(…)” Bence muhalefet, hürmete değerdir. Çünkü o da bir araştırma, bir görüş sonucudur. Fakat edilecek itirazlar anlayışlı ve uygun ve meşru sebeplere dayanmazsa muhalefet değersiz olur.”
Türk Dil Kurumu (TDK), Mustafa Kemal ATATÜRK ‘ün direktifleri doğrultusunda 12 Temmuz 1932 günü “Türk Dili Tetkik Cemiyeti” adıyla kurulmuştur. TDK’ye göre Türkçe’mize Arapça dilinden geçen “muhalefet” kelimesinin anlamı şu şekilde tanımlanmıştır:
–Bir tutuma, bir görüşe, bir davranışa karşı olma durumu, aykırılık.
–Karşı görüşte, tutumda olan kimseler topluluğu.
–Demokraside iktidarın dışında olan parti veya partiler.
Mustafa Kemal ATATÜRK ’ün ölümsüz eseri ‘Nutuk’tan okunduğu üzere, T.B.M. Meclisi’nde muhalefet tohumlarını atan ilk kişi Darülfünun Kanun-ı Esasi müderrisi (Anayasa Hukuk Profesörü) Celalettin Arif Bey’dir. Bazı kaynaklara göre hiçbir zaman Mustafa Kemal Paşa’nın ileride kurulmasını düşündüğü Türk Devleti’nin yapısı hakkındaki (CUMHURİYET) gizli ve açık fikirlerini benimsememiş, hatta Büyük Millet Meclisi’ni, Osmanlı Meclisi Mebusanın devamı olarak görmüştür.
(…)” Beliren Milli Mücadele, dış istilaya karşı vatanın kurtuluşunu biricik hedef saydığı halde bu Milli Mücadele’nin muvaffakiyete ulaştıkça, safha safha bugünkü devre kadar milli irade idaresinin bütün esaslarını ve şekillerini gerçekleştirmesi tabii ve kaçınılmaz bir tarihi seyir idi.
Bu önüne geçilmez tarihi seyri, geleneksel alışkanlığıyla derhal hisseden padişah hanedanı, ilk andan itibaren Milli Mücadele’nin amansız düşmanı oldu.
Bu kaçınılmaz tarihi seyri ilk anda ben de gördüm ve hissettim. Fakat nihayete kadar devam eden bu hislerimizi ilk anda tam olarak göstermedik ve ifade etmedik. Gelecek ihtimaller üzerine fazla demeç, maddi mücadeleye, hayal niteliği verebilirdi; dış tehlikenin yakın tesirleri karşısında, etkilenenler arasında, geleneklerine ve fikir kabiliyetlerine ve ruhi durumlarına uymayan muhtemel değişikliklerden ürkeceklerin ilk anda mukavemetlerini tahrik edebilirdi.
Muvaffakiyet için pratik ve sağlam yol, her safhayı vakti geldikçe uygulamaktı. Milletin gelişme ve yükselmesi için selamet yolu bu idi. Ben de böyle hareket ettim. Ancak bu pratik ve emin muvaffakiyet yolu, yakın çalışma arkadaşım olarak tanınmış kimselerden bazılarıyla aramızda, zaman zaman görüşlerde, davranışlarda, yapılan işlerde önemli veya ikinci derecede birtakım anlaşmazlıkların, gücenmelerin ve hatta ayrılmaların da sebebi ve izahı olmuştur.
Milli Mücadele’ye beraber başlayan yolculardan bazıları, milli hayatın bugünkü Cumhuriyet ve Cumhuriyet yolcularından kanunlarına kadar gelen gelişmelerinde, kendi fikri ve ruhi yeteneklerinin kavrayış kanunlarına kadar gelişmelerinde, kendi fikri ve ruhi yeteneklerinin kavrayış hududu bittikçe, bana karşı muhalefete geçmişlerdir. Bu son sözlerimi özetlemek lazım gelirse, diyebilirim ki, ben milletin vicdanında ve geleceğinde hissettiğim büyük gelişme istidadını, bir milli sır gibi vicdanında taşıyarak yavaş yavaş, bütün toplumumuza uygulatmak mecburiyetindeyim.”
Anayasa Hukuk Profesörü Celalettin Arif Bey Kimdir?
Celalettin Arif Bey 1875’tarihinde Erzurum’da dünyaya gelmiştir. Bazı kaynaklarda doğum yeri İstanbul olarak verilmişse de hatalıdır. Çünkü Celalettin Arif Bey’in babası Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın Başkâtipliğini de yapmış olan Türk Hukukçusu ve yazar Mehmet Arif Bey’dir ve 1875’te Erzurum’dadır, görevi nedeniyle ailesi ile birlikte 3 Temmuz 1877’de İstanbul’a gelmiştir.
