Bugün Anneler Günü. Her yıl Mayıs ayında kutlanan bu önemli gün 2019 senesi itibarıyla 12 Mayıs Pazar gününe denk geliyor. Bu anlamlı gün vesilesiyle Seç Haber ailesi olarak;
Başta Cumhuriyetimizin Kurucusu, Çağdaş Türk Devrimlerinin Baş Mimarı, Ulu Önder, Eşsiz Kahraman Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK ‘ü yetiştiren Zübeyde Hanımefendiyi, aziz vatanımızın müdafaasında canlarını hiçe sayan tüm unutulmaz kahramanlarımızı yetiştirerek feda eden tüm annelerimizi en derin sevgi, saygı ve hürmetle anıyoruz efendim.
-…”Bana, insanlar üstünde bir doğuş atfetmeye kalkışmayınız. Doğuşumdaki tek fevkaladelik, Türk olarak dünyaya gelmemdir,” söylevinde bulunan Gazi Mustafa Kemal Atatürk, 1881 yılında Selanik’te doğmuştur. Babası Ali Rıza Efendi annesi Zübeyde Hanımdır. Küçük yaşta babası vefat ettiğinden annesi Zübeyde Hanım tarafından büyütülmüştür.
Kitaplığımda bulunan bazı eserlerde Atatürk’ün doğum yılı kimi yerde 1880, kimi belgelerde 1881 olarak gösterilir…
Ay ve günü ise kesin olarak bilinmez ama Atatürk’ten bizzat dinleyerek naklettiği için en güvenilir kaynak olan Sayın Prof. Dr. Afet İnan, ”… 1881 yılında, Mayıs ayının, çiçekli, yeşil bir günü, Selanik koyuna hâkim yamaçtaki mahallenin üç katlı pembe evinde, Zübeyde Hanımın bir oğlu olarak dünyaya gelmiştir,” diyerek başladığı Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler” isimli eserinin (İş Bankası yayını, 1959) biyografi yazısında şu bilgiyi verir:
”… Mustafa Kemal’in doğum ayı ya hiç yazılmaz yahut ta yanlış olarak bir Sonbahar ayı gösterilir. Hâlbuki kendisinden işittiğime göre bir İlkbaharda doğmuştu, hatta bunun Mayıs ayına tesadüf ettiğini söylerdi. Bir gün, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak, Atatürk’e bir yazı getirmişti. Bu yazıda Atatürk’ün doğum gününün bildirilmesi rica ediliyordu. Atatürk bunun üzerine düşündü; fakat kendisi de tam olarak bilmiyordu. Ancak annesinden işittiğine göre, bir bahar mevsiminde doğmuş olduğunu hatırladı. Ay ve gün için ise aynen şöyle dediğini hatırlıyorum:
-…”İtiraf ederim ki ben de bilmiyorum. Eğer lütfedip yapmak istiyorsanız, en münasibi 19 Mayıs’tır.”
Sayın Afet İnan’ın kaydına göre bu tarih Devlet Arşivi’ne de geçmiştir.
İngiltere maslahatgüzarı Mr. Morgan’ın Atatürk’ün doğum gününü öğrenmek isteyen resmi bir mektubu üzerine;
”Dışişleri Bakanlığı’nın 10.11.1936 gün ve 177/21081 sayılı” yazısına istinaden, ”Cumhurbaşkanlığı genel Sekreterliğinin 12.11.1936 gün ve 3/7493 sayı” ile verdiği karşılık aynen şöyledir:
”Cumhurbaşkanı Atatürk’ün doğum tarihi 19 Mayıs 1881 tarihinde doğmuş olduklarını arz ederim.”
Hal böyle iken, Cumhurbaşkanı Atatürk sayfa sayfa meşgul olduğu bilinen Türkiye Cumhuriyeti Tarihi adlı eserin IV. cildinde Atatürk’ün doğum yılı 1880 olarak gösterilmiştir. Bu farklılığın Rumi tarihlerin Miladiye çevrilmesinde düşülen hatadan olduğu kabul görmüştür.
