Latife Hanım, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilanı ile birlikte seçilen Türkiye Cumhuriyeti’nin 1. Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK ‘ün eşidir (29 Ocak 1923 – 5 Ağustos 1925).
Aslında doğru olan Latife Hanımefendi demektir ama daha ilk günlerden başlayarak toplum, onu Latife Hanım diye çağırdığı için, biz de bu geleneğe uyacak ve özür dileyerek “Latife Hanım” olarak söz edeceğiz. Lakin ATATÜRK ‘ün kendilerinden ayrıldıktan sonra bile:
-…”O BİR HANIMEFENDİDİR VE HANIM EFENDİ OLARAK KALACAKTIR” sözünü diğerleri gibi ebediyen aklımızda tutacağız.
Biliyorum…
Akıllar bir hayli karışık…
Hangi gazeteyi açsanız, hangi köşe yazısını okusanız…
İnanın bana sizi çok iyi anlıyorum. Hatta duyuyorum bile. Soruyorsunuz kendi kendinize; sevgi var, saygı deseniz olmaması mümkün değil peki ya AŞK?
AŞK VAR MIYDI GERÇEKTEN? diye..
Dilerseniz bu sorunun cevabını ATATÜRK ‘ün eski kayınbiraderi Münci Bey’den alalım:
—“Ablam fevkalade bir kadındır. Fakat “GAZİ “ye herhangi erkeğe yapacağı muameleyi yaptı. Tarihte ender yetişen bir “DAHİ” ile evli olduğunun farkında değildi. Bu yüzden “GAZİ” için bir handikaptı.”
Diğer tartışmalı bir husus ta Latife Hanım’ın soyadı ile ilgilidir.
Araştırmalarım sırasında – Uşşakizadeler ve Konağı – İzmir Turist Rehberi adlı eserde doğrusunun ‘UŞŞAKİ olduğunu öğreniyoruz. Sayın Fatih BEYHAN ‘ın uzun süren araştırmalar sonucunda, bilgi, belge ve hatıratlara dayanarak hazırladığı “LATİFE HANIM’IN KAĞITLARI” adlı eserinde de aynı kaynağa rastladığımdan şüphe duymadan okumaya devam ediyoruz:
UşşakizadeLER; Uşak’tan İzmir‘e göç etmiş, ticaret ile uğraşan bir ailedir. Uşak’ta helvacılık ile uğraştıklarından “HELVACIOĞLU” adı ile biliniyorlardı. İzmir’e geldikten sonra halıcılık yapmaya başlayan aile “HELVACIOĞLU” adı ile ihracat yapmaya başlar; hatta yurtdışında bir fuara gönderdikleri kırmızı bir halı ile ödül kazanmışlardı.
Bu aile işleri çok genişleyince oğulları Hacı Halil Efendi’yi İstanbul’a yollar ve orada bir şube açarlar.
25 yıl halıcılık yapan Hacı Halil Efendi’nin üç oğlu vardır. Ortanca oğlu Halisi Uşşaki İzmir‘de evlenir ve Varyant yakınlarında bulunan bir eve yerleşir. Oğlu Ali Sadık Bey kervancılık yapmaktadır. Onun oğlu Muammer UŞŞAKİ Bey ise Latife Hanım’ın babasıdır. Ticarette çok ileri bir konuma gelen bu aile, döneminde Amerikan ve İngiliz borsalarında söz sahibi olacak kadar büyük bir gücü elinde bulundurmuşlardır. Ayrıca eserde Muammer UŞŞAKİ Bey’in babası Sadık Bey’in İzmir Belediye’sinde “ENCÜMEN” olduğu da yazmaktadır.
Sadık Bey, tek evlilik yapar ve sadece bir oğlu hayatta kalır. Ona da uzun yaşaması “MUAMMER” adını verir ve oğluna da çok çocuk yapmasını öğütler. Muammer UŞŞAKİ Bey’de sözünü tutar…;
Görselde; 12 Temmuz 1975 ‘te vefat eden Latife Hanım’ın babası Muharrem UŞŞAKİ Bey ile çekilmiş çocukluk fotoğraflarından bir anısını görmekteyiz.
