İstanbul’un Fethi’nin bu sene 570’inci yıl dönümü…
29 Mayıs günü, ülkemizde her sene bir öncekine göre çok daha parlak törenlerle kutlanmaktadır. “İhtifalci” lakabını alan Mehmet Ziya Bey 16 Haziran 1911 Cuma günü modern anlamda icra edilen Fetih kutlamaları ile ilgili: “Fatih’in İstanbul’da ilk Cuma günü namazını Ayasofya’da icra ettiği günü başlangıç olarak kabul ettik” demektedir. (İstanbul’un Fethi: 29 Mayıs 1453 Salı.)
570 yıl önce bugün Osmanlı Devleti’nin 7. Hükümdarı II. Mehmet komutasındaki Osmanlı ordusu 6 Nisan – 29 Mayıs 1453 tarihleri arasında 53 gün süren yoğun bir kuşatmanın sonucunda Bizans İmparatorluğu’nun başkenti olan İstanbul (Konstantinopolis)’u ele geçirmiştir. Olayın sonucunda Sultan II. Mehmet 1058 yıllık Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu’nu tarihe intikal ettirdiği gibi kendisi de “Fatih” unvanını almış ve Osmanlı Devleti, bir “İmparatorluk” haline gelmiştir. Bu fetih bazı tarihçiler tarafından “Orta Çağ’ı sona erdirip Yeni Çağ’ı başlatan olay” olarak kabul edilmektedir.
Türk tarihçi ve yazar Turgut Güler, “Şehsuvar-ı Cihangir Fetihname” eserinde: …”İstanbul’un fethi söz konusu olduğunda, yerli – yabancı pek çok söz ve kalem sahibi, hemen çağ açma-kapatma ameliyesinden bahsetmektedirler. Bu hüküm, Hristiyan Âlemi için, muhakkak ki doğrudur. Skolâstik zihniyetin batağında bocalayan, bütün hayat anahtarlarını kiliseye ve dolayısıyla ruhban sınıfına devreden Avrupa Fatih Sultan Mehmet Han’ın şahsında ve icraatında tanıdığı Müslüman Türk zihniyeti karşısında, önce silkinmiş ve sonra da eski defterleri kapatmıştır. Bu suretle başlayan Yeni Çağ, Hristiyan Avrupa’nın Yeni Çağı’dır. Bizim ise asla yaşanmış bir Orta Çağ’ımız olmamıştır. Türk idraki, İslam dairesine girmeden önce de parlak bir vadide dolaşıyordu. İslam dinini benimsedikten sonra, önceki ahvali ile İslami hasletleri birleştirdiğinde, herhangi bir acemilik, çıraklık dönemi yaşamadan, yeni dininin en büyük müdafii durumuna yükseldi. Dolayısıyla, Türk milletinin geçmiş yekûnunda Orta Çağ yoktur. İstanbul’un fethi ile birlikte söylenen çağ kapatma ve açma fiilleri, bizim dışımızda, fakat bizim sayemizde tahakkuk eden işlerdir. Burada Türk’ün hissesine düşen, sadece, pek temiz imrenilecek zihin beden hasletleridir…”
-“Osmanlı, bir Devlet midir yoksa İmparatorluk mu?:
Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlarından Prof. Dr. Mehmet Ali Beyhan, ‘AA Haber Ajansı’ muhabirine, tartışmalarla ilgili değerlendirmesinde: …”Osmanlı İmparatorluğu tabirini Batılıların kullandığını, Osmanlı metinlerinde bu tabirin hiç geçmediğini belirterek, Osmanlı Devleti bir imparatorluk değildir. İmparatorluk demek, birilerini sömürmek, zenginliklerini götürmek, kimliğini yok etmek, asimilasyona tabi tutmak demektir. Osmanlı Devleti bunu yapmamıştır” demiştir.
