Büyük Atatürk, 1 Kasım 1922 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, daha sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun temel belgelerinden biri olacak olan “Lozan Andlaşması (Lozan Sulh Muâhedenâmesi)‘nın ilk görüşmelerinin başlamasından 20 gün önce, Milli Egemenliğin gerçekleştirlmesiyle ilgili olarak kürsüye gelerek tarihsel bir konuşma yapmıştır:
…“Arkadaşlar! İstanbul’da yasaya aykırı bir sıfatı takınan Tevfik Paşa, önce özel ve gizli olarak ordularınızın başkumandanına (-BELGE: 260), ondan sonra da onu jurnal eder yolda açık bir telgrafla yüce Meclise (-BELGE: 263) başvuruda bulundu.
-BELGE 260:
“İstanbul, 17 Ekim 1922
Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’ne.
Tevfik Paşa oğlunu bendenize göndererek aşağıdaki telgrafı verdi. Konunun pek gizli tutulması ricasıyla birlikte, yapılan soruşturmaya göre, İngilizlerin konferansta Anadolu ile İstanbul’un ayrı ayrı cephe oluşturmasından yararlanarak halifeliğin koruyucu sıfatını kazanmaya çalışacağından, konuya gerektiği gibi önem verilmesini (size) iletmemi bildirdi.
Ferman (Hâmid):
“Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine: Tanrı’nın yardımıyla kazanılan zafer, bundan sonra İstanbul ve Ankara arasında çıkmış olan anlaşmazlık ve ikiliği kaldırmış ve milli birliğimizi sağlamıştır. Ancak İtilaf Devletleri ile aramızda barışın henüz imzalanmamış olmasından dolayı, Avrupa şehirlerinden birinde yakında toplanacağı bilinen barış konferansına, önceki gibi her iki tarafın çağrılacağı bilindiğinden, milli esenliğimizde ilgili önemli noktaların daha önce aramızda görüşüp belirlenmesi için hazırlanmasının ve söz konusu konferansta, birlikte, milletin haklarının savunulmasına çalışılmasının sizce dahi olumlu bulunacağına inancım tamdır. Bu konuda, tarafınızla görüşüp anlaşmak üzere durumu bilen ve güvendiğiniz bir kimsenin buraya çok gizli bir yönergeyle ve elden geldiğince çabuk gönderilmesi rica olunur efendim.
17 Ekim 1922. İmza: Sadrazam Tevfik.”
-BELGE 261:
“Bursa, 18 Ekim 1922
İstanbul’da Hamid Beyefendi’ye,
Türkiye Devleti’ne karşı olan her türlü girişimi, her zaman dikkate alan Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, karşı tedbirlerini düşünmüştür. Teşkilât-ı Esasiye Kanunu ile (1921 – 1924 Anayasalarının resmi adı.) biçimi ve niteliği ortaya çıkan Türkiye Devleti’nin, kuruluş tarihinden beri Türkiye’nin kaderine el koyduğu ve milleti kaderinin sorumlusunun yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti olduğu dünyaca bilinmekte; olayların akışı ve siyasal işlemlerle doğrulanmış bulunmaktadır.
Türkiye Büyük Millet Meclisi ordularının kazandığı kesin zaferin olağan bir sonucu olmak üzere yapılması yakın olan barış konferansında, Türkiye Devleti yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti tarafından temsil olunur. Bu gerçekler karşısında yasa ve hukuk dışı olduğu yüce Meclis’çe defalarca belirtilmiş ve duyurulmuş olan kurulların ya da bu gibi kurul üyelerinin, şimdiye kadar defalarca olduğu gibi, bunda sonra da devletin siyasetini karıştırmaktan kaçınmamaları konusunun ne derece büyük bir sorumluluk yaratacağı açıktır efendim.
18 Ekim 1922. İmza: Mustafa Kemal.”
-BELGE 263:
“İstanbul, 29 Ekim 1922
Pek aceledir.
