Atatürk’ün bütün yakınları O’nun büyük bir duygu insanı olduğunu anlatırlar. Hatta birçok kez gözyaşlarını tutamadığını söyleyenler de az değildir. Örneğin, Türk Tarih Kurumu kurucu üyelerinden, sonradan Yusuf Akçura’nın vefatı üzerine Atatürk tarafından 1935’te Kurum Başkanlığına getirilen Hasan Cemil Çambel, Atatürk’ün Samih Rıfat (Yalnızgil)’i anarken gözlerinden iki damla yaş süzüldüğünü anlatmıştır.
Hatıratlarda başka örnekleri de bulmak mümkündür.
Mesela, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk kadın Tarih öğretmeni Fatma Refet Angın, 20 – 25 Eylül 1937 tarihleri arasında yapılan İkinci Tarih Kongresinde delege olarak bulunduğu sırada Atatürk’ün gözyaşına şahit olduğunu şöyle anlatmıştı:
(—) “O da bir hassas insandı ve elbette O da ağlardı. Profesör Pitart konferansını bitirip kürsüden inince, Atatürk yerinden heyecanla kalktı, kürsüye geldi, ünlü konuşmasını yaptı ve dedi ki:
-…“Türkler, Orta Asya’dan çıkıp dünyaya yayılmış ve her yere medeniyet götürmüşlerdir. Profesör Pitart, biraz önce size, bu olayı bütün delilleriyle ortaya koymuş bulunuyor. Türkler, dünyanın medeniyet hocasıdır.”
Atatürk, bu sözlerini boğazı düğümlenerek bitirdi. Evet, Atatürk ağlıyordu, gözyaşları birer inci tanesi gibi iniyordu o güzelim gözlerinden. Kürsüden, ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’ sözleriyle inerken, heyecan doruk noktasına çıkmıştı…”
Atatürk’ün Harbiye’den sınıf arkadaşı, sonraki yıllarda da Garp Cephesi Komutanlığı, Moskova Büyükelçiliği ve Nafia (Bayındırlık) Bakanlığı yapmış olan General Ali Fuat Cebesoy da Atatürk’ün gözyaşlarına değinerek şunları anlatmıştır:
(—)“Trablusgarp Savaşı başlamıştı. Ordunun Manastır’daki kurmay heyetine atanmıştım. Selanik’e uğradım. Üç yıldır görmediğim Mustafa Kemal’e iki gece misafir oldum. Mustafa Kemal Trablusgarp’a gitme hazırlıkları içindeydi. Birlikte Beyazkule bahçesine indik. Mustafa Kemal’in mahzun bir hali vardı:
—“Sende bir şey var,” dedim. “Ne oldu?”
-…”“Bir şey yok,” dedi. “Fakat üzüntülüyüm. Doğup büyüdüğüm Selanik acaba Türklerin elinde kalacak mı? Ben eğer Trablus’tan dönersem yine buralara dönecek miyiz?”
—“Ne demek istiyorsun!”
-…“Korkuyorum Fuat, korkuyorum!”
O gece saatlerce konuştuk. Balkanlar’ın durumunu ele aldı. Hükümet adamlarının ilgisizliğini üzüntüyle anlattı. Mahmut Şevket Paşa’ya bu tehlikeleri birer birer sayıp döktüğünü söyledi ve “Paşa artık cemiyete söz geçiremiyor,” dedi.
O gece ay Olimpos Dağları’nın arkasında kaybolurken içini çekerek,
-…“Ah Selanik! Seni bir daha Türk olarak görecek miyim?” dedi.Baktım ağlıyordu. O altın sarı saçlarını, teselliye çalıştım. Ben Mustafa Kemal’in bütün ortak yaşamımız boyunca bu derece üzüntülü olduğunu görmedim. (1)”
Ali Fuat Cebesoy’un başka bir gözyaşı anısı da şöyledir:
(—)”Ben Mustafa Kemal’in bir defa ağladığını gördüm. Fakat onun anlamı çok başkaydı…
Büyük Millet Meclisi’nin 29 Temmuz 1922 tarihli oturumunda ordunun Kurban Bayramını kutlamak için Batı Cephesi’ne bir heyet gönderilmesine karar verilmişti. Benim başkanlığımda olan heyette, Burdur mebusu şair Mehmet Akif de vardı. 1 Ağustos sabahı otomobillerle Ankara’dan ayrıldık. Bayramın ilk günü cephe kumandanlığına ulaştık. Görevimizi 4-5 gün içinde tamamladık.
Kahraman askerlerimizin umutlu bakışları bizlere zafer günlerinin pek uzak olmadığı duygusunu vermişti. “Yarabbi bizi zafer günlerine kavuştur” diye dualar etmiştim. Subay ve askerlerin maneviyatı çok yüksekti. Hatırladıkça hala titrerim. Bir tümeni teftiş ediyorduk. Hepsi aslanlar gibiydi. Mehmet Akif kendinden geçmişti. Dudaklarından kendi yazdığı İstiklal Marşı’nın şu dizeleri dökülüyordu:
(…) “Ben ezelden beridir hür yaşadım hür yaşarım, Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım”
Akif’in gözlerinde yaşlar tanelenmişti.
—“Akif Bey, siz ağlıyorsunuz,” dedim.
-“Ne yapayım, heyecanımı zapt edemiyorum. Fakat paşam, sizin de gözleriniz yaşlı,” dedi.
Arkadaşım doğruyu söylüyordu. Gözlerimdeki taneler sevinç gözyaşlarıydı. Ankara’ya döndükten sonra Gazi’ye bu olaydan söz ettim. Beni dinlerken o ışık saçan gözlerinde biriken yaşlar birden yüzüne döküldü, ağlıyordu.