10 Ocak 1922’de Atatürk’ün gazeteci Ahmet Emin (Yalman) Bey’le yaptığı “hayatına ait” uzun görüşme Vakit Gazetesi’nde yayımlanmıştı.
Atatürk;
-…”Çocukluğuma dair hatırladığım şey, mektebe gitmek meselesi ile ilgilidir. Bundan dolayı Anamla Babam arasında şiddetli bir mücadele vardı. Annem ilahilerle mektebe başlamamı ve mahalle mektebine gitmemi istiyordu.
Rüsumatta memur olan babam, o zaman yeni açılan Şemsi Efendi’nin mektebine devam etmeme ve yeni usul üzerine okumama taraftardı. Nihayet Babam işi mahirane bir surette halletti. Evvela merasim-i muta de ile mahalle mektebinden çıktım. Şemsi Efendi’nin mektebine kaydedildim.
Gerçekten çocukluğumda iyi giyinmeyi çok severdim. Şemsi Efendi Okulu’na giderken şalvar üzerine sardıkları kuşak beni çok sinirlendirirdi. Bilemezsiniz, ne zaman ki askeri rüştiyeye girip okulun resmi üniformasını giydim, işte o zaman sanki kendi benliğime kavuştum, bana güven ve güç geldi.” demişti.
Yukarıdaki klişede, Atatürk’ün ilkokuldan itibaren hangi sınıflarda kaç yaşında olduğunu gösteren kendi yazısı ile çizdiği krokiyi görmekteyiz. Bu krokiye göre lise II. sınıfı bitirdiği zaman 18 yaşında olması gerekmektedir.
Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım:
Zübeyde Hanım, küçük bir anneydi. Çocuğunun doğumu yaklaşınca bütün genç anneler gibi:
—“Çocuğumun kız olmasını istiyorum,” diyordu ama içinden hep bir erkek çocuk bekliyordu. Sarı saçlı, mavi gözlü, pembe yüzlü bir oğlan…
Gizli gizli duaları hep bunun içindi. Görünüşte güya nazardan korunmak için, kolay doğurmak için, sıhhatli bir evlat edinmek için dualar ediyordu, adaklar adıyordu ama bütün bu dualar, bu adaklar, hep o beklediği sarı saçlı, mavi gözlü oğlan içindi.
Küçük anne yirmi yaşını henüz aşmıştı. Evlenişi, neredeyse çocukluk çağına rastlar. Hatta bu son doğumdan evvel, sık ara ile üç tane yavru da doğurdu. Ama onlar ömürsüz oldular. Şimdi ümidi, bütün sevgisi yeni doğacak bebeğindeydi.
Zaman yaklaşıyordu. Sinirleri gergindi. Duyarlılığı son haddine varmıştı. Zaman zaman dalıyor, içinden birtakım sesler geldiğini, gözlerine birtakım hayaller göründüğünü sanıyordu. Bu seslerden, bu hayallerden kendi kendine manalar çıkardığı da oluyordu. O, bu manaların sırlarını kendine göre değerlendirerek, yeni doğacak çocuğuna sıhhatli bir yapı, güzel bir yüz, iyi talihler ve büyük gelecekler tasarlıyordu.
O güne kadarki evlilik hayatından pek bir şey anlamamıştı. Erken yaşta evlendirilen bütün kızlar gibi O’nun için de bu evlilik, sadece bir olupbitti den başka bir şey değildi. Zaten bu evlilik; sınırları dar, dünyaya kapalı, gelenekler içinde yaşayan eski Osmanlı şehirlerinin Müslüman mahallelerindeki genç kızların hayatlarında olduğu gibi, hiç olmazsa hayalde süslenilen saf, masum, evlilik öncesi ilgilileri ve bağlantılarıyla da bezenmiş değildi. Çünkü O’nu daha çocukluk yaşından çıkarken, hatta kendisine bile sormadan, sanki kaş göz arasında evlendirdikleri kocasıyla arasında tam 20 yaş fark vardı. O’nun zaten pek yaşamadığı genç kızlık hayallerini süsleyebilecek bir nişanlıyı veya eşi, başka türlü düşünmüş olması mümkündür. Hele o zamanki Osmanlı Rumeli’si şehirlerinde, çocukluk yaşını atlayan Türk kızları için ilk hayal edilen sevgili, genç bir subay yahut hiç değilse genç bir kâtip olurdu. Fakat kader O’nun kısmetini kendi tezgâhında ve kendi istediği gibi dokudu. O’na düşen, bu kısmetine gözü kapalı teslim olmak, kaderine ister istemez bağlanmaktı. O da böyle yaptı. Ve kısmetinden hiçbir zaman şikâyetçi olmadı.
