Tarih: 2 Aralık 1930. Günlerden Salı;
ATATÜRK, bugün öğleye kadar sarayda istirahat etmiştir, öğle yemeğinden sonra yanında İçişleri Bakanı Şükrü KAYA, Kütahya Milletvekili Recep Beylerle öteki mutat kişiler olduğu halde, saat 14.00’de saraydan otomobille ayrılmış, Yıldız’daki Harp Akademisi’ne gitmiştir.
ATATÜRK, burada Akademi Müdürü Basri Paşa ile öğretmenler tarafından karşılanmıştır. ATATÜRK, önce levazım sınıflarına girmiş, Fransızca ders verilmekte olan üçüncü sınıftan sonra öteki sınıfları da ziyaret etmiştir. Bu iki sınıftan birinde Almanca, ötekinde İngilizce ders vardı. ATATÜRK, Basri Paşa’dan bilgi aldıktan sonra akademiden ayrılarak o civarda bulunan Mülkiye Mektebi’ni (Siyasal Bilgiler) ziyaret etmiştir. Bu sırada öğrenciler talimde olduklarından sınıflarda ders yoktu. ATATÜRK burada da müdürden bazı bilgiler aldıktan sonra okuldan ayrılmış, Nişantaşı yolu ile Harbiye Mektebi’ne (Kara Harp Okulu’na) gitmiştir. ATATÜRK ‘ü bir askeri müfreze selamlamış, okul müdürü ile öğretmenler karşılamışlardır. ATATÜRK, bazı sınıflara girmiştir. Bu sınıflardan birinde istihkâm, ötekisinde silah fenni dersleri okutuluyordu.
ATATÜRK öğretmenlerle bir süre konuştuktan sonra öğrenciler arasında oturarak ders dinlemiştir.
ATATÜRK, yatakhaneleri de gezdikten sonra, okuldan ayrılırken:
-…”OKUL, BEN BURADA ÖĞRENCİ OLDUĞUMDAN FARKSIZDIR. BU BİNA ARTIK BİR OKUL OLMAKTAN ÇIKMIŞTIR. HATTA CUMHURİYET ORDUSU İÇİN BİR KIŞLA DAHİ OLAMAZ. BİR AN ÖNCE ORDUNUN YARINKİ SUBAYLARINI BU BİNADAN ÇIKARMAK GEREKİR,” demiştir.
ATATÜRK öğrencilerin dikkatinden, öğretmenlerin yeterliliğinden çok memnun kaldığını söyleyerek okul müdürüne teşekkür ederek, Harbiye Mektebi’nden (Kara Harp Okulu’ndan) ayrıldıktan sonra saat 15.00’te Galatasaray Lisesine gelmiştir.
ATATÜRK ‘ün, 40 dakika kaldığı Galatasaray lisesindeki anısına geçmeden önce, Sayın Falih Rıfkı ATAY ’ın “ÇANKAYA” adlı eserinin “29 – 30 – 31 – 32 – 33” sayfalarında “Pangaltı” başlığı altında, ATATÜRK ‘ün Harbiye Mektebi (Kara Harp Okulu’na) ile ilgili anıları bulunmaktadır.
Sayın ATAY şöyle anlatır;
—“ Manastır idadisini bitiren Mustafa Kemal 13 Mart 1989 da Pangaltı’da harp okuluna girdi. İki ay içinde üstünlüğünü tanıtarak sınıfının çavuşu olmuştur. Kendisi der ki: << İdadide iken inatla çalışıyorduk. Sınıfta birinci ikinci olmak için hepimiz gayret içindik. Harp okulunda matematik merakım devam etti. Fakat birinci sınıfta saf gençlik hayallerine kapıldım. Dersleri gevşeğe aldım. Yılın nasıl geçtiğinin farkında olmadım. Ancak dersler kesilince kitaplara sarıldım.>>
İkinci sınıfa geçtikten sonra derslerine daha fazla sarılmıştır. Şiir’i bırakmışsa da iyi konuşmak başlıca hevesleri arasında idi: << Tatil saatlerinde hatiplik idmanları yapardık. Ellerimizde saat, bu kadar zaman sen, bu kadar ben, diye yarışma ve tartışmalar tertiplerdik.>>
Üçüncü sınıfta, hele kurmay sınıflarında memleket kaygısına düştü. Batıyorduk, kurtulmanın yolunu aramalı idi. Buna ordu ön ayak olacaktı. Subaylar aralarında teşkilatlanmakta idiler. Bir gün gençlik üzüntülerini şöyle anlatmışlardı: << Harp Akademisi’nde bir subay. Henüz yirmi yaşında. Kendisini, ne olduğunu pek de anlayamadığı bir takım düşünce ve duygulara kaptırmıştır. Küskündür. İsyanlıdır. Neye ve kime karşı? Niçin? Sorsanız pek de cevap veremez. Bir gün arkadaşlarından biri:
—“Sen kalk borusunda hiç uyanmıyorsun. Nöbetçi subay karyolanı sarsmadıkça kalkmıyorsun. Nen var senin?”