Ankara’da Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’na,
Konferansa, Bâb-ı âli de Büyük Millet Meclisi de çağrıldı. Bâb-ı âli’nin bu çağrıya uymaması, devletin altı yüz yılı aşkın zamandan beri kurulmuş ve korunmuş olan, bütün İslâm dünyasının ilgili olduğu tarihsel kimliğini yok olmaya mahkûm etmek; Büyük Millet Meclisi’nin bu çağrıya uymamasıysa, dünyanın beklediği barışı sonuçsuz bırakmaktadır. Bu önemli sorumlulukları, elbet de ne Bâb-ı âli, Büyük Millet Meclisi kabul edebilir ve üstlenir. Aslında Bâb-ı âli ile Büyük Millet Meclisi arasında gerçek anlamda ikilik düşünülemez. Kurulumuz her türlü ısrar ve baskıya karşı, Sevr Anlaşması’nın onaylanmamasına direnen ve karşılaşılan büyük zorluklara göğüs gerip, yönetim işlerinin yürütülmesi ve işgalin etkilerinin azaltılması için çalışan; bu arada başarılı olunmasına imkân verip hizmet eden kurulumuz, milli egemenliği sağlamlaştırarak yönetim birliğini sağlamak için görüşmelere de hazır olduğu halde, hayırlı çalışmaların bir siyasal sonuçlarını alma döneminde milletin çalışmalarından ayrı kalmaya ve bu sebeple birleşerek elde edilmesi mümkün olan yurdun yüksek çıkarlarından en küçük parçasını bile kaybetmeye asla izin vermez. Ayrılık şöyle dursun, en ufak bir muhalefeti dahi doğru bulmaz. Hattâ düşmanın ayaklarını kesmek ve istilânın pisliklerini ortadan kaldırmak yolunda, kılıçla, canını sakınmadan savaşanları kendisinden üstün tutar. Bundan dolayı, anlaşmazlık sebebiyle devlet ve milletin başına, Tanrı saklasın, büyük bir bela getirmek ve maddi ya da manevi yardım ve desteklerini elde ettiğimiz İslâm dünyasını üzmektense, yurdun yüksek çıkarları uğrunda birliği sağlamak, daha önce vacip ise bugün farz olmuştur. Şu halde hem ülkenin geleceği, hem yurdun haklarının savunulması konusunda görüşülmelerde bulunmak üzere Büyük Millet Meclisi’nce atanacak bir kimsenin özel yönergeyle hemen gönderilmesini, özellikle diler; bu şık uygun görülmezse, kurulumuzdan Ziya Paşa Hazretleri’nin oraya gönderileceğini bildirir ve cevabın telgrafla bildirilmesi rica olunur.
29 Ekim 1922. İmza: Sadrazam Tevfik.” (Not: Tevfik Paşa’nın telgrafına göre, Büyük Zafer kazanılıp memlekette düşman kalmadığına göre; Ankara ile İstanbul arasında ikilik de kalmamıştı. Padişah sarayında hükümeti de orada olduğuna göre, İstanbul hükümetinin emirlerine biat edilip Lozan’a birlikte gidilmeliydi (Literatürde İngiltere’nin politika kurnazlığı). Tevfik Paşa, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin büyük fedakârlıklarla elde ettiği başarıları küçültüp manasız kılmak istiyordu.)
Büyük Atatürk (1 Kasım 1922, devamla);
…”Dikkat buyurulursa, gelen telgrafla Müslüman kamuoyunun aklı karıştırılmak isteniyor. Bu telgraftaki anlayış bağımsızlığımızı yok etmeye çalışan düşmanlarımıza karşı kutsal davamızı savunmada hem eylem hem de hukuk alanlarında başarılar kazanan Milli Hükümetimizi zayıflatmak amacındadır. Anlam ve mantıktan uzak olan bu telgrafın içeriği, yüce Meclisin varlığıyla gerçekleşen bir şekli, bir gerçeği yeniden söz konusu etmemizi gerektirdi. Yönetim biçimimizdeki gerçek, Türkiye halkının, kaderine eylemli olarak ve kendisinin el koyması; milli egemenliğini üç yıldan beri kendi elinde tutarak kutsal davasını savunuyor olmasıdır.
Bu gerçeğin ortaya çıkışı, bir boş inancın ortadan kalkmasını sağladı. Bu boş inanç, yasal ve akılcı olmayan şey, bir milletin egemenlik ve saltanat haklarının bir kişide temsil edilmesine izin verilmesiydi.
Bu nokta üzerinde, bütün milletin ve milletin isteğine uygun milletvekillerinden oluşan kurulunuzun doğal olarak verdiği kararı, birçok defalar, birçok arkadaşlarımızın çeşitli vesilelerle belirtmiş olmalarına rağmen, ben de bir arkadaşınız sıfatıyla bu kürsüden aynı şeyi tekrar edeceğim. Beni beş on dakika daha dinlemek iyiliğinde bulunmanızı rica ediyorum. (Evet, olur sesleri)
Arkadaşlar, gerçeği açıklamak için, hep birlikte Türk ve İslâm tarihi üzerinde kısa ve hızlı bir göz gezdirmeyi uygun bulur musunuz? (Not: Ali Fuat (Cebesoy) Paşa, konuşmanın “çok iyi hazırlanmış, kıymetli ilim ve din adamlarının rötuşundan da geçmiş” olduğunu belirtmiştir. (Bakınız: “Siyasi Hatıralar”, C. I, Temel Yayınları, İstanbul 2002, Sf:243-245)
Efendiler, bu dünyada en az yüz milyonu aşkın nüfustan oluşan büyük bir Türk milleti vardır ve bu milletin yeryüzündeki genişliği oranında, tarihte de bir derinliği vardır.