Şimdi ise yirmi yaşının üstünde, ama dördüncü çocuğunu beklerken, artık asıl kadınlık çağına basıyordu. Vücudu gibi duyguları da gelişmişti. Çocukluğun belirsiz, şekilsiz, uçucu ölçüleri artık geride kalıyordu. Şimdi seven ve sevilmek isteyen bir kadındı. Eşi, O’nun için artık kaderin ve tesadüfün gözü kapalı karşısına çıkardığı bir kısmet değildi. O, onun erkeği idi. O’na dördüncü çocuğunu verecekti. Bu çocuk, hem bütün çocuklardan daha güzel, daha mutlu, hem de bütün çocuklarından daha ömürlü olacaktı. Küçük annenin, yeni çocuğunu beklerken düşündükleri bunlardı. Duaları hep bu dilekler etrafında toplanıyordu.
Kumrala çalan sarışın bir güzeldi. Beyaz, pembe teni, renkli yüzü, orta boylu, narin, canlı bir yapısı vardı. Ama asıl çekiciliğini veren gözleriydi. Biraz içerlek, biraz yumuk, hafif şehlâ ve mavimsi gözler…
Güzel, ahenkli bir adı da vardı: Zübeyde…
Zübeyde Hanım, omuzları, göğüsleri kabarık, yakaları dantel işlemeli beyaz bluzlar giyerdi. Geniş etekleri topuklarına kadar inen renk renk eteklikler yahut açık renkli roplar giydiği de olurdu. Ama belini daima gümüş bir kemerle sıkardı.
Sarışına çalan kumral saçlarının, alnının üzerine gelen kısmını buklelerle kabartır, arka kısmını yapma taşlarla süslenmiş taraklarla bir topuz halinde toplardı. Ama saçlarının bu şekli, yalnız ele güne karşı, günlük hayatının bir şekliydi. Yoksa evinin erkeğini beklediği akşam saatlerinde, O, sarışın uzun saçlarını tarayıp, çeşit çeşit biçimlendirdikten sonra, ya bir iki örgü halinde toplayıp arkasına bırakırdı. Yahut da daha duygulu günlerinde saçlarını omuzlarına dökerdi. (Bugün o günlerden, elde yalnız eski, sararmış bir tarak ve sarı, paslı bir alçı çerçeve içinde kırık bir ayna kalmıştır.)
Zübeyde Hanımın, daha yaşlıca kadınların adetlerine uyarak düzgün, pudra, allık sürdüğü de bilinir. Ama bunlara hakikaten ihtiyaç yoktu. Fakat bunlarla süslenmek; kadın hayatının tamamen kapalı geçtiği, kadının yalnız kendi erkeği için yaşadığı bütün Müslüman şehirlerinde olduğu gibi, o zamanki Selanik kadınlarının da vazgeçilmez adetlerindendi.
On dokuzuncu yüzyılın son çeyreğine basılmıştı.