Celalettin Arif Bey, İstanbul’da Gülhane Parkı’nın karşısında bulunan Soğukçeşme Askerî Rüştiyesi (Ortaokul)’ni bitirdikten sonra Mektebi Sultani (Galatasaray Lisesi)’den mezun olmuştur. 1895’te Fransa’ya giderek Paris’te Hukuk ve Siyaset Bilimi okuduktan sonra stajını yapmak üzere 1901’de Mısır’a gitmiş, burada stajını başarıyla tamamlayan Celalettin Arif Bey, 1908’e kadar Kahire’de avukatlık yapmıştır.
Celalettin Arif Bey, Meşrutiyetin yeniden ilanından sonra 1908’de İstanbul’a dönmüş, Hukuk Fakültesinde ve Mülkiye Mektebinde Anayasa Hukuku Öğretim Üyeliği’ne atanarak Hukuk dersleri vermiştir ki, ‘Hukuk-u Esasiye’ adıyla yazdığı kitabı ilk olarak 1909’da ve daha sonra 1916 yıllarında tekrar yayımlanmıştır.
İlk siyasi denemesi başarısızlıkla sonuçlanan Celalettin Arif Bey 1911’de İstanbul Barosu’na kaydını yaptırarak Anayasa Hukuku Öğretim Üyeliği yanında tekrar avukatlık yapmaya başlamış, 1914’te İstanbul Barosu Başkanlığına seçilmiştir. Birinci Dünya Savaşı’nın kaybedilmesi üzerine İttihat ve Terakki karşıtlarınca Divan-ı Harbi Örfiye verilen İttihat ve Terakki Hükümetlerine mensup bazı üyelerinin de avukatlığını yapmıştır.
Mondros Mütarekesi döneminde ortaya çıkan çeşitli cemiyetler ile siyasi örgütlerde yer alan Celalettin Arif Bey, Vahdet-i Milliye’ nin kurucu üyesi olmuş ve Milli Kongreye Baro temsilcisi olarak katılmıştır. İzmir’in işgali üzerine 26 Mayıs 1919’da Padişah Vahdettin’in Başkanlığında toplanan Saltanat Şûrası’na Baro Temsilcisi olarak katılmıştır.
Celalettin Arif Bey, 1919 Osmanlı Genel Seçimleri ’ne Milli Ahrar Partisi ve Çiftçiler Derneği tarafından mebus adayı olarak gösterilmiştir. Anadolu ve Rumeli Müdafaayı Hukuk oluşumunun desteğiyle İstanbul’da ilk derece seçimleri 15 Ekim 1919’da başlatılmış ve sonucunda 469 ikinci seçmen belirlenmiştir. İkinci derece seçimleri ise 18 Aralık 1919’da İstanbul Darülfünunu konferans salonunda düzenlenerek aralarında Darülfünun Hukuk Fakültesi profesörü ve İstanbul Barosu başkanının da olduğu on bir mebus seçilmiştir. O tarihte İstanbul Barosu başkanı Celalettin Arif Bey’dir ve hem İstanbul’dan hem de Erzurum’dan olmak üzere iki yerden de mebus seçilmiştir. Ancak Celalettin Arif Bey baba ocağı olan Erzurum mebusluğunu tercih etmiştir.
Celalettin Arif Bey, 12 Ocak 1920’de çalışmalarına başlayan son Osmanlı Meclis-i Mebusanına Erzurum mebusu olarak katılmış, 26 Ocak 1920’de geçici başkanlığa, 31 Ocak 1920’de başkanvekilliğine, Meclis-i Mebusan Başkanı Reşat Hikmet Bey’in ölümünden sonra da 4 Mart 1920’de Meclis-i Mebusan Başkanlığı’na seçilmiştir. Meclis-i Mebusan’da milli düşünceye sahip mebuslarca kurulan Felâh-ı Vatan Grubu içinde bulunmuş ve Grup Başkanlığına getirilmiştir. Misâk-ı Milli’nin kabulünde önemli rol oynamış ve altı maddelik bildiriyi imzalamıştır.