Efendiler, bu derinliği isterseniz iki ölçüyle ölçelim: birinci ölçü birimi, tarih öncesinin ölçeğidir. Bu ölçeğe göre, Türk milletinin atası olan Türk adındaki insan, insanların ikinci atası olan Nuh Aleyhisselâmın oğlu Yafes’in oğlu olan zattır.
Tarih dönemlerinin belgeleri toplamakta pek umursamaz olan ilk evrelerine biz de hoşgörü gösterelim; ama en açık, en maddi ve en kesin tarihsel kanıtlara dayanarak diyebiliriz ki, Türkler on beş yüzyıl önce Asya’nın göbeğinde büyük devletler kurmuş ve insanlığın her türlü yeteneğinin göründüğü bir ögedir. Elçilerini Çin’e gönderen ve Bizans’ın elçilerini kabul eden bu Türk Devleti, atalarımız olan Türk milletinin kurduğu bir devletti.
Efendiler, yine biliniyor ki, dünya yüzünde yüz milyonluk bir Arap kitlesi vardır ve bunların Asyalı kısmı, Arap yarımadasında yoğun olarak bulunmaktadır.
Tanrı’nın kendisine nebilik ve resüllük verdiği evrenin övüncü olan Peygamber Efendimiz, bu Arap kitlesi içinde Mekke’de dünyaya gelmiş kutsal bir varlıktı.
Ey arkadaşlar! Tanrı birdir, büyüktür; tanrısal göreneklere bakarak diyebiliriz ki, insanlar iki sınıfta, iki dönemde incelenebilir: İlk dönem, insanlığın çocukluk ve gençlik dönemidir; ikinci dönem, insanlığın erginlik ve olgunluk dönemidir.
İnsanlık, birinci dönemde tıpkı bir çocuk gibi, tıpkı bir genç gibi, yakından maddi araçlarla kendisiyle ilgilenilmeyi gerektirir. Allah, kulları gereken yetkinliğe ve olgunluğa ulaşana kadar, içlerinden (seçtiği) aracı kimselerle dahi kullarıyla ilgilenmeyi, ilahlığın bir gereği olarak görmüştür. Onlara Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’dan beriye, tarihin yazdığı ve yazmadığı sayısız denecek kadar çok nebiler, peygamberler ve resuller göndermiştir. Ama Peygamberimiz aracılığıyla en son din ve uygarlık gerçeklerini verdikten sonra, artık insanlıkla aracıları yoluyla ilişkide bulunma gereği duymamıştır. İnsanlığın kavrayış, aydınlanma ve yetkinleşme derecesi bakımından, her kulun doğrudan doğruya tanrısal esinle ilişki kurabilme yeteneğine ulaştığını kabul buyurmuştur. Bundan dolayıdır ki, Cenab-ı Peygamber, peygamberlerin sonuncusu olmuştur ve kitabı en yetkin kitaptır. Son peygamber olan Hazret-i Muhammed Mustafa Sallâllahü Aleyhi Vessellem, 1394 yıl önce Rûmi nisan ayı içinde ve Hicri Reblülevvel ayının on ikinci pazartesi gecesi, sabaha doğru, tan yeri ağarırken doğdu. Gün doğmadan! Bugün o gündür (1 Kasım 1922). Gerçekten Arap tarihlerinde bu akşam, doğum gününün yıl dönümüne rastlıyor. İnşallah bu hayırlı rastlantıdır. (İnşallah sesleri).
Hazret-i Muhammed çocukluk ve gençlik günlerini geçirdi: ama henüz peygamber olmadı. Yüzü nurlu, sözü ruhlu, olgunlukta ve görüşte eşsiz, sözüne bağlı, yumuşak huylu, cömertlikte başkalarından üstün olan Muhammed Mustafa, önce bu özel ve seçkin nitelikleriyle, kabilesi içinde “Muhammedü’l-emin” oldu. Muhammed Mustafa, peygamber olmadan önce, kavminin sevgisini, saygısını güvenini kazandı. Ondan sonra, ancak kırk yaşında nebilik ve 43 yaşında resullük geldi.