Selanik, o zamanki Osmanlı Avrupa’sının en büyük vilayet merkezi ve bir liman şehriydi. Bütün Osmanlı şehirleri gibi Selanik’te de Müslüman ve Hıristiyan mahalleleri birbirlerinden ayrıydı. Bunlardan başka Selanik, Doğu Yahudiliğinin de en önemli merkeziydi. On altıncı yüzyılın başlarında İspanya’da Müslümanlar yarımadadan çıkarılırken bir Yahudi göçmen kolu da Selanik’e taşındı ve orada yerleşti. Bütün Osmanlı şehirlerinde olduğu gibi Selanik’te de, Müslüman mahallelerinin diğer mahallelere bakarak geri, harap, bakımsız bir görünüşü vardı. Doğuda bir Müslüman Mahallesi, hele Doğu şehirlerinin eski özellikleri bozulmadan önce, ayrı ve kapalı bir siteydi. Bir cami veya mescidin çevresinde mezarlık, türbe, çeşme ve küçük çarşı bu semtin merkezini teşkil ederdi. Bu çarşı içinde kahve; bu sitenin gece gündüz kımıldanan, düşünen ve çevresine etkileri olan beyni gibiydi.
Müslüman Mahallesi her yerde, bu işlek merkezin çevresinde nefes alırdı. Büzüşür veya genişlerdi. Mahalle; kadınları-erkekleri, hastaları, sağları, dostlukları veya kıskançlıklarıyla bütün hücreleri birbirine bağlı, tek ve bütün bir varlıktı. Mahallenin, mahalle halkı üstünde tam ve kesin bir kontrolü vardı.
Bu kontrolü kim kurar, kim kullanırdı? Bu, bir bakışta bu belli olmazdı ama mahallenin toplumsal kontrolü, evlerin iç ve dış hayatına kadar sokulurdu. Mahallede herkes, görünmez bir hiyerarşinin, tarifi kabil olmayan bir kademesinde yer alırdı. Mahallenin yazılmamış kanunlarına ister istemez bağlı kalınırdı.
Selanik!
Selanik, Osmanlı Avrupa’sında bir şehir ve Osmanlı Rumeli’sinin en ileri şehri olmakla beraber, şehrin merkezinden biraz uzaklaşınca, oradaki Müslüman mahallelerinde de hayat, bütün bu kaidelere bağlıydı. Orada da hayat, bütün Osmanlı şehirlerindeki Müslüman Mahallelerinin hayatından pek de farklı değildi.
Zübeyde Hanımların evi bu mahallelerden birindeydi: Ahmet Subaşı Mahallesi. (Bu mahalleye Hatuniye Mahallesi de denirdi.) Selanik’te, Ahmet Subaşı Mahallesi’ne kestirme varmak için, eski Kapalıçarşı’dan geçilirdi. 1908 İhtilali’nden sonra Mithat Paşa Caddesi adı verilen cadde takip olunurdu. Hükümet Konağı önüne gelinince, soldan sağa doğru önce Islahhane Mahallesine gelinirdi. Eskiden Islahhane adı verilen Sanat Mektebi buradadır. Bu Islahhane Mektebinin tam karşısında Ahmet Subaşı Mahallesi bulunur. İşte Zübeyde Hanımların üç katlı, iki daireli, pembe boyalı evi bu mahallede; Ziyneti Bostan denilen arsa üzerindedir. Bu evin ikinci katında, sol tarafta ocaklı bir oda vardır. Zübeyde Hanım, yeni doğacak çocuğunu bu odada bekliyordu:
—“Çocuğumun kız olmasını istiyorum,” diye hem çevresindekileri, hem kendini oyalar, fakat içinden gece gündüz Tanrıya; sarı saçlı, mavi gözlü, pembe yüzlü bir oğlan için yalvarırken, bu bekleyişin son günlerini hep bu odada dolduruyordu.