Latife Hanım, Uşşakizade Muammer Bey ile Adeviye Hanım’ın kızıdır ve Vecihe, İsmail, Münci, Ömer ve Rukiye adlarında kardeşleri vardır. (Age. Eserde: Uşşakizade Muammer Bey ile Adeviye Hanım’ın evliliklerinden on tane çocukları olduğunu, bu çocuklardan altı tanesinin yaşadığını ve bu çocuklardan en büyüğünün “Latife Hanım” olduğu bilgisi de yazmaktadır.)
Bu bilgiler ışığında, Muammer UŞŞAKİ Bey ile Adeviye Hanımın evliliklerinden olma çocuklarını; Latife Hanım 1899 – 1975, İsmail Bey 1902 – 1973, Ömer Bey 1903 – 1938, Vecihe Hanım 1907 – 1992, Rukiye Hanım 1908, Münci Bey 1910 – 1932 olarak sıralamak doğru olacaktır.
Latife Hanım’ın babası Muammer Bey’in çocuklarının eğitimi ile ilgili önemli bir ayrıntıyı kız kardeşi Vecihe Hanım’ın yeğeni Muammer ERBOY ‘un Yeni Asır Gazetesindeki verdiği röportajı sizlerle paylaşmak istiyorum:
—“Zaten direkt olarak ailesinden aldığı bir özellik diye düşünüyorum. Babası Muammer Bey, kızlarına ve oğullarına en iyi eğitimi sağlamış. Avrupalı ailelerde olduğu gibi, çocuklarını evde özel derslerle yetiştirmiş. Bu öğretmenler özellikle İngiltere, Almanya ve Fransa’dan gelmiş.
Sonra dedem, bu eğitimin sadece evdeki çocuklarla sınırlı kalmamasını düşünmüş ve zeki çocukları toplamış. Bugün Özel Türk Koleji’nin Mithat Paşa Bulvarı’nın hemen üzerinde, küçük İsviçre şalelerine benzeyen küçük beyaz bir ev görürsünüz. İşte o evde tedrisat yapılan dershaneler yaptırmış.
Sonra dedem, Latife Hanım’ı İstanbul’a gönderiyor. Orada Robert Kolej’e gidiyor teyzem. Aynı zamanda, İstanbul’da oturan amcası Halit Ziya UŞAKLIGİL ‘den ve Tevfik Fikret’ten ders almakla, bir anda Arapça – Farsça ve Türkiye karışımı lisana da muazzam vukuf ama özellikle Türkçe yazmakta büyük bir kuvvet kazanıyor. Onun yanında küçük yaşta öğrenmeye başladığı Almanca, Fransızca ve İngilizceyi aksansız Türkçe kalitesinde konuşabilmek. Evdeki hizmet veren insanlar dolayısıyla Rumca’yı öğrenmek, derken kendi lisan kabiliyetinde İtalyancayı ve Rusçayı öğrenmek. Bütün bu lisanlarla edebiyatı takip edebilecek düzeyde olmak.
Evde devamlı Batı Müziği yapılıyor. Mesela Rus sefiri geldiği zaman Mustafa Kemal eşinden rica ediyor:
-…”BİR CHAYKOWSKİ ÇALAR MISIN?” diyor.
Ve Groser’in bu konuda söylediği bir söz:
—“Eğer bir Cumhurbaşkanı ile evlenmeseydi büyük bir piyano virtüözü olurdu” diyor.
Yani dört dörtlük bir kadının portresi.”