-…”YATAĞA GİRDİKTEN SONRA UYKUYA DALAMIYORUM. GÖZLERİM SABAHA KADAR AÇIK. TAM UYUYACAĞIM ZAMAN DA KALK BORUSU ÇALMAK ÜZERE.”
Bir gün asker hocalardan biri sınıfta öğrencilerle bir mesele verdi:
—“Savaş nedir, artık biliyorsunuz dedi, fakat bir de gerilla vardır. Bu kolay bir şey değildir. Gerillayı yapmak da bastırmak da güçtür.”
Sonra bir masal üzerine öğrencileri imtihana çekti:
—“Osmanlı İmparatorluğunun Devlet Merkezi İstanbul. Farz ediniz ki şu veya bu sebepten Boğaziçi’nin doğu kıyısı ile İzmit Körfezi arasında halk Devlete isyan etmiştir. Şimdi soruyorum: Halk böyle bir isyanı ne için yapabilir? Devlet bu isyanı ordusu ile nasıl bastırabilir?”
Bu suallere en iyi cevabı o uyumayan dalgın çocuk, Mustafa Kemal verdi. Çünkü aklı fikri çok zamandan beri böyle hayallere saplı idi.
Daha Harp Okulu’nun son sınıfında yakın arkadaşları ile el yazısı bir dergi çıkarmışlardı. Lider O, ve sorumluluğun en ağır yükü de onun omuzlarında idi. Kurmay sınıflarında derginin yayınlanmasına devam ettiler. Akademi birinci sınıfının yanında, okullarından teğmen çıkan veterinerlerin yüzbaşısı olarak orduya katılabilmek için, eğitimlerini tamamladıkları bir ders odası vardı. Orayı seçtiler. Veteriner teğmenlerin sayıları azdı. Aralarında uyanık gençlerde vardı.
Dergi bu odada hazırlanır, sonra gizlice elden ele geçerdi.
Sarayın korkunç hafiyelerinden biri nasılsa haber alıp Jurnal eder. Okul nazırı çağrılıp bir güzel azar yerse de okulda böyle şeyler olmadığını söylemekten vazgeçmez. Bir gün kendisi der odasını bastı, hepsini suçüstü yakaladı. Değerli bir asker değildi. Ama vicdanlı ve namuslu bir kimse idi. Eğer isteseydi hepsinin asker mesleğinin son bulacağına şüphe yoktu. Dergiyi görmemezlikten geldi.
—“Ne diye başka şeylerle uğraşıp derslerinize çalışmıyorsunuz?” demekle yetindi.
Fethi, sonradan soyadı “OKYAR”, Mustafa Kemal’in sonuna kadar arkadaşlarından ve bir aralık Başbakan, ateş püskürecek ve bir eli ile Sultan Hamid’in oturduğu Yıldız Sarayını göstererek:
—“Hep o adamın başının altından çıkıyor bunlar… Sarayı başına yıkılmadıkça rahat yok. Elime fırsat geçerse altına bomba koyardım,” diyordu.
Tuhaf bir rastlamadır ki 27 Nisan 1909’da Sultan Hamit tahtan indirildiği vakit onu Selanik’e götüren muhafız bu Fethi olacaktı.
Sınıf arkadaşı ve eski Genel Kurmay Başkanı Asım GÜNDÜZ bana:
—“Mustafa Kemal okulda iken Fransızcasını ilerletmek için bir yabancı hanımdan ders alırdı. Sonra Paris’teki hürriyetçilerin gazeteleri ile, Fransızca gazeteler getirir, kapalı gizli odada bizlere anlatırdı. Namık KEMAL ‘in “Vavelya” sı ile “Hürriyet Kasidesi” ni ben ondan dinlemiştim.”
Genç Mustafa Kemal arkadaşları ile Beyoğlu eğlence yerlerine giderdi. İyi giyinmeyi ve yaşamayı severdi. İstanbul’a gelinceye kadar biradan başka içki kullanmamıştı. Bir gün arkadaşı Ali Fuat (CEBESOY) la beraber Büyükada’ya gitmişler. Ne lokantada yiyip içecek, ne de otelde geceliyebilecek paraları yok. Ali Fuat bir şişe rakı, bir şişe bira, ekmek ve yemiş alıp çamlığa yürümüşler. Mustafa Kemal bir şişeyi bitirince:
-…”ŞİMDİ NE YAPACAĞIM?” demiş.