Celalettin Arif Bey İstanbul Barosu’nun dijital ortamda erişime açılmış olan tarihçesine göre;
(…)“Osmanlı İmparatorluğu’nun 600 yıllık egemenliğini sona erdiren Birinci Dünya Savaşı ekonomik, sosyal ve hukuksal yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. Savaş sonrası yapılan toplantılarda Celalettin Arif Bey üst üste üç kez İstanbul Barosu Başkanı seçilmiştir. 1914-1920 yılları arasında padişah karşıtları arasında yer alan, işgal yıllarında İngilizlere karşı çıkan Celalettin Arif Bey, Jön Türk hareketine destek vermiş ve ardından Kuvayı Milliye hareketi içinde bulunarak Kurtuluş Savaşında önemli görevler üstlenmiştir. Celalettin Arif Bey 1920 yılında Meclis-i Mebusan Başkanlığına seçilmiş, Meclis’in 11 Nisan 1920 tarihinde Padişah tarafından feshedilmesi üzerine Anadolu’ya geçerek Erzurum Kongresine katılmış(?) ve TBMM İkinci Başkanlığı yapmıştır” denilmektedir.
Resmi tarihimize göre Celalettin Arif Bey, Millî Mücadele tarihimizin büyük dönüm noktalarından biri olan 23 Temmuz – 7 Ağustos 1919 tarihli Erzurum Kongresi’ne katılmamıştır(!). Osmanlı Meclis-i Mebusanı 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgali üzerine, işgal güçlerinin baskısıyla anayasaya aykırı olarak 11 Nisan 1920’de kapatılmıştır. Dolayısıyla Erzurum Kongresi, Osmanlı Meclis-i Mebusanın kapatılıp Ankara’da 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmasından yaklaşık bir yıl önce gerçekleşmiştir.
Celalettin Arif Bey’in Anadolu’ya geçiş tarihi ise 2 Nisan 1920’dir.
Düzce’den, 28 Mart 1920’de Ankara’da Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine gönderdiği tel yazısında şöyle demektedir: (…)“Yarın, zorunlu olarak Bolu’da kalınarak, 29 Mart 1920’de Ankara’ya doğru yola çıkılacağı saygıyla bilginize sunulur.”
Mustafa Kemal Paşa’ya katılmak üzere 2 Nisan 1920’de Ankara’ya gelen Celalettin Arif Bey, Türkiye Büyük Millet Meclisinin toplanması için Mustafa Kemal Paşa tarafından hazırlanan seçim bildirisine: (…)“Bizim anayasamızda böyle olağanüstü meclisin toplanmasına ilişkin hüküm yoktur“ gerekçesiyle önce itiraz etmiş, daha sonra sözde İstanbul’un işgalini protesto ederek, İstanbul’da kalan mebus arkadaşlarını Ankara’ya çağıran bildiriler yayınlamıştır.
Celalettin Arif Bey, 23 Nisan 1920’de çalışmalarına başlayan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde İkinci Başkanlığa seçilmiştir. 25 Nisan 1920’de oluşturulan “Geçici İcra Encümeni” içinde yer almış ve Layiha komisyonuna seçilmiştir. İcra Vekillerinin seçilmesi yasasını hazırlayan ekibin içinde bulunmuş ve Mecliste teklifi savunmuştur. Celalettin Arif Bey, 25 Nisan 1920’de İcra Vekilleri Heyetini (Hükümeti) oluşturabilmek ve Hükümetle Meclisin ilişkilerini düzenleyebilmek için 15 kişiden oluşan bir layiha encümeninin seçilmesini, hazırlanacak yasa teklifinin Meclis’te görüşülünceye kadar da 5-6 kişiden oluşan geçici bir İcra Encümeninin (Hükümetin) oluşturulmasını istemiştir.
Celalettin Arif Bey, Birinci Dönem Meclisi’nde 3 Mayıs 1920 günü yapılan seçimde “85 oy” alarak Adliye Vekilliğine seçilmiştir.
İstanbul Hükümetince kurulan Nemrud Mustafa Paşa başkanlığındaki Dersaadet Birinci İdare-i Örfiye Divan-ı Harbi Örfisi tarafından 6 Haziran 1920’de idama mahkûm edilmiştir. Bilindiği üzere Damat Ferit Paşa hükümeti, 23 Nisan 1920 tarihinde kabul edilen bir kararname ile tehcir davalarına ek olarak, ülkeyi kargaşa ortamına sürükleyip memleketin “iç ve dış güvenliğini” bozanların da Divân-ı Harb-i Örfi mahkemesinde yargılanma yetkisi vermiştir. Bu yetki verildikten sonra Nemrut Mustafa Paşa’nın başkanlığındaki Dersaadet Birinci İdare-i Örfiye Divan-ı Harbi Örfisi, Kuvâ-yı Milliye’ye katılan veya destek olan sivil-asker birçok kişiye gıyaben ve vicahen olmak üzere idam dâhil çeşitli cezalar vermiştir.