Atatürk, Nutuk’ta: …”Hiçbir millet, milletimizden ziyade yabancı unsurların itikat ve âdetlerine riayet etmemiştir. Hattâ denilebilir ki, diğer din sahiplerinin dinine ve milliyetine riayetkâr olan yegâne millet bizim milletimizdir. Fatih İstanbul’da bulduğu dini ve milli teşkilatı olduğu gibi bıraktı. Rum Patriği, Bulgar Eksarhı ve Ermeni Kategigosu gibi Hristiyan din reisleri imtiyaza sahip oldu. Kendilerine her türlü serbestlik verildi. İstanbul’un Fethi’nden beri, Müslüman olmayanların elde ettikleri bu geniş imtiyazlar, milletimizin dinen ve siyaseten en müsaadekâr ve civanmert bir millet olduğunu ispat eden bariz delillerdir (Nutuk, III, Sf:1183).”
– Patrikhane: Ortodoks mezhebinin merkezi. 4.yüzyılda Büyük Konstantin tarafından kurulmuş, Fatih‘in İstanbul’u fethinden sonra da varlığını sürdürmüş, Lozan Anlaşması ile yerinde bırakılmışsa da ayrıcalıkları kaldırılmıştır.
-Ermeni Patrikhaneleri: İki tane Ermeni Patrikhanesi vardır. Bunlardan biri, İstanbul Kumkapı Gregoryen Ermeni Patrikhanesi, diğeri Kudüs Gregoryen Ermeni Patrikhanesidir. İstanbul’daki patrikhane, Fatih Sultan Mehmet’in emri ve izni ile kurulmuş, Kudüs‘teki patrikhane ise, Osmanlı yönetimini Yavuz Sultan Selim‘in Mısır Seferi sırasında tanımış ve onun izni ile varlığını sürdürebilmiştir.
Atatürk, …”Biliyorsunuz ki ilk kapitülasyon Fatih zamanında, İstanbul’da oturan Cenevizlilere verilmiş, biraz sonra genişletilmiş ve başka milletleri de içine almıştır. Yine pekâlâ biliyorsunuz ki, milletin içinde yaşayan Hristiyan unsurlara imtiyaz, aynı tarihte verilmiştir. Fakat milletin hakiki kaynaklarıyla o kadar ilgili olan bu imtiyazlar verile verile o kadar büyüdü ki millet, sırtına yüklenen bu yükün altında kıvranmaya başladı. Tahammül edememeye başladı. Onları, bir hediye ve bağış olarak alanlar, sonraları bu imtiyazları bir kazanılmış hak olarak telakki ettiler. Onunla da kanaat etmediler. Her vesileden istifade ile onları arttırmak e genişletmek vasıtalarına gittiler. Hükümeti tehdide kalkıştılar. Efendiler, haşmet ve gösteriş içinde vakit geçirmeye alışan bu padişahlar, saray ve erkânı, debdebeyi devam ettirmek kanaatinde bulunuyorlardı. Onun için devletin hakiki kaynaklarını kuruttuktan sonra muhtaç oldukları parayı hariçten tedarike kalkıştılar. Bunun içinde birçok borçlanmalar yaptılar. Milletin bütün kaynaklarını vermek ve haysiyet ve şerefini feda etmek suretiyle o borçlanmaları yaptılar. Bir gün, o paraların faizlerini ödenmeyecek hale getirdiler. Devlet, cihan gözünde iflas etmiş sayılırdı.”
-“Fatih Sultan Mehmet Osmanlı Devleti’ni bir dünya İmparatorluğu durumuna getirmek istiyor muydu?:
…”Balkanlardaki Sırbistan ve Mora fetihlerinden sonra Karadeniz‘deki Ceneviz (Amasra), Candaroğlu (Sinop) ve Pontus (Trabzon) hâkimiyetlerine son verdi. Yeniden Balkanlara dönerek Erdel, Eflâk ve Bosna‘yı hâkimiyetine almasıyla, buralarda iddia sahibi olan Venedik‘le savaşa tutuşmak mecburiyetinde kaldı.