Muammer ERBOY ‘un Yeni Asır Gazetesindeki verdiği röportajı sizlerle paylaşmadan önce Latife Hanım’ın babası Muammer UŞŞAKİ Bey’in çocuklarının eğitimi ile ilgili önemli bir ayrıntı olduğunu belirtmiştim. Dilerseniz bundan sonrasını için sözü Türkiye Cumhuriyeti İlk Kadın Diplomatı Akademisyen ve Yazarımız Adile AYDA Hanım’ a bırakalım:
Adile AYDA (d.7 Mart 1912 – ö. 5 Kasım 1992); Şimdiye kadar bu sütunlarda birçok defalar ATATÜRK ‘e dair hatıralarımı anlattım. (Ebedi eleştirileri ve hatıraları Cumhuriyet Gazetesi “1946 – 1949” ile Hisar Dergisinde “1975 – 1976” yayımlanmıştır.)
Bugün anlatacağım vaka ATATÜRK ile ilgili hatıralarımın en kıymetlisidir.
—“Vaka üniversite talebesi bulunduğum bir zamana, fakat bugünkü üniversite gençlerinin henüz doğmamış oldukları bir devre aittir.
Sene 1932, aylardan Ocak ayı… (Hemen belirtmek isterim ki yazıda ya bir baskı hatasından yada Sayın Adile AYDA Hanımın duyduğu aşırı duydukları heyecandan olacak ki; Sayın Şahin GİRAY ‘ın 1955’te topladığı “ATATÜRK’ÜN NÖBET DEFTERİ” adlı eserinde 7 Nisan 1932: ATATÜRK ‘ün akşam Halkevinde düzenlenen Çocuk Esirgeme Kurumu Balosunu şereflendirmesi.
Ankara’nın biricik yüksek tahsil müessesi olan ve sonradan Hukuk Fakültesi adını alacak olan Hukuk Mektebine devam etmekteyim. ATATÜRK çağının en parlak en ümit dolu, en dinamik yıllarındayız.
İnkılaplar birbirini takip ediyor.
Fes ve Peçe bırakılmış, kılık Garplılaşmıştı. Harf inkılabının içinde bizzat yoğurulmuş, Orta mektebe geçerken yarısı Arap, yarısı Latin Harfleriyle basılmış okuma kitaplarımızda bu inkılabın doğuşunu ve serpilişini seyretmişizdir. Dil İnkılabı da hızını almış, Dil Kurumu çalışmalarına başlamıştır. Kadınlara siyasi haklar verilmekte. Batı ülkelerinde olduğu gibi soyadlarının kabul edileceğinden bahsedilmekte, müzik sahasındaki inkılabın gerçekleştirilmesi için Cebeci Musiki Muallim Mektebi kurulmaktadır.
Bizim mektep, genç Cumhuriyet’in hukuki yapısını ören bir tezgâh, bir laboratuvar halinde…
Ezberlediğimiz kanunları encümenlerde, komisyonlarda bir iki ay veya bir iki hafta evvel hocalarımız hazırlamışlar. Esasen profesörlerimizin çoğu ATATÜRK ‘ün yakın arkadaşı… Biliyoruz ki, bir gece evvel Çankaya’da, hep birlikte sabaha kadar Türk Milletini kalkındırmak için çareler aramakla, yeni inkılapları müzakere etmekle vakit geçirmişler. Dinlediğimiz takrirler kuru ve ölü maddelerin teşrihinden ibaret değildir. Hocanın kısa bir cümlesi, ufak bir tefsiri istikbale doğru ufuklar açmaktadır.
Derslerimiz kadar teneffüslerimiz de içtimai ve milli heyecanla dolu, hareketli geçiyor. Mektebin ufak holünde yer yer gruplar teşekkül ediyor, münakaşalar yapılıyor, hatipler beliriyor.
Bu Batılılaşma günlerinde en derin milli heyecanı da pek tabii olarak, Batıyı bilenler, Avrupa’da bulunmuş veya yabancı mekteplerde okumuş olanlar duymaktadır.
Nitekim Ankara’nın yüksek tahsil gençliği içinde böyle bir grubumuz vardır. Aramızda benim sınıfımdan sonra Lizbon Büyükelçisi olacak olan Tarık YENİSEY, daha aşağı sınıftan Birleşmiş Milletler nezdindeki Daimi Delegemiz Adnan KURAL ve aynı sınıftan Selim SARPER var.