Bu çerçevede ilk olarak 14 Mayıs 120 tarihinde Milli Mücadele önderi Mustafa Kemal Paşa başta olmak üzere Kara Vasıf Bey, Ali Fuat Cebesoy, Alfred Rüstem Bey, Dr. Adnan Adıvar Beyler ile Halide Edip Hanım gıyaben idama mahkûm edilmişlerdir.
Nemrud Mustafa Paşa başkanlığındaki Dersaadet Birinci İdare-i Örfiye Divan-ı Harbi Örfisi tarafından 6 Haziran 1920’de idama mahkûm edilen Celalettin Arif Bey, 15 Ağustos 1920’de rahatsızlığını öne sürerek iki ay izin alarak seçim bölgesi olan Erzurum’a gitmiştir. Hüseyin Avni Bey (Erzurum) ile Erzurum’da bir ‘halk idaresi’ kurmak istemiş ve bunun için de önce ordu ambarlarında yolsuzluk olduğu, silah ve cephanenin kaybedildiği gerekçesiyle Erzurum valisi Miralay Kâzım Bey’in görevinden alınmasını Mustafa Kemâl Paşa’dan rica etmiştir.
Kâzım Karabekir Paşayla da görüşerek kendisinin Vilayât-ı Şarkiye (Doğu illeri) valiliğine getirilmesine yardımcı olmasını istemiş, Kâzım Karabekir Paşa da bu isteği Mustafa Kemal Paşa’ya iletmiştir. Ancak Mustafa Kemal Paşa bunu onaylamamıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın uyarısı üzerine Celalettin Arif Bey ve arkadaşlarının ne yapmak istediklerini anlayan Kâzım Karabekir Paşa da Celalettin Arif Bey konusundaki önerisinden vazgeçmiştir.
Mustafa Kemal Paşa, Celalettin Arif Bey’in Ankara’ya dönmesini istemiştir. Ankara’ya dönen Celalettin Arif Bey 20 Ocak 1921’de kabul edilen Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’ndaki kimi maddeleri siyasî düşüncesiyle bağdaştıramadığını gerekçe göstererek 24 Ocak 1921’de Adliye Vekilliğinden istifa etmiş ve İcra Vekillerinin görev ve sorumluluklarını hazırlamakla görevli Özel Komisyon’un başkanlığını yapmıştır.
12 Mayıs 1921’de, Marienbad kaplıcalarında tedavi görmek gerekçesiyle, İtalya ve Fransa ile ilişkileri yumuşatma ve İngiltere’den ayrı olarak bir barış ortamı hazırlama görevi ile 4 ay izinli olarak Avrupa’ya gönderilmiş, Eylül 1921’de Ankara’ya dönmüştür.
Celalettin Arif Bey, 26 Aralık 1921’de Cami Bey’in yerine Roma Temsilciliğine atanmıştır. Ankara Hükümetinin İtalya Büyükelçisi iken, 15 Kasım 1922 tarihinde ABD’nin İtalya Büyükelçisi Richard Wasburn Child ile yaptığı görüşme, Türkiye ve ABD arasındaki ilk girişim olarak kabul edilmektedir (Atatürk Dönemi Türkiye ABD ilişkileri, Semih Bulut, AAM. 2010, Sf:29).
Celalettin Arif Bey, Mecliste oluşan Mustafa Kemal Paşa, karşıtı İkinci Grup içinde yer almıştır. 12 Temmuz 1922’de Rauf Bey’in başkanı olduğu İcra Vekilleri Heyeti’nde Adliye Vekilliğine seçilmiştir. Ancak, Roma’daki görevini sürdürme arzusunda olduğunu belirterek bu görevi kabul etmemiş, 27 Haziran 1923’te görevinden ayrılarak yurda dönmemiştir. Celalettin Arif Bey’in, Ankara Hükümetinin İtalya Büyük elçisi iken, 15 Kasım 1922 tarihinde ABD’nin İtalya Büyükelçisi Richard Wasburn Child ile yaptığı görüşme, Türkiye ve ABD arasındaki ilk girişim olarak kabul edilmektedir (Atatürk Dönemi Türkiye ABD ilişkileri, Semih Bulut, AAM. 2010, Sf:29).
Celalettin Arif Bey, 18 Ocak 1930’da Paris’te öldü. Cenazesi yurda getirilerek 14 Şubat 1930’da İstanbul Merkez Efendi Kabristanında toprağa verilmiştir.