Evrenin övüncü Efendimiz, birçok tehlikeler ve sıkıntılar karşısında yirmi yıl çalıştı ve peygamber olarak İslâm dinini kurma görevini başardıktan sonra, yüce Tanrı’ya kavuştu. Onun aydınlattığı bütün Müslümanlar, özellikle ashab-ı güzin birçok gözyaşı döktüler. Ancak, insanlığın gereği olan bu üzüntülerin yararsız olduğunu hemen kavrayan akıllı insanlar, Peygamberin arkasından ağlamak değil, ümmetin işlerini kolaylaştırmak için gerekli tedbirleri alma düşüncesiyle toplandılar. Peygambere halife olacak bir emir seçimi söz konusu edildi. Ebubekir’den kişi olarak çok hoşlanırdı ve son günlerini yaşarken Ebubekir’in kendisinin ardılı olmasının uygun olacağını çeşitli yollarla işaret dahi buyurmuşlardı. Buna göre toplanıp resmi bir seçim yapmaktan başka bir iş kalmamış olduğu düşünülebilirdi. Oysa bu seçim, o kadar basit olmadı. Tersine, bu sorun çok görüşmelere, tartışmalara ve çok köklü ayrılıklara yol açtı.
Seçimde önemli olarak üç türlü görüş ortaya çıktı:
-Bu görüşlerden biri halifelik makamına uygun olmak, ümmetin işlerini görebilmek için gereken gücün ve yeteneğin ve yeterliğin kural olarak alınmasıydı. Buna göre, halifelik makamı, en güçlü, en etkili ve en olgun kavmin olacaktı. Bu görüş sahâbenin çoğunun görüşüydü.
-İkinci görüş o güne kadar İslâm’a hizmet eden kavmin halifeliği hak ettiğinin kabul edilmesiydi. Bu, ensârın görüşü idi.
-Üçüncü görüşse, (peygambere) yakınlık derecesiydi. Bu da Hâşimilerin görüşü idi.
Oy birliğiyle bu üç görüşten birini tercih etmek ve seçimi sonuçlandırmak mümkün olmadı. En sonunda karışıklığın ve dağılmanın önlenmesi gerektiğine inanan Hazret-i Ömer’in etkisiyle Hazret-i Ebûbekir’e biat olundu.
Görülüyor ki, ilk halifenin seçiminde halkın eğiliminden çok, kişisel karar yöntemi etkili olmuştur.
Efendiler, bu muhalefetin yersiz olduğunu sanmayalım; gerçekten halifelik, Müslüman milletince en büyük iştir. Çünkü efendiler, Peygamberin halifeliği, Müslümanlar arasında bağ olan bir emirliktir ve Müslümanların, Tanrı’nın birliğine dayanarak toplanmalarını sağlayan bir emirliktir.
Emirlik, işte Cenâb-ı Hakk’ın bir sır ve hikmetidir ki, kurulması her zaman kuvvet şartına bağlıdır. Ondan asıl amaç, bozgunculuğun ortadan kaldırılması ve ülkedeki güvenliğin korunması, işlerin düzenlenmesi ve kamu işlerinin yolunda yürütülmesidir. Bu da ancak kuvvetli olma şartına bağlıdır; âdetullah bu böyle olagelmiştir.
Buna göre, yukarıda açıkladığımız üç farklı görüşten birincisinin ki kuvveti ve etkisi olan kavmin milletin halifesi olması noktasıydı, öteki görüşlere tercih edilmesi ve üstün olması doğaldır. Ve Hazret-i Ebubekir’in böyle bir etkiyle halifelik makamına geçmesi, doğru oldu. İşte böylece, zaman-ı saâdetten sonra halife ünvanıyla bir İslam emirliği kuruldu.
Ama efendiler, Peygamberlerin ölümüyle, hemen her yerde Müslümanlıktan dönüş başladı, gericilik başladı, ayaklanma başladı. Hazret-i Ebubekir bunları önledi; duruma egemen oldu. Bir yandan da, İslâm ülkesinin sınırlarını genişletmeye girişti. Ebubekir hayatının sonlarına yaklaşınca, kendisinin seçilmesinde yaşanan zorlukları hatırladı ve Hazret-i Ömer’i vasiyetle kendisi seçti.
