareket edilince İngilizler derhal yalvarmaya başladı. Ve beni kazanmaya çalıştı. Her şeyi inkâr ettiler. Ve bütün suçu bizim hükümete attılar. Gerçekten hükümet de benimle uğraşmak istedi. Fakat buna gücü yetmedi ve yetemez.
Daha bir zaman bu şekilde Anadolu içinde çalışmakla her şey hallolacaktır. Yakında Millet Meclisi toplanacak ve meşru bir hükümet iktidara geçecektir. Ben de ihtimal o zaman İstanbul’a geleceğim.
Sıhhat ve afiyetteyim, katiyen hiç merak etmeyiniz.
Salih Bey (Salih FANSA), Fuat Bey’den alacağını aldı mı? Bunu bilgi bakımından soruyorum. Yoksa her ne olursa olsun, elhamdülillah hiç önemi yoktur. Siz müsterih olunuz ve bir sıkıntınız olursa derhal bildiriniz.
Bu mektubumu getirecek olan “—“ size benim hakkımda istediğiniz kadar bilgi verecektir. .kendisiyle bana bazı elbiselerimi gönderiniz.
Hemşiremin sıhhati nasıldır? Eve herhangi bir taraftan saldırıda bulunuldu mu? Hala orada mısınız? Çocuklar ne yapıyor, büyüdüler mi?
Bu mektubumu getirecek olan “—“ size benim hakkımda istediğiniz kadar bilgi verecektir. .kendisiyle bana bazı elbiselerimi gönderiniz.
Hemşiremin sıhhati nasıldır? Eve herhangi bir taraftan saldırıda bulunuldu mu? Hala orada mısınız? Çocuklar ne yapıyor, büyüdüler mi?
Salih (Fansa Beyle Madam inşallah sıhhat ve afiyettedirler. Ben kendilerini daima yâd ediyorum. Madamın benim hakkımda bir rüyası vardı. Galiba o çıkacaktır. İnşallah sevinç içinde görüşeceğiz.
Ben birkaç güne kadar bir kongre için Sivas’a gideceğim. Tekrar Erzurum’a döneceğim. Tekrar ediyorum: Her işittiğinize önem vermeyiniz. Pekâlâ, bilirsiniz ki ben, yaptığımı bilirim. Netice görmeseydim başlamazdım.
Saygı ile ellerinizden, hemşiremin gözlerinden öperim.
Salih (BOZOK): Gözlerinden öperim; bana İstanbul havadisi vermene intizar ederim.”
Mustafa Kemal
Eksiklikler benim fazlalıklar daha önce emek verenlerindir. Bir başka yazımda görüşmek üzere esen kalınız efendim.