Batı cephesinde bu işlerle uğraşırken doğuda Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan, Anadolu‘da Osmanlı Devleti aleyhine hareketlere girişince, Fatih, buraya sefer düzenleyerek Otlukbeli Savaşında Uzun Hasan‘ı yendi (1473). 1479‘da Kırım Hanlığı Osmanlı hâkimiyetine girdi. Bundan sonra Balkanlarda ve Akdeniz‘de Arnavutluk, Boğdan, Rodos gibi bölgelerde Osmanlı-Venedik mücadelesi devam etti. Yeni bir sefer hazırlığı içinde Üsküdar‘dan Gebze yakınındaki Hünkâr çayırına geldiği bir sırada “3 Mayıs 1481 tarihinde gut hastalığından ya da zehirlenerek öldü.” Fatih‘in saltanatı, Osmanlı Devleti‘nin imparatorluk yönündeki dönüşümünde dönüm noktası oldu. İstanbul’un fethiyle O, bütün Hristiyan batıya meydan okuyor ve Doğu Roma‘nın mirasçısı olarak ortaya çıkıyordu. Öte yandan bu fetihle İslamiyet’in ilk hayallerinden birini gerçekleştirmiş, İslam dünyasında gaza’nın en büyük temsilcisi durumuna gelmişti. Hristiyan ve İslam dünyasını egemenliği altında toplayarak Osmanlı Devleti‘ni bir dünya İmparatorluğu durumuna getirmek istiyordu.” (Bakınız: ,“Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, I-III” Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Araştırma Merkezi, Divan Yayıncılık 2006.)
-“Batılılar Osmanlı İmparatorluğu tabirini neden kullanmıştır?”
Türk Tarih Kurumu internet sayfasına göre; -“Türkler, göçlerle çıktıkları anayurt dışında devletler kurduğu gibi anayurtta da birçok devletler kurmuşlardır. Bunların bilinen en eskisi Hun (Hiyung-nu) devletidir. Çin müverrihleri milattan 2000 yıl evveline doğru Hunlardan bahsederlerse de Hun tarihinin asıl belirti safhası M.Ö. Üçüncü asırdan başlamaktadır. Teoman ve Mete (M.Ö. 209 – 174) Hunların en meşhur hükümdarlarıdır. Çinliler meşhur Çin seddini Hunların akınlarından korunmak için yapmışlardır.
Orta Asya’da kurulan ilk Türk devleti olan Hun İmparatorluğu Çinlilerin uğraşmaları sonunda önce ikiye ayrılmış, sonra ya(ı)kılmıştır. Çinlilerin idaresini kabul etmeyen Hunlardan büyük kütleler batıya Güney Rusya yolu ile Orta Avrupa’ya kadar gitmişlerdir. Batıya göç eden Hunların, bugünkü Macaristan’da devlet kurarak kuzey İtalya e Fransa’ya doğru yaptıkları akınlar, Ortaçağ’ın başındaki kavimler göçünün sebeplerini teşkil etmektedir. Büyük Hun ya da Avrupa Hun İmparatorluğu’nun hükümdarı Atilla aynı zamanda Türk tarihinin de en meşhur şahsiyetlerinden biridir… (Bakınız: Osmanlı Tarihine Giriş, “Türklerin İslamiyet’i Kabulünden Evvelki Devletleri ve Batıya Yürüyüşleri”, ttk.gov.tr.)
Türk tarihinin en meşhur şahsiyetlerinden biri olan Atilla, 395 – 453 yılları arasında Hun İmparatoru olarak yaşamış, Avrupa’da “Tanrının Kırbacı” olarak anılmıştır. Tarihte papaya diz çöktüren tek hükümdardır. Çünkü Atilla, Batı Roma İmparatorluğu’na sefer düzenlerken Papa Büyük Leo’nun araya girmesiyle İtalya seferini durdurmuş, Romalıları haraca bağlamıştır. Tuna’yı iki kez geçen Atilla, Balkanları yağmalamış ancak Konstantinopolis’i ele geçirmeye gerek duymamıştır.