Hazret-i Ömer’in halifeliği zamanında İslam toprakları olağanüstü denecek derecede hızla genişledi, servet çoğaldı. Oysa bir milletin içinde servet ve bolluğun artması, halk arasında dünyasal amaçların ortaya çıkmasına ve bunun da, ayaklanama ve bozgunculuğun doğmasına yol açması, bu bozgunculuk ve kötülük dünyasının olağan durumlarındandır. İşte bu nokta, Hazret-i Ömer’in zihnini rahatsız ediyordu. Bir de Hazret-i Ömer hatırlıyordu ki, Resûl-ü Ekrem, sırlarını bilen en güvenilir dostlarına şunu demişti: “Ümmetim, düşmanlarını yenecek, Mekke, Yemen, Kudüs ve Şam’ı fethedecek; Kısra ve Kayser’in hazinelerini bölüşecektir; ama ondan sonra aralarında arabozuculuklar, ayaklanmalar ve ben benlikler ortaya çıkarak, kendisinden önceki krallarının yolundan gideceklerdir.” Hazret-i Ömer bir gün Huzeyfetü’l-yemâni radiyallahüanh hazretlerine, deniz gibi dalgalanacak karışıklığı sorduğu zaman aldığı cevapta, “Senin için ondan bir kötülük yok; senin zamanınla onun arasında, kapalı bir kapı vardır.” dedi.
Hazret-i Ömer sordu: …“Bu kapı kırılacak mı, yoksa açılacak mı?”
Huzeyfe: “Kırılacak” dedi.
Hazret-i Ömer: …“Öyleyse artık kapanmaz,” dedi ve belli etti.
Gerçekten, kapının kırılması kaçınılmazdı; çünkü İslâm ülkesi genişlemişti, iş çoğalmıştı. Bu emirlik ve yönetim biçimiyle her yerde adaletin uygulanması zorlaşmıştı. Hazret-i Ömer bunu anlıyor, sıkılıyor ve Allah’ına yalvararak diyordu ki: …”Yâ Râb, ruhumu al.”
Hazret-i Ömer bir gün ağlarken sebebi soruldu. O, …“Nasıl ağlamayayım ki, Fırat kıyısında bir oğlak kaybolsa korkarım ki Ömer’den sorulur!” diye cevap verdi.
Evet, Hazret-i Ömer (radiyyallahüanh) artık halifelik unvanı altındaki emirlik yönetiminin, bir devlet yönetimine yeterli olmadığını, bir kişinin kendi erdeminde, kendi gücünde ve hatta kendi yüceliğinde olsa dahi, bir devletin yönetimi için yeterli olmadığını bütün anlamıyla kavramıştı. Hatta bu kaygıylaydı ki, Ömer kendisinden sonra artık bir halife düşünemez oldu. Kendisine oğlunu salık verdikleri zaman, …“Bir evden bir kurban yetişir,” dedi ve Abdurrahman Bin Avf’ı çağırdı: …“Ben seni veliaht etmek istiyorum,” dedi. O da, …“Bana kabul et der ve böyle öğüt verir misin,” deyince, Ömer, …“Veremem” dedi. Abdurrahman, …“Vallahi ben de ölene kadar bu işe giremem,” dedi.
En sonunda Ömer, en akılcı noktaya değindi: emirlik, devlet ve millet işini danışma kuruluna bıraktı. Ömer’den sonra, danışma kurulu ve bütün halk, mescidi tıka basa doldurdu ve orada bazı dikkate değer uygulamalardan sonra, ümmetin yönetimini seçtikleri bir halifeye verdiler.Hazret-i Osman, halife oldu; ama kırılmak zorunda olan kapı (!), artık kırılmıştı.
İslam ülkesinin her yerinde bin türlü dedikodu ve hoşnutsuzluk başladı. Zavallı Hazret-i Osman, güçsüz ve zayıf bir duruma düştü. O kadar ki, Şam valisi Muâviye, onun hayatını korumak için yanına çağırdı. Buna razı olamayan Hazret-i Osman’a vilayetten kendisini koruması için asker göndermeyi teklif etti. Bunların hiçbirine gerek kalmadı. Her yerde ayaklanan türlü bölgelerin halkları Medine’de, evinin içinde, Hazret-i Osman’ı kuşatma altına aldı ve saygıdeğer eşinin yanında şehit etti. Birçok gürültülü ve kanlı olaylardan sonra, Hazret-i Ali Kerremullahü-vechehu, halifelik makamına getirildi.
Tekrar edelim ki, kapı kırılmıştı. Aynı ırktan olmakla birlikte, ‘Irak başka bir şey’, ‘Yemen başka bir şey’, ‘Suriye başka bir şey’ ve ‘Hicaz’da başka bir şeydi’.