Lâkin gurubumuzun lideri hepimizden genç olan orta boylu, soluk benizli, mağrur bakışlı bir delikanlıdır. Birkaç Garp dilini Türkçe kadar iyi konuşan ve şaşılacak bir tarih bilgisine sahip olan bu genç, o sıralarda henüz GAZİ PAŞA adını verdiğimiz ATATÜRK ‘ün eski kayınbiraderi Münci UŞŞAKİZADE idi.
Münci’ye hepimiz hayrandık ve o konuştuğu zaman herkes susardı.
Münci’nin beklenmedik görüşleri kendine has formülleri vardı. Derdi ki:
—“ Cemiyetin tabii inkişafından, lisanın tabii tekamülünden bahseden ve inkılapçılığı anlamayanlar cerrahiyi, enjeksiyon tedavisini inkar eden doktorlar gibidir. Ferdi bünyenin sıhhati ne ise, içtimai bünyenin de sıhhati odur… Zaman zaman radikal müdahaleler ister. Bir de Türk’ün dehası hiçbir zaman emperyalizmden vazgeçemez. Türklük genişletmek, yayılmak için yaratılmıştır. Şimdiden sonra bu kuvvetli kültür emperyalizmi şeklinde “SUBLİME” ettirmeliyiz” derdi.
Ablası Latife Hanım ile ATATÜRK hakkında şunları söylediğini hatırlıyorum:
—“Ablam fevkalade bir kadındır. Fakat GAZİ ‘ye herhangi erkeğe yapacağı muameleyi yaptı. Tarihte ender yetişen bir “DAHİ” ile evli olduğunun farkında değildi. Bu yüzden GAZİ için bir handikaptı.”
Ocak ayının ortasına doğru Çocuk Esirgeme Kurumu’nun, “KIYAFET BALOSU” olacağı ilan edildi. (Hemen belirtmek isterim ki yazıda ya bir baskı hatasından yada Sayın Adile AYDA Hanımın duydukları aşırı heyecandan olacak ki; Sayın Şahin GİRAY ‘ın 1955’te topladığı “ATATÜRK’ÜN NÖBET DEFTERİ” adlı eserinde sene 1932, aylardan Nisan’dır. Sayfa 51’de şöyle yazar: “7 Nisan 1932; ATATÜRK ‘ün akşam Halkevinde düzenlenen Çocuk Esirgeme Kurumu Balosunu şereflendirmesi.”)
ATATÜRK bu nevi baloları teşvik etmesi diğer inkılaplara muvazi olarak bir de yaşayış inkılabını vücuda getirme arzusunun ifadesi idi.
Kıyafet balosu önce Türk Ocağı olarak sonradan Halk Evi haline getirilmiş tepedeki güzel beyaz binada veriliyordu. Baloya babamla (Ünlü Hukukçu Sadri MAKSUDİ) birlikte gittikten sonra onu ahbaplarına terk ederek, arkadaşlarım arasına karıştım.
Birdenbire orkestra Ramona tangosunu çalmaya başladı. Bu, GAZİ PAŞA ‘nın baloyu teşrif ettiklerine alametti. Gerçekten giriş kapısına gözlerimizi çevirdiğimiz zaman ATATÜRK ‘ün mutat zevat adını verdiğimiz kimselerin ortasında ilerlemekte olduğunu gördük. O gün Salih BOZOK, KILIÇ Ali ve Ali ÇETİNKAYA ‘dan başka Şükrü KAYA ve Falih Rıfkı ATAY ‘da vardı.
Aramızda bulunan Münci elektriklenmiş gibi bize arkasını döndü ve içeriye giren kafileye doğru ilerledi. Biz de kendisini yavaşça takip ettik. Münci’nin tereddütsüz adımlarla Şükrü KAYA ‘nın yanına kadar giderek ATATÜRK ‘ün hayret dolu nazarları karşısında, kulağına eğilip bir şey söylediğini, bunun üzerine Şükrü KAYA ‘nın biraz çekinerek Münci’yi ATATÜRK ‘e takdim ettiğini gördük. GAZİ evvela anlamadı veya işitmedi. Sonra birdenbire yüzü aydınlandı.