Batı ve Doğu Roma İmparatorluklarının en korkulan düşmanlarından birisi olan Atilla, MS 453 yılında, son eşi “İldiko” tarafından zehirlenerek öldürülmüştür. Yazar Hüseyin Hakkı Kahveci’ye göre, …”Aslında karısı olarak evlendiği kadın bir katil olarak görevlendirilmiş, gerdek gecesindeyken öldürülmüştür. Mezarının yeri kesin olarak bilinmemektedir. Cenazesine katılanlar, mezarının yerinin bilinmemesi için öldürülmüştür. Tıpkı halen Cengizhan’ın mezarının yerinin bilinmemesi gibi…” (Bakınız: “Atatürk’ün Katilleri”, İstanbul – Destek Yayınları: 1216. , Araştırma: 296. , Sf:44.)
-“Fatih Sultan Mehmet’i kim öldürdü?
İstanbul’un Fethi, Atilla’nın MS 453’te öldürülmesinden 10 asır sonra yani 29 Mayıs 1453’te gerçekleşmiştir. Ünlü bir tarih araştırmacımız olan Yılmaz Öztun’ya göre Sultan II. Mehmet’de tıpkı Avrupa Hun İmparatoru Atilla gibi Venedik tarafından zehirletilerek öldürülmüştür: “…Bu Venedik’in Padişah’ın şahsına tevcih edilmiş on beşinci ve sonuncu suikast olup, diğer on dördü hedefine ulaşamamıştı. Venedik nihai teşebbüsü Fatih’in hususi hekimlerinden Venedikli bir Yahudi olup güya ihtida eden ve Yakup Paşa adını alan Maestro Iacopo vasıtasıyla yapmıştı. Venedik muvaffak olduğu takdirde Iacopo’ya bugünkü (1977) rayiçle 1.450.000.000 TL gibi pek muazzam bir meblâğ vaat etmekle kalmıyor, Iacopo’nun kendisi ve neslinden gelecek bütün ahfadı için Venedik vatandaşlık hukuku tanıyor, bunları cumhuriyetin bütün vergi ve mükelleflerinden muaf tutuyordu. Fatih Üsküdar’a geçtiği gün yani 25 Nisan’da zehirlenmeye başlamış, sonra tedavi yapıldığı iddiasıyla zehrin dozu arttırılmıştır. Fatih’in ölümünü yakından bilen Âşıkpaşazade, padişahın ciğerinin doğranarak kan kustuğunu yazmaktadır. Hakanın suikasta maruz kaldığı derhal anlaşılmış, Maestro Iacopo namı değer Yakup Paşa, hükümdarın ölümünden az sonra Türk askeri tarafından parça parça edilmiş, Icapo muazzam milyonlarına kavuşamamıştır.”(Bakınız: “Büyük Türkiye Tarihi, c.3 İstanbul 1977, Sf:126.)
Yine de Fatih Sultan Mehmet devrinin ve sonrasının yerli ve yabancı bütün kaynakları Fatih’in ölümü için “Nikris” hastalığından dolayı 3 Mayıs 1481 günü Maltepe’de vefat ettiği konusunda hemfikirdirler.
-Fatih Sultan Mehmet’in siyaseti neydi?
Atatürk, Osmanlı tarihi ve padişahların siyaseti hakkında şunları söylemektedir:
…”Osman Bey kendi adına ve hesabına bağımsızlığını ilan etti ve Osmanlı devletinin esasını kurdu. Bu devlet kuzeye ve kuzeybatıya doğru genişlemeye başladı. Osmanlı tarihini incelersek görürüz ki, bu; bir millet tarihi değildir. Milletin uzun geçmişteki durumunu ifade eden bir şey değildir. Belki milletin başına geçen birtakım insanların hayatlarına, ihtiraslarına, teşebbüslerine ait bir öyküdür.
İstanbul’u alan büyük Fatih; bu azametli ve kudretli padişah, gerçekten bütün İslam dünyasının bütün Türk dünyasının haklı iftihar edebileceği bir kişidir. Bazı kusurları görmezden gelinirse, bütün dünyanın büyüklük adına takdir edebileceği şahsiyettir.