Ama şimdi biz, yarınki Tek Adam’ın vaktiyle dünyaya gözlerini açtığı çevrenin hayatı ve yapısıyla, O’nun son ve aile bağlantıları üzerinde biraz etraflı durmalıyız…
Bütün Doğu şehirlerindeki Müslüman mahallelerinde olduğu gibi, Ahmet Subaşı Mahallesi’nde de akşam saatleri yaklaşırken, her tarafı kapalı evlerinde genç Müslüman kadınlarının en heyecanlı meşgaleleri başlardı: Süslenmek…
Süslenmek, onların kapalı hayatının, düşünmek ve tahayyül etmekten sonra, en zaman alıcı meşgalesiydi. Bu kapalı hayat içinde o kadınlar, ancak süslenmeye ve beklemeye koyuldukları saatlerde asıl hayatlarını yaşamaya başlarlardı. Çeşit çeşit elbiseleri, ropları sıra sıra ve bir arada gösteren gardıroplar o zamanlar pek alışılmış şeyler değildi. Ama sandıkların açılmasında, bohçaların açılıp saçılmasında da, Müslüman kadınlarının duydukları ayrı ve mahrem bir zevk vardı. Bu sandıkları şeyler, hakikatten biraz da mahrem şeylerdi.
Evinde oda kitaplarını kapayıp, sandıkları, bohçaları arasında kendisiyle baş başa kalan bir genç kadın, bir kısmı kendinden önce yaşayanlardan kendinde kalan, bir kısmı da kendi alın terinin ve göz nurunun eseri olup, kendinden sonrakilere kalacak olan bu eşyanın ılık dağınıklığı arasında kendinden geçerdi. Tatmin edilmiş veya edilmemiş hayallerinin, arzularının mahremiyetinde yaşardı. Akşam saatleri yaklaşıp, kendisini bu mahrem hava içinde erkeğine hazırlayan, onu beklemeye başlayan genç Müslüman kadınları için bu saatler, belki de asıl yaşanılan saatlerdi.
Bütün doğu şehirlerinde olduğu gibi Selanik’in Müslüman halkı için de şehirde hayat erken biterdi. Daha güneş batmadan işlerinden dönen kocalar, mahallenin dar ve çok yerde dolambaçlı sokaklarında evlerinin yollarını tutarlardı. Bu evlerin avluları duvarlarla çevriliydi. Sokakları görebilen pencereler, kafesler, çok defa demir parmaklıklarla korunmuş olurdu. Zübeyde Hanımların evi de bunlardan biriydi.
Bu mahalle evlerine dışardan bakıldığı zaman, içlerinde hiçbir hareket görülmezdi. Ama akşam yaklaşınca, mahallenin bütün kadınları bu pencerelerin, kafeslerin arkalarında yerlerini almış olurlardı. O saatlerde başlarını kaldırmadan, sağa sola bakmadan mahallelerinin sokaklarından geçen erkekler, bu kapalı kapıların ardında veya parmaklıkların, kafeslerin arkalarında, bütün genç kadınların kocalarını bekledikleri ve kendilerini de gözettiklerini bilirlerdi. Bilirlerdi ki bütün gözler hep kendileri üzerindedir. Giyinişleri, yürüyüşleri, kaşlarının gözlerinin rengi, bıyıklarının şekli inceden inceye süzülmektedir.
Bu hava, bütün Müslüman Mahallelerinin havasıydı. Bu hava, bütün Müslüman Mahalleleri üstünde eserdi. Selanik’teki Ahmet Subaşı Mahallesi de bu havanın kanunu içinde yaşardı. Zübeyde Hanımların sokağına ve evine de bu kanunun havası hâkimdi. Hele Zübeyde Hanım gibi bir genç kadın, o mahallenin en genç ve en güzel kadınlarından biri olur ve bu güzel kadının kendisiyle kocası arasında yirmi yaş gibi büyük bir fark da bulunursa, bütün mahallenin gözlerinin onların evi üzerinde daha uyanık bir merak içinde düğümleneceğini tabii görmemek mümkün değildir. Zübeyde Hanım da çevresinin bu merak ve ilgi havası içindeydi ve hep bu havayı teneffüs etti ve ondan gurur duydu.