Hicaz’da bir halife, Suriye’e kuvvete dayanan bir valiyle Sıffinde karşı karşıya gelmek zorunda kaldı. Muâviye, Hazret-i Ali’nin (Kerremullahü-vechehu) halifeliğini tanımıyor ve tam tersine, onu Hazret-i Osman’ın kanını akıtmakla suçluyordu. Görevi İslam âleminde Kur’an’ın hükümlerinin uygulanmasını sağlamak olan halife, mızraklarına kutsal kitabın yaprakları geçirilmiş Emevi ordusunun karşısında savaşmayı kesmek zorunda kaldı. Taraflar, zorunlu olarak hakemlerinin vereceği karara uymaya söz verdi. Muâviye’nin temsilcisi Amr İbnü’l-As ile Hazret-i Ali’nin temsilcisi Ebûmusel Eş’arı hakemli sözleşmesini düzenlemek için karşı karşıya geldikleri zaman, Hazret-i Ali oradaydı. “Emirü-l mü’minin Ali ile Muâviye arasında hakem belgesidir” diye yazılan cümleye, hemen Muâviye’nin temsilcisi itiraz etti ve dedi ki: “O emirü’l-müminin sözünü ortadan kaldır. Sen yalnız emrinde bulunanların emiri olabilirsin. Şam halkının emiri değilsin.”
Hazret-i Ali, adının başındaki sıfatının kaldırılmasına razı oldu. Bundan sonra, iki tarafın temsilcilerinin birbirine karşı kullandığı âdi aldatmacayı herkes bilir. Bunda başarılı olan Amr İbnü’l-As, Muâviye’ye halifeliğini müjdeledi. Öte yandan Hazret-i Ali de hakemlerin yargısına uyacağına söz verdiği halde, bir az kararsızlıktan sonra halifelik görevini sürdürmeye devam etti.
Görülüyor ki, Resülullah’ın ölümünden yirmi beş yıl kadar kısa bir zaman sonra, İslam âlemi içinde, İslâm’ın en büyük kimselerinden ikisi, karşı karşıya gelip, halifeliklerini ileri sürerek arkalarından sürükledikleri aynı din ve aynı ırktan insanları kanlar içinde bırakmakta sakınca görmediler. En sonunda aldatmacasında başarılı olan, saf ve temiz olanı yendi, çoluk çocuğunu yok etti ve böylece halifelik ünvanı altında İslam saltanatına döndürdü. Emevi saltanatı, büyük istilâlar yapmakla birlikte, baştan sona kadar kanlı ve acıklı olaylara ancak doksan yılı doldurabilmiş ve hicretin 132’nci yılında, Arap milleti, Emevi saltanatını başlarından atmış; yerine başka adla devlet kurmuştur. Bu devlete Abbasi Devleti ve devletin başında bulunan insanlara da “halife” derlerdi.
Merkezi Irak’ta bulunan Abbâsi Halifeliği’nin varlığına rağmen, Endülüs’te dahi “Halife-i Resulüllah ve Emirü-l mü’minin” unvanlarıyla yüzyıllarca saltanat sürmüş hükümdarlar vardı. Konuşmamda giriş olarak açıklamıştım ki, bundan yıl önce, Orta Asya’dan pek büyük bir Türkiye devleti vardı. İslam’dan önce var olan bu devletlerin sahibi Türkler, bundan 1000 yıl önce İslam’ı kabul ettiler. Önce doğuya doğru sınırlarını genişleterek Çin sınırına kadar egemen oldular. Abbâsi Halifeliği zamanında, bu kahramanlıkları, soylulukları ve yiğitlikleriyle ünlenen Türkler, asker olarak Suriye’ye, Irak’a kadar geldiler. Abbâsi halifelerinin yönetiminde bulunan bu yerlere egemen oldular. En yüksek yönetim ve kumanda makamına yükseldiler.
Hicri IV. yüzyılındaydı ki, Selçuk hükümeti adı altında görkemli bir Türk devleti kuruldu. Bu devletin adı altında etkinleşen Türkler, bir yandan Kafkasya’ya, öte yandan güneye, İran’a, Irak’a ve Suriye’ye, batı da Anadolu’ya egemen oldu.
Bağdad’da oturan Abbâsi halifeleri, bu büyük Türk devletinin egemenliğine girmişti. Gerçekten bu Türk devleti, V. yüzyılın ortalarında Mâverâü’n nehir ve Harzem’i, Şam ve Mısır’ı ve Anadolu’nun çoğunu ve birçok ülkeyi ele geçirerek sınırlarını Kâşgar’dan ve Seyhun ırmağından Akdeniz ve Bahr-i Ahmer ve Bahr-i Ummân’a kadar genişletti ve Bağdad’da bulunan Abbâsi halifelerini yönetimi altına aldı.
Bağdad’da aynı merkezde, Melikşah adında Türk egemenliğini temsil eden bir kişiyle halife sanını taşıyan Muktedi-billâh yan yana oturdular ve akraba oldular. Bu durumu biraz incelemek isterim.