(…)” Bizim milletimizin bilhassa aydınlarımızın çok dikkatli, çok ehemmiyetle göz önüne alacağı bir sebep vardır ve bence bu sebep şimdiye kadar ilerleyemeyişimizin, en son sırada kalışımızın -unutmayalım- memleketimizin baştanbaşa bir harabe oluşunun asıl sebebidir. Çöküşümüzün bu ana sebebini şu nokta teşkil ediyor:
İslam alemi iki sınıf ayrı topluluklardan meydana gelir. Bir çoğunluğu teşkil eden cahil halk, diğeri azınlığı teşkil eden aydınlar.
Bozuk zihniyetli milletlerde büyük çoğunluk başka hedefe, aydın denen sınıf başka zihniyete maliktir. Bu iki sınıf arasında tam bir karşıtlık, tam bir muhalefet vardır. Aydınlar, asıl kütleyi kendi hedefini yöneltmek ister; halk kütlesi ve avam ise bu aydın sınıfa tabi olmak istemez. O da başka bir yön tayinine çalışır. Aydın sınıf telkinle, doğru yolu göstermekle çoğunluk kütlesini kendi amacına göre iknaa muvaffak olmayınca, başka vasıtalara başvurur. Halka zorbalık etmeğe ve kibirlenmeye başlar; halkı keyfe göre yönetim altında bulundurmaya kalkar.
Artık burada asıl çözümü gerektiren noktaya geldik.
Halkı ne birinci usul ile ne de zorbalık ve keyfi yönetim ile kendi hedefimize sürüklemeye muvaffak olmak için, aydın sınıfla halkın zihniyet ve hedefi arasında tabii bir uyumluluk olması lazımdır. Yani aydın sınıfın halka telkin edeceği ülküler, halkın ruh ve vicdanından alınmış olmalı.
Halbuki bizde böyle mi olmuştur?
O aydınların telkinleri milletimizin ruhunun derinliğinden alınmış ülküler midir?
Şüphesiz hayır!
Aydınlarımız içinde çok iyi düşünenler vardır. Fakat umumiyet itibariyle şu hatamız da vardır ki, inceleme ve araştırmalarımıza zemin olarak çok kere kendi memleketimizi, kendi tarihimizi, kendi an’anelerimizi, kendi hususiyetlerimizi ve ihtiyaçlarımızı almayız. Aydınlarımız belki bütün cihanı, bütün diğer milletleri tanır, lakin kendimizi bilmeyiz. Aydınlarımız, milletimi en mesut millet yapayım, der. Başka milletler nasıl olmuşsa onu da aynen öyle yapalım der. Lakin düşünmeliyiz ki, böyle bir görüş hiçbir devirde muvaffak olmuş değildir. Bir millet için saadet olan bir şey, diğer millet felaket olabilir. Aynı sebep ve şartlar, birini mesut ettiği halde diğerin bedbaht edebilir. Onun için, bu millete gideceği yolu gösterirken dünyanın her türlü ilminden, buluşlarından, ilerlemelerinden istifade edelim; lakin unutmayalım ki, asıl temeli kendi içimizden çıkarmak mecburiyetindeyiz.
Milletimizin tarihini, ruhunu, an’anelerini gerçek ve sağlam, dürüst bir gözle görmeliyiz. İtiraf edelim ki, hâlâ ve hâlâ aydınlarımızın gençleri arasında halk ve avama uygunluk muhakkak değildir. Memleketi kurtarmak için bu iki zihniyet arasındaki ayrılığı durdurmak, yürümeğe başlamadan evvel bu iki zihniyet arasındaki uygunluğu temin etmek lâzımdır. Bunun için de biraz cahil halk kütlesinin yürümesini hızlandırması, biraz da aydınların çok hızlı gitmesi lazımdır. Lakin halka yaklaşmak ve halkla kaynaşmak daha çok ve daha ziyade aydınlara yönelen bir vazifedir.
Gençlerimiz ve aydınlarımız ne için yürüdüklerini ve ne yapacaklarını evvela kendi dimağlarında iyice kararlaştırmalı, onları halk tarafından iyice sindirilmesi ve kabulü mümkün bir hale getirmeli, onları ancak ondan sonra ortaya atmalıdır. Ben çok ümitliyim ki, gençlerimiz bunu yapacak derecede yetişkindir. Bizim halkımız çok temiz kalpli, çok asil ruhlu, ilerlemeye çok kabiliyetli bir halktır. Bu halk, eğer bir defa karşısındaki kimselerin samimiyetle kendilerine hizmet ettiklerine inanırsa her türlü hareketi derhal kabule hazırdır. Bunun için gençlerin, her şeyden evvel millete güven vermesi lazımdır.”