Zaten bütün Osmanlı şehirlerinin Müslüman Mahallelerinde olduğu gibi, Selanik’teki Ahmet Subaşı Mahallesi’nde de toplumun muhafazakâr gelenekleri, mahalle toplumunun otoritesi, mahallenin nizamını, her türlü fazla rahatsız edici hareketlerden korurdu. Çevre halkının merakı karşılıklı bir ilgi çerçevesini hiçbir zaman aşamazdı. Eski Müslüman Mahallelerindeki evlerin zayıf duvarları, bu evleri çok defa, Orta Çağ kalelerinin surlarından daha iyi korurdu.
İşte bu hava içindedir ki Zübeyde Hanım, kendini tamamen eşine ve O’nun kaderine bağlamış genç ve güzel bir kadın olarak, Ahmet Subaşı Mahallesi’ndeki ‘Pembe Ev’de yaşardı. İşi icabı eşinin çok zamanlar evinden uzak kalmasına ve evde başka bir erkek olmamasına rağmen, mahallesinin yerleşmiş emniyeti içinde tam, bir sükûnla ömür sürüyordu. İşte, şimdi de eşine sunacağı ve hayalinde bin bir renkle süslediği yeni ve bu defa artık ömürlü olacak çocuğunu bekliyordu. İnanıyordu ki bu çocuk O’nun hem oğlu, hem de eşinin yokluğunda arkadaşı, koruyucusu ve sevgili küçük erkeği olacaktı…
Bebeğin doğumu yaklaştıkça Zübeyde Hanımın heyecanı gibi evin telaşı da arttı. Evin erkeği, o günlerde artık evinden ayrılmıyordu. Doğum öncelerinin gerektirdiği hazırlıklar, yakın kadın akrabaların evde daimi misafir kalışları, o gece gündüz havaya hâkim olan hem zevkli, hem endişeli bekleyiş, Ahmet Subaşı Mahallesi’ndeki “Pembe Eve” olağanüstü bir hava veriyordu. Hatta böyle zamanlarda bu hava, yalnız evin duvarları içinde de kalmaz, sokağa mahalleye taşardı. Çevrenin gözleri doğum beklenen evin üstünde ve kulaklar kiriştedir. Böyle anlarda o eve girenlerin ve o evden çıkanların gözlerinden bir şeyler okunmaya çalışılır. Evin içinde olduğu gibi sokağında, hatta mahallenin yakınca yerlerinde bile saygılı bir sessizlik hüküm sürer. Muhafazakâr Müslüman Mahallelerinde bu toplumsal bir gelenekti. Yalnız ev halkının değil, yakın komşuların, Mahalle Mescidindeki cemaatin bile namazlardan sonraki dualarında Tanrıdan, doğum yatağındaki tazeyle hayırlı kurtuluş dilemeleri, söylenmeyen, açığa vurulmayan, ama sessiz yerleşmiş bir yakınlık vazifesiydi.
Hülasa eski Müslüman Mahallelerinde yeni bir doğum bir evin, bir ailenin değil, mahallenin bir olayı idi. Onun içindir ki bu eski mahallelerde “Mahallenin Çocuğu” sözü, belirli ve yerleşmiş bir anlam taşırdı.
İşte, Zübeyde Hanımın son saatleri yaklaştıkça, yalnız Zübeyde Hanımların ev halkı değil, bütün yakınları, hatta bütün mahalle böyle sessiz, fakat geleneksel bir bekleyiş içindeydi.
Hele Zübeyde Hanımın evi?
O tabiatı ve mizacı icabı, iç duygularını açığa vurmayan sessiz görünüşüne rağmen tam bir sinir gerginliği yaşıyordu. Allaha tevekkülle, Allaha isyan arasında çatışmalı duygular içindeydi. Çocukları yaşamıyordu. Hâlbuki bu kadar güzel, bu kadar sadık bir eşin evliliğin hem mutlu belgeleri, hem neslin devamı olarak bu çocuklara o kadar bağlanıyordu ki? Ya bu sefer ki yaşamaz, Allah O’nu da kendilerine bağışlamazsa?