Türk hakanı ki büyük bir Türk devletinin egemenlik ve saltanatını temsil ediyor, yanında bir halifelik makamının ayrıca bulunmasında bir sakınca görmüyor. Böyle bir sakınca görseydi, yönetimi altına aldığı makamı ortadan kaldırıp, o makamla ilgili sıfat ve yetkileri kendi makamında toplayabilirdi. Hazret-i Selim’in yaklaşık beş yüzyıl sonra yaptığını, eğer isteseydi, Melikşah daha o zaman Bağdad’da yapmış olurdu. Kendisinin belki yalnız düşündüğü bir şey var idiyse, o da Türkiye Selçuk Devleti’ne daha bağlı ve hilafet makamına daha layık başka birinin, Halife Muktedibillah’a ardıl olmasını sağlamaktı.
Gerçekten Muktedibillâh’ın veliaht olan oğlunu değil, onun yerine kendi torununu geçirmek için halifeyi baskı altına aldı. Melikşah ölmeseydi, bu öyle olacaktı.
Şimdi efendiler, halifelik makamını koruyarak, onun yanında milli egemenlik ve saltanat makamı, ki Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir, elbet de yan yana durur ve elbet de Melikşah’ın makamı karşısında güçsüz ve zayıf bir makam sahibi olmaktan daha yüce durumda bulunur; çünkü bu günkü Türkiye Devleti’ni temsil eden, Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir; çünkü bütün Türkiye halkı, bütün gücüyle o halifelik makamının dayandığı yer olmayı doğrudan doğruya yalnız vicdan ve din görevi olarak güvence verip üstleniyor.
Tarih konusunda düşünceler dizisi üzerinde birkaç adımı daha, birlikte atalım:
Bu adımlarımız bizi, bugünkü yönetim biçimimizin ne kadar doğal, ne kadar zorunlu; Türkiye ve bütün İslâm âlemi için ne kadar yararlı olduğu sonucuna ulaştıracaktır.
Efendiler, Orta Asya’da devlet üstüne devlet kurmuş olan Türkler, daha batıda, İran Selçukluları ve Anadolu’da da Rum Selçukluları adıl altında pek büyük ve pek gelişmiş devletler kurmuşlardır. Konya’da hükümet merkezlerini kurmuş olan Rum Selçukluları, bildiğimiz üzere 1308 yılına kadar varlıklarını sürdürüyorlar. Bu İslam Türk Devletleri, eylemlerini sürdürürken, Cengiz Han adındaki cihângir, Karakurum’dan çıkarak, 1277 yılında sınırlarını Çin denizine, Baltık denizine, Karadeniz’e kadar genişletiyor. Cengiz’in torunu Hülâgü idi ki, hicri 656 yılında (miladi 1258) Bağdad’ı ele geçirerek Abbâsi halifesi Mu’tasım’ı idam ediyor ve böylece dünya yüzünde halifeliğe son veriyor. Peygamberin ölümünden sonra birinci Halife Ebubekir, ne dünyayı istemiş, ne dünya ona yönelmişti.
İkinci halife Hazret-i Ömer, toplumsal hayattaki dalgalanmaların durdurulamayacağı gerçeğini, hayatında pekiyi anlayarak, ruhsal acılar içinde öldü.
Hazret-i Osman’a gelince; yazgının gereği önlenemez saldırılar içinde kanını kitâbu’l-lâh’a akıtarak dünyadan ayrıldı.
Hazret-i Ali, halifeliğini kabul ettirememe ve peygamberin soyunun haklarını koruyamama mutsuzluğuyla gözyaşı döktü.
Emeviler, doksan yıldan çok, halifeliği koruyamadılar. En sonunda halifeliği, Bağdad surlarıyla sınırlamak zorunda kalan Abbasi halifelerinin sonuncusu Mu’tasım’ı çoluk çocuğuyla ve sekiz yüz bin kişilik Bağdad halkıyla birlikte, Hülagü’ya kurban verdiler.