Kendi büyüklüğüyle uyumlu bir siyaset izledi. Bu böyle olmakla beraber bütün bu devirlerde devlet adına belli bir siyasi yön yoktu. Belki devletin ve milletin başına geçen insanların kendine özgü siyasetleri vardı ya da yoktu.
Açıklamak için önce arz edeyim:
Örneğin Fatih Sultan Mehmet’in siyaseti neydi?
Bunu açıklarken sanılmasın ki bu siyaseti açık olarak ifade eden tarihçiler vardır. Biz bu siyaseti onun davranışından ve eyleminden çıkaracağız.
Fatih Sultan Mehmet kendi atalarının kurmuş olduğu Osmanlı Devleti ile Selçuklu Devleti tacına konmuştu ve İstanbul’un fethiyle Doğu Roma İmparatorluğu’nun da mirasına konmuştu. Bundan sonra batıya doğru genişlemek istiyordu.
Fatih istiyordu ki Roma’yı da alsın ve Batı Roma İmparatorluğu’nun tacıyla başını süslemek istedi. Böyle batıya doğru giden geniş bir cephe üzerinde yürüdü ve başarılı da oldu. Fakat bu kadar geniş ve bu kadar büyük bir siyasette başarılı olduktan sonra bile yürüyebilmek için dayanabilecek güçlü bir iç siyaset, güçlü bir iç örgütlenme ve özellikle metin, esaslı bir iç yönetim gerekirdi. Birçok Avrupa memleketi zapt olundu. Fakat oralarda İslam öğeleri yoktu. Çeşitli milletler vardı.
Denilebilir ki Fatih’in siyaseti bir Batı siyaseti idi.
Ancak dış politikada güçlü olabilmek için güçlü bir iç politika gerekir. Fakat Fatih Sultan Mehmet güçlü bir iç örgütlenme nasıl yaratabilirdi?
O zamanın iç görünümüne bir göz gezdirelim.
Fetih ve zapt olunan memleketler asıl unsur ile hemırk değildi, hemcins değildi, hemdin değildi. Her biri başka dinde, ırkta, mezhepte milletlerdi. Şahane memleketinde yaşayanlar çeşitli milletlerden oluşuyordu. Dolayısıyla onlara ayrı ayrı örgüt ve ayrıcalık gerekiyordu ve öyle yapıldı ve böyle bir zemine dayanarak bütün Avrupa’yı istilaya kalkıştı. Fatih bu siyaseti izlediğinden az çok başarılı olmuştur.
Fatih’in bu siyaseti kuşkusuz kendine özgü bir siyasetti, kişisel bir siyasetti.
Fakat bir devlet siyaseti değildi. Ancak bir siyaset, bir devlet ve millet siyaseti olmadıkça yaşayamaz. Özellikle o devleti kuran asıl unsurun refahına ve gerçek mutluluğuna yönelik bir siyaset kabul edilemezdi. Böyle olabilmek için Fatih’ten sonra bile gelenlerin de aynı siyaseti yıllarca ve yüzyıllarca aynı program içinde izlemeleri gerekirdi. Oysa öyle olmadı. Çünkü devlet siyasetinin bir kişinin kafasından, asıl unsurun vicdanından çıkması gerekirdi. Böyle değildi ve böyle olmadığı için kendinden sonra gelenler kendilerine özgü fakat birbirinden başka başka siyaset izlediler.
İnsanların hayatı kısadır. Fatih’in ölümünden sonra Beyazıd başka bir siyaset izledi. Bu siyasetin rengini ifade etmek mümkün değildir. Beyazıd çok dindardı ve dindarlığı taassup derecesindeydi. Fatih’in siyasetini izlemedi…” (Bakınız: Erol Mütercimler, “Fikrimizin Rehberi Gazi Mustafa Kemal”, Alfa Yayıncılık 2008, Sf: 788.)