Zübeyde Hanım, kocasına belki biraz ihtirassız, ama kayıtsız şartsız bir teslimiyetle bağlıydı. Kocasının ise Zübeyde’ye karşı sessiz, biraz resmiyetle fakat eksilmeyen, ihtiraslı bir aşkı vardı.
Meselâ karısına, “Gülizar-ı cennetim Zübeydem” gibi lügatle benzetişlerle hitap etmeyi severdi.
Zübeyde Hanımın eşi Ali Rıza Efendi Selanikliydi. Selanik’in biraz orta hallice ailelerinin birindendi. Herhangi bir özelliği göze çarpmayan sakin, kendi halinde, zayıfça yapılı bir insandı. Aslında küçük bir memurdu. Fakat bu son doğum sıralarında özgür bir hayat tecrübesindeydi. Tabiatın en keskin belirtisi, Zübeyde ile evlenmek için olan ısrarıdır. Bu evlenme, öyle görünüyor ki O’nun hayatının tek önemli olayı olmuştur. Bu evlenme, o zamanki evlenmelerinde hemen hepsinde olduğu gibi oldu. Kız ve erkek birbirlerini görmediler. Anlaşma aracılar arasında yapıldı. Biraz çekişmeli, pazarlıklı da oldu. Ama bu evlenmeye sonradan gene de, masallarda rastlanan küçük bir hikâye karıştırılmıştır. İleride ve ailece benimsenen bu hikâyeye göre Ali Rıza Efendi, bir gece rüyasında aksakallı, nur yüzlü bir pir görmüştür. Bu pirin yanında sarışın güzel bir kız vardır. Aksakallı pir, Ali Rıza Efendiye:
—Bu kız senin kısmetindir, diye müjdelemiş ve ortadan kaybolmuştur.
Bütün masallarda olduğu gibi, Ali Rıza Efendi de, bu kıza rüyada ve hemen âşık olur. Gözlerini açınca da, O’nu bulmak ister. İlk işi ablası Hatice Hanıma koşmaktır:
—“Bana sarışın bir kız bulun!..Diye dayatır.
Gen o devirde ve bütün Müslüman çevrelerinde âdet olduğu gibi görücüler sokaklara düşerler. Her salık verilen sarışın kızın peşinden kapı kapı dolaşılır. Nihayet yolları Zübeyde Hanımların o zaman oturdukları pek mütevazı eve düşer. Hatice Hanım ekibi Zübeyde Hanımı görür, beğenirler. Bu haber Ali Rıza Efendiye ulaştırılır. Ali Rıza Efendi rüyasında karşısına çıkarılan kısmetin Zübeyde olduğuna hemen inanır.
Ondan sonra, iki taraf arasında, âdet olan konuşmalar, çekişmeler, pazarlıklar başlar. Her şeyden önemlisi kızla erkek arasında 20 yaş fark olmasıdır. Önce Büyükanne dayatır:
—Benim evlendirilecek kızım yok!
Ama bunun gibi dayatmalar, o zamanlardaki her evlenme öncesinde olağandır. Daha sonra iş biraz da “ağırlık” denilen başlık çekişmelerine dökülür. Çünkü Ali Rıza Efendi henüz adını duyduğu, rengini öğrendiği ve hayalinde süslediği Zübeyde Hanım ile mutlaka evlenme davasındadır. Hayatının en keskin ve belirli olayı da, belki işte bu dayatıştır. İşin sonunda araya Zübeyde Hanımın üvey kardeşi Hüseyin Ağa girer. Zaten Zübeyde Hanım tarafının, daha yakın başka bir erkek üyesi yoktur. Karar verilir ve âdet olan düğün dernekle Zübeyde Hanım, Ali Rıza Efendilerin gene Selanik’te Yenikapı Mahallesi’ndeki evlerinde yuvasına girer. O sırada Ali Rıza Efendi, eski Osmanlı Rumeli’sinin Yunanistan sınırında, Olimpos Dağı etklerinde, Çayağzı veya Papaz Köprüsü denilen dağlık, ıssız bir noktasında 3 lira aylıkla, gümrük muhafaza memuru bulunuyordu. Evlendiği sırada nihayet çocukluk yaşını aşmak üzere olması lazım gelen Zübeyde Hanımın, ilk dünya evine girişi işte böyle oldu.