İlk defa rakıyı o akşam denemiş. Başı bir hoş dönmüş, Güneş batmak üzere; sigara paketinin altına resimler çizmiş, sonra:
-…”FUAT, NE İYİ İÇKİ İMİŞ BU… İNSANIN ŞAİR DE OLASI GELİYOR.” Demiş.
Bu ağır ve sert içki bir daha yakasını bırakmamıştı.
Çocukluğunu ve gençliğini yakından bilen Kılıçoğlu Hakkı bana yazdığı mektupta der ki;
—“ Ailece pek yakındık. Zübeyde Mollayı ikinci defa kocaya veren benim büyük kaynatam Şeyh Rıfat Efendidir. Mustafa Kemal tatillerde Selanik’te sılaya geldiği vakit büyük kaynatamın tekkesine gelir, Ayin günlerinde dervişler halkasına katılarak, huuu, huuu, diye kan ter içinde kalıncaya kadar döner dururmuş.”
Bunu öğrenmenin büyük faydası vardır. Mustafa Kemal yalnız Rumeli Folklor türkülerini mat sesi ile güzel ve tatlı söylemekle kalmaz, klasik alaturka musuki makamlarını da bilirdi. Kafaca Batı musukisine inanmış, zevkince değil, kafasınca giderek, milli eğitimde yalnız batı musukisi öğretimi yaptırmıştır.
Gene bu tatil gidişlerinde Selanik’te vals etmeği de öğrenmişti.
-…”BİR KURMAY DANS ETMESİNİ BİLMELİDİR,” derdi.
Edebiyat ve şiirde ilk örneği Ömer Naci olduğu için dili Namık Kemal Okulu idi. Koyu Osmanlıca idi. Okulda hapse atıldığı vakit söylediği bir gazel vardı ki Çankaya’nın ilk yıllarında kendi ağzından dinlemiştim. En son mısrasının bir parçası hatırımda kalmıştır:
<< …ecel olsa da halas etse beni.>>
Harp Akademisinde iken gelecek Mustafa Kemal’i bir Osmanlı paşası kâhince haber vermiştir. Ali Fuat’ın babası İsmail Fazlı Paşa idi. Onun Boğaz içindeki yalısına gece yatısına giderdi. Sonradan Viyana’da büyük elçilik eden, üç dört dil bilen, çok okumuş, Ali Nizami Paşa bu delikanlının arkadaşı tarafından pek övüldüğünü duymuş, bir gün de kendisi onunla uzun boylu konuşma fırsatı bulmuştu. Ali Fuat’ın anlattığına göre Ali Nizami Paşa Mustafa Kemal’e der ki:
—“ Mustafa Kemal efendi oğlum, seni övenlerin yanılmadıklarını anlıyorum. Sen bizim gibi yalnız normal subaylık hayatına atılmayacaksın. Memleket kaderi üzerine tesirli olacaksın. Sözlerimi iltifat olarak alma.Sende memleket başlarına gelen büyük adamların daha gençliklerinde gösterdikleri müstesna kabiliyet ve zeka alametlerini görüyorum. İnşallah yanılmamış olurum.”
1904 Aralık ayında Harp Akademisini bitirerek Kurmay Yüzbaşı diplomasını alan Mustafa Kemal, eğer yalnız son yıl alınan notları hesap edilse idi, sınıfın birincisi olurdu. Beşinci olarak çıkmıştır. Arkadaşlarına:
-…”ÇOCUKLAR ŞİMDİ HER BİRİMİZ BİR OSMANLI PAŞASININ YANINA GİDECEĞİZ. HEPSİ İSLAM ÂLEMİ GAFLETİ İÇİNDEDİRLER. OLANCA KAYNAKLARIMIZI TÜRK ANADOLU ORTASINDA TOPLAMALIYIZ,” diyordu.
Her şeyden önce teşkilatlanmalı idi. Teşkilatlanmak ve hareket merkezi de Makedonya olmalı idi. Bütün dileği Selanik’e gönderilmekti.
Bazı arkadaşları ile Yenikapı’da bir ermeni evinde oda tutup yerleştiler. Burası fikir arkadaşları ile toplantı yeri idi. Namık Kemal gibi hürriyetçilerin eserlerinden bir de küçük kütüphaneleri vardı. İnançları şu idi ki ilk şart istibdat rejimine son vermektir. Bu zorlanmayı da ancak ordu yapabilir.