-…”NE O?… MÜNCİ Mİ?, SEN MÜNCİ MİSİN?” diyerek eski kayınbiraderine döndü.
Ve yanındakilere:
-…”BİLİYOR MUSUNUZ, BEN BUNU ON SENE EVVEL KUCAĞIMDA HOPLATIRDIM” dedi.
Belli idi ki, küçük kayınbiraderini vaktiyle sevmiş, fakat Latife Hanımdan ayrıldıktan sonra hiç görmemiş. Artık hakiki bir aile sahnesine şahit olmakta idik.
ATATÜRK, eli Münci’nin omuzunda:
-…”ŞİMDİ KAÇ YAŞINDASIN? HANGİ MEKTEPTE OKUDUN? NE TAHSİL EDİYORSUN?” gibi sualler soruyordu. Alakası memnuniyeti gittikçe artıyordu. Ve alkanın bir nişanesi olarak nihayet şu suali sordu:
-…”EH, DAHA SONRA NE OLMAK İSTİYORSUNUZ?”
Münci evvela önüne baktı, sonra başını kaldırarak şu cevabı verdi:
—“Reisicumhur olmak istiyorum.”
ATATÜRK ‘ün hayretle irkildiğini gördük. Buz gibi bir süküt ortalığı kapladı. Herkes birbirine korku ve endişe ile bakıyor ve GAZİ ‘nin bu küstah çocuğa ne şekilde haddini bildireceğini merakla bekliyordu.
ATATÜRK, şöyle etrafa göz gezdirdi. Münci’yi yukarıdan aşağı süzdü ve ani bir ifade değişikliğiyle ona gülümseyerek:
-…”REİSİCUMHUR MU OLMAK İSTİYORSUN? TEBRİK EDERİM SENİ!” dedi.
Ve devam etti:
-…”İNSANIN HEDEFİ ÇOK UZAKTA OLMALI Kİ, HİÇ OLMAZSA YARI YOLA VARABİLSİN!.. BU YALNIZ FERTLER İÇİN DEĞİL, MİLLETLER İÇİN DE BÖYLEDİR. BİR MİLLET EMELLERİNİN YÜKSEKLİĞİ NİSPETİNDE YÜKSELİR.”
ATATÜRK ‘ün sesi heyecanlanmış, yüzü hafifçe kızarmıştı. Bir adım ileri attı. Salondakilerin hepsine hitap eder gibi, sesini büsbütün yükselterek şunları ifade etti:
-…”BUGÜN MİLLETÇE HEDEFİMİZ İNKİŞAF SEVİYESİNE ULAŞMAK, HATTA BU SEVİYEYİ AŞMAKTIR. BU ASLA İMKÂNSIZ DEĞİLDİR. TÜRKÜN ZEKASI, TÜRKÜN CİBİLLİ VASIFLARI BUNA MÜSAİTTİR. YETER Kİ TÜRK MİLLETİ HEDEFİNİ İYİCE SEÇSİN VE BU HEDEFE VARMAYA AZMETSİN!..”
Büyük ATA bunları söyleyerek ilerledi.
ATATÜRK ‘ün, bugünkü tabirle az gelişmiş bir memleketi haline koymak hususundaki şiddetli arzusunu ve bu yoldaki imanını ifade eden bu maalesef sözlerini söylemesine vesile olmak gibi bir şerefe erişmiş olan Münci Uşşakizade, maalesef yarı yola bile varamadı. Zekâsı ve kültürü ile herkesi hayran bırakan bu parlak genç, 1932 sonbaharında bir kaza kurşununa kurban gitti.” (Kaynak: ATATÜRK VE KAYINBİRADERİ Cumhuriyet 10 Kasım 1963)
Eksiklikler benim fazlalıklar daha önce emek verenlerindir. Bir başka yazımda görüşmek üzere esen kalınız efendim.
İsmet ERARPAT
*Yazının her türlü hakkı saklıdır.