“Fuat Paşa, muzaffer olacağız,” dedi.
Falih Rıfkı Atay ise Maarif Vekili Mustafa Necati Bey’in hiç beklenmedik bir anda ölümü üzerine Atatürk’ün duyduğu üzüntüyü şöyle anlatmıştır:
(…) “Zavallı Necati, Millet Mekteplerini açacağı sırada genç yaşında öldü. Hastalığından bir akşam önce Çankaya’da beraberdik. Atatürk ve arkadaşları neşe içindeydiler. Miskinler tekkesinde neler konuşulduğunu düşünmüyorduk. Türk kafasını ve vicdanını Ortaçağ kimliğinden, yeni zamanların aydınlıklarına ulaştırmak için çırpınan bir kahramanın yoldaşlarıydık.
Necati heyecan içinde ayağa kalktı. Pek sevdiği zeybeğini oynadı. Kör bağırsağının ameliyatı için hekimlerin önerilerini dinlememişti. Her sıçrayışta bir zehir kâsesinin delinerek içine aktığını bilmiyordu. Ertesi sabah ateşler içinde yattı. Millet Mekteplerini sayıklayarak öldü. Atatürk’ün hıçkırıklarla ağladığını o zaman görmüştüm. Yüzbinlerin ölümüne göz kırpmadan bakan bir irade bir ana kalbi kadar yumuşamıştı. (3)”
Atatürk’ü yakından tanıyanlarbazı anılarında, O’nun özel yaşamında ne kadar neşeli olduğunu ve hiç ağlamadığını da aktarmışlardır.
Atatürk’ün hayatının son 13 yılında her zaman yakınında bulunmuş ve yakın tarihimizin dönüm noktalarının hem aktörü hem de tanığı olmuş, Prof. Dr. Ayşe Afet İnan Hanımefendi, Atatürk’ün neşesi hakkında şöyle diyor:
(—) “Atatürk, neşeli olmayan insanlardan iki türlü şüphe ederdi, “Ya hastadır veyahut o insanın başkalarına bildirmek istemediği bir kuruntusu, bir derdi vardır,” derdi (4).
Türk, Sinema ve Tiyatro sanatçısı Vasfi Rıza Zobu:
(—) “Hayır, Atatürk ağlamazdı. Yani öyle bizim anladığımız manada, hüngür hüngür ağlamazdı, ama yalnız bir defasında O’nun gözyaşını gördüm. Gözpınarlarının hemen ucunda. Manası büyük bir gözyaşı…
O da bir gün Çankaya’daki köşkünde balkonda oturuluyordu. Gece saat üç raddelerinde balkona çıktık. Yanında oturuyordum. O balkonu bilir misiniz? Uzunca bir balkondur o. Uzun balkonda sandalyeler var, sağlı sollu davetliler oturuyor. Gözüm takıldı benim. Taa, balkonun öbür köşesinde, parmaklığında, bir şey geçiyor böyle. Parlak bir şey bir sağa gidiyor. Bir müddet sonra o parlak şeye lamba vurmuş da parlıyor. Dalmış da ona bakıyorum. Farkına vardı, “Neye bakıyorsun sen öyle?” dedi. Anlayamadım dedim, o parlak şeye gözüm takıldı. Baktı, “Nöbetçi,” dedi; “Beni bekliyor. İşte bu çocuk,” dedi. Anadolu’nun taa bir ucundan kalkmış buraya gelmiş, beni muhafaza için. Bak sabah oluyor, uykusuz, beni bekliyor bu Türk çocuğu,” dedi. “Türk çocuğu, Türk askeri riayetkârdır, fedakârdır. Ve bunu söylerken dikkat ettim, gözü yaşardı. Öyle yaş akması değil, bir nem, bir ıslaklık. Türk çocuğuna, Türk askerine, onun fedakârlığına hayranlık besleyen, O’nun zaferler kazanacağına iman etmiş, O’nunla yola çıkmış, zafere ulaşmış bir kumandanın, dünyalar kadar kıymetli bir gözyaşı idi bu. Yani askerlerinden emin olma duygusu… Askere inanmış, Türk’e inanmış Atatürk’ün gözyaşı kalbindedir.”
Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk kadın seramik sanatçısı Füreya Koral:
(—)“Atatürk, her yönüyle büyük bir adam. Büyük adam olmak kolay değil, örnek inan olmak kolay değil… O, kalbiyle ağlayan ve gülen bir insandı.”
Türk müzik tarihçisi eğitimci ve yönetici olarak Cumhuriyet döneminin önde gelen aydınlarından Prof. Cevad Memduh Altar:
(—) “O kadar zarif, o kadar ince adamdı ki, O ne ağladığını göstermiştir ne de herhangi bir şeyden hoşlandığı zaman kahkaha atmıştır.”
Türk müzikolog, folklor uzmanı, eğitimci ve sanatçı Sâdi Yâver Ataman:
(—) “O’nun ne kadar hisli bir adam olduğunu herkes bilir. En acı, en karmaşık olaylar karşısında çelik gibi yüreğe sahip olan Atatürk’ü, ancak bir sanat olayı ağlatabilirdi.”
Kaynakça:
(1): Ali Fuat Cebesoy, “Sınıf Arkadaşım Atatürk”, Temel Yayınları, 3.Baskı, 2013, s:218.
(2): Ali Fuat Cebesoy, “Sınıf Arkadaşım Atatürk”, Temel Yayınları, 3.Baskı, 2013, s:235.
(3): Hıfzı Topuz, “Atatürk Sesleniyor”, Remzi Kitapevi, 2.Baskı, 2016, s:92.
(4): Prof. Dr. Ayşe Afet İnan “Atatürk Hakkında Hatıralar, Belgeler”, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, s:300.