-…”Kendisine yardım etmeye karar vermiştik. İki gün sonra kendisinden Beyazıt’taki bir kıraathanede buluşmak üzere pusla aldım. Gittiğim vakit yanında saraydan bir yaver gördüm. Bizim odadaki arkadaş İsmail Hakkı’yı hötürmüşler. Bir gün sonra ben de yakalandım. Fethi, meğer bir hafiye imiş. Bir müddet tek başına hapis kaldım. Sonra mabeyne götürdüler. Sorgudan anladık ki gazete çıkarmaktan, teşkilat yapmaktan sanıktık. Daha önceki arkadaşlar itiraf da etmişler. Birkaç ay tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakıldım. Kurtuluşumuz okul müdürü Rıza Paşa’nın aracılığı ile mümkün olabilmiş. Birkaç akşam sonra bizi çağırdı. Her şeyi bildiğini, bizi savunma zorunda kaldığını, bundan sonra dikkatli davranmamız gerektiğini söyledi.”
Mustafa Kemal bir ara Avrupa’ya kaçmayı düşündü. Eğer Libya’da Fizan’a sürerlerse, orada kumandan Recep Paşa idi. Ondan kaçma kolaylığı görebilecekti.
Aradan bir müddet daha geçince Genel Kurmaya çağırdılar. İkinci veya Üçüncü Ordu’ya gönderileceklerdi. İkinci Ordu’nun merkezi Edirne, Üçüncü Ordu’nun ise Selanik’ti. Gidecek olanlar ya Kur’a çekecekler yahut aralarında anlaşacaklardı. Konuşup anlaşmaları, aralarında bir teşkilat olduğu şüphesi olduğunu uyandırdığı için bir kısmını Dördüncü, bir kısmını da merkezi Şam’da bulunan Beşinci Ordu’ya verdiler. Mustafa Kemal bu sonuncuları arasında idi..
Hâlbuki Selanik’e gelebileceğini Anasına yazmıştı.
-…”ANAM BENİ ÇOK BEKLEYECEK” diye yazmıştı.
Tarih: 2 Aralık 1930. Günlerden Salı;
Kaldığımız yerden devam ediyoruz:
Harbiye Mektebi’nden (Kara Harp Okulu’ndan) ayrıldıktan sonra saat 15.00’te Galatasaray Lisesine gelmiştir. ATATÜRK, 40 dakika kaldığı lisede resim dershanesine girerek öğrencilerine verilen modeli incelemiş, daha sonra matematik dersi verilen dördüncü sınıfa girmiş, burada bir süre ders dinlemiştir.
ATATÜRK, okulun konferans salonunu, Laboratuvarlarını, müzesini, kütüphanesini de de gezmiş, kütüphanenin hatıra defterini imzalamış, müdürün odasında oturarak bilgi almıştır. ATATÜRK, müdürle konuşmasında okuldaki başarı oranını öğrenmiş, bilhassa önem verdiği nokta laik bir kurum olan bu okulda yetişen, yükselen düşünceler ve öğrencilerin durumundan duygulanmıştır.
Okul müdürü Fethi Bey (Fethi İsmail İSFENDİYAROĞLU), ATATÜRK ‘e olumlu ve keskin cevaplar vermiş, ATATÜRK, müdüre teşekkürlerini söylemiştir. ATATÜRK, okuldan ayrılırken bahçede toplanan öğrenciler tarafından hararetle alkışlanmıştır.
ATATÜRK, Galatasaray Lisesinden ayrıldıktan sonra otomobille Beyoğlu’nda Turkuvaz’a gitmiş, pencerenin caddeye bakan camı önünde oturarak kahvaltı yapmıştır. ATATÜRK ‘ün masasında Şükrü KAYA, Ruşen Eşref ve Recep Beyler bulunuyordu.
Caddeden gelip geçenler ATATÜRK ‘ü hiç ümit edilmedik bir sırada Pastane de görünce şaşırıyorlar, sonra bir an içinde bu şaşkınlık büyük bir sevince dönüyordu. Kimi reverans yaparak, kimi şapkasını çıkararak ATATÜRK ‘ü selamlıyordu. Bir kısmı da içeri girerek boş masalara oturuyorlardı. Turkuvaz kısa bir zaman içinde halkla doluvermişti.
Turkuvaz önünden geçenlerden biraz sonra geri dönüyor, ATATÜRK ‘ü bir daha görmek istiyorlardı. Bu yüzden cadde insan kalabalığı ile dolup taşmış, tramvaylar işlemez hale gelmişti.
ATATÜRK, saat 20.00’ye doğru Turkuvaz’dan ayrılarak Dolmabahçe Sarayı’na dönmüştür.
Eksiklikler benim, fazlalıklar daha öce emek verenlerindir. Bir başka yazımda görüşmek üzere esen kalınız efendim.