Zübeyde Hanımın Ali Rıza Efendi ile evlenmesinden sonra ve Ali Rıza Efendi’nin Yenikapı’daki evlerinde arka arkaya üç çocuk doğurduğu bilinmektedir: “Fatma, Ömer ve Ahmet.”
Zübeyde Hanım, Ahmet Subaşı Mahallesinde ve kocasının artık kendileri için yaptırdığı ‘Pembe Ev’de (*https://www.sechaber.com.tr/pembe-evin-gecmisi/) yeni çocuğunu beklerken, bunların hiç biri hayatta değildi. Onun içindir ki Zübeyde Hanımın bütün ümidi yeni doğacak çocuğundadır.
Nihayet doğum ağrıları başlar. O sırada evde en tecrübeli kadın olarak Ali Rıza Efendi’nin annesi Ayşe Hanım bulunmaktadır. Selanikli Hati, yahut Hatice Kadın, ebe olarak çağrılmıştır. Doğum kolay olur. Genç annenin aylardır süren v doğumun en çetin ağrıları içinde bile bir saniye aklından çıkarmadığı büyük endişesi şudur:
—Kız mı, oğlan mı?
Gerçi hamileliği sırsında bütün yakınlarına:
—“Çocuğumun kız olmasını istiyorum,” demiştir amai içinden bütün duaları bir erkek çocuk içindir. Sarı saçlı, mavi gözlü, pembe yüzlü bir oğlan için…
Doğum tamam olup da ebe, çocuğu eline alınca, anne gözlerini kapar, nefesini tutar ve sormaya cesaret edemez ama her anı bir yıl kadar uzun gelen bu buhran içinde beklediği o müjdedir. O da gecikmez:
—Müjdeler olsun kızım, bir oğlan çocuğun oldu. Nur topu gibi. Allah uzun ömürlü etsin…
Müjdeyi veren, ebe Hati kadındı. Küçük anne onun son sözlerini işitir işitmez bile. Saadetinin heyecanı içinde kendini kaybeder. Haber, evin selamlık kısmında bir aşağı bir yukarı, fakat dışarıya vurulmayan ergin bir sinirlilik içinde dolaşan Ali Rıza Efendiye yetiştirilir.” (Kaynak: Şevket Süreyya Aydemir, “Tek Adam Mustafa Kemal,1979, 1.Cilt, Sf:19-28) ”
Bu anlamlı gün vesilesiyle sizler için seçtiklerim:
https://www.sechaber.com.tr/oglum-bana-daima-sefkatlidir/
https://www.sechaber.com.tr/bir-dehanin-annesi/
https://www.sechaber.com.tr/mustafa-kemalin-annesine-yazdigi-mektup/
https://www.sechaber.com.tr/zubeyde-hanimin-optugu-el/
https://www.sechaber.com.tr/annemin-mezari-onunde-yemin-ediyorum-ki/
https://www.sechaber.com.tr/mustafa-kemalin-langaza-ciftligindeki-anilari/
https://www.sechaber.com.tr/mustafa-kemali-uzen-hadise-annesinin-tekrar-evlenmesi/
https://www.sechaber.com.tr/gazi-mustafa-kemal-pasanin-ruyasi/
https://www.sechaber.com.tr/maresal-rutbesi-ve-gazi-unvani/
https://www.sechaber.com.tr/o-halde-sabiha-sultan-buraya-gelsin/
https://www.sechaber.com.tr/ataturkun-en-sevdigi-yemekler/
https://www.sechaber.com.tr/annem-bu-topragin-altinda-yatiyor/
https://www.sechaber.com.tr/ataturkun-anne-sevgisi/
***Bu yazı www.sechaber.com.tr için yazılmıştır. Bu yazının kaynak gösterilmeden kopyalanması ve kullanılması “5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası“na göre suçtur.