Abbasi halifelerinin zayıflıklarını görmekle, “Halife-i Resülullah” ve “Emirü’l-mü’minin” unvanlarını almış olan ve halifeliklerinin egemenliği Elhamra sarayının kapısından çıkmamaya mahkûm kalan Endülüs’teki halifelerin de, hicri V. yüzyılın başlarındaki acıklı sonu, bilinmektedir. Bağdad’daki Hülâgü’nun yol açtığı önemli olaylar sonucunda, yeryüzü üzerinde halife ve halifelik makamı ortadan kaldırılıp yok ediliyor. Bundan üç yıl sonra, yani Hicri 659 (Miladi 1261) idi ki, Abbasi halifelerinin soyundan El-Musıtansıribillâh adında bir kişi, Hülâgu’dan kurtulup Mısır hükümetine sığındı. Mısır Meliki tarafından halife tanındı. Bundan sonra, on yedi kişi halife unvanını taşıyarak, ama hiçbir yetkisi, hiç bir etkisi ve egemenliği olmayarak, doğrudan doğruya Mısır hükümetinin korumasında birbiri ardınca hayatlarını sürdürmüşlerdir. Selçuklu Devleti’nin yönetiminde genel karışıklık çıkması üzerine, Türkler Hicri 699 tarihinde (Miladi 1300) Selçuk Devleti yerine Osmanlı Devleti’ni kurdular. Bu devletin ulularından Yavuz Hazretleri, hicri 942 tarihinde (miladi 1517) Mısır’ı ele geçirdiği zaman, orada idam ettiği Mısır hükümdarlarından başka, unvanı halife olan bir kişi buldu.
Halife sıfatının böyle güçsüz bir kimse tarafından kullanılmasının, İslam âlemi için ayıp olduğuna şüphe etmediğinden, o sıfatı Türkiye Devleti’nin gücüne dayandırarak yeniden canlandırmak üzere aldı.
Efendiler, Osmanlı Devleti ki 1300’de kurulmuştu, halifeliği aldığı 1517 tarihinden ancak elli yıl sonrasına kadar dünya tarihinde yükseliş devri denen, sürekli ve büyük başarılarla dolu olan, yaklaşık üç yüzyıllık bir dönem yaşadı.
Ondan sonra… Ondan sonra efendiler, çöküş, çöküş başlıyor.
Efendiler, çöküş döneminin her evresi, Türkiye Devleti’nin sınırlarını bir az daha darlaştırıyor. Türk milletinin maddi ve manevi güçlerini bir az fazla azaltıyor; devletin bağımsızlığını yaralıyor; milletin toprak, servet, egemenlik ve onuru çok büyük bir hızla yok oluyor.
Sonunda Osmanlı’nın otuz altıncı ve sonuncu padişahı Vahdeddin’in döneminde, Türk milleti en derin tutsaklık çukurunun önüne getiriliyor. Binlerce yıldan beri bağımsızlık kavramının soylu bir simgesi olan Türk milleti, bir tekmeyle bu çukurun içine yuvarlanmak isteniyor. Ama bu tekmeyi vurdurmak için bir hain, bilinçsiz, kavrayışsız bir hain gerekiyordu. Nasıl ki, yasal olarak idamı gerekenlerin bile ipini çekmek için yüreği ve vicdanı insanlıktan arınmış bir yaratık aranır, idam hükmünü verenlerin böyle alçak bir aracıya ihtiyacı vardır; o kim alabilir?
(“Vahdeddin, Vahdeddin” sesleri, gürültüler…)
Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa hazretleri (devamla):
…”Ne yazık ki, bu milletin hükümdar diye, sultan diye, padişah diye, halife diye başında bulundurduğu Vahdeddin… (“Allah kahretsin!” sesleri) Vahdeddin bu alçak hareketiyle, yalnız kendisinin layık olduğu bir işlemi kabul etmiş olmaktan başka hiçbir şey yapmış olmadı.
Vahdettin bu hareketle, kendisini öldürdü ve temsil ettiği yönetim biçiminin ortadan kaldırılmasını zorunlu kıldı. Ama efendiler, millet hiçbir zaman bu haince hareketin kurbanı olmaya razı olamazdı;
Çünkü millet, düşünce bakımından, başında bulunanların hareketinin niteliği kolaylıkla kavrayabilecek erginlik ve yetenekteydi. Millet, tarihin açıklığından, yüzyıllardan beri uğradığı felaketlerin sebeplerini bir anda kısaca görebilecek duyarlık ve uyanıklıktaydı. Millet, kişilerin saltanat, baskı ve yayılma hırslarından başlayarak, çıkarının ve rahatının sağlanması, eğlence düşkünlüğünün ve rezilliğin yayılması, savurganlığın aşırı artması, amaçları için aracı ve güç kullanmak yüzünden kendi benliğini unutacak kadar düştüğü aymazlıkların acıklı sonucunu hemen anlayabilecek erginlik ve olgunluktaydı. Artık milletin en akılcı, en yasal ve en insani yetkisini kullanma zamanının geldiğine tereddüdü kalmamıştı.
Dünya tarihinde bir Cengiz, bir Selçuk, bir Osman Devleti kuran ve bunların hepsini olaylarla sınayan Türk milleti, bu defa doğrudan doğruya kendi adı ve sıfatında bir devlet kurarak, bütün felaketlerin karşısında, sahip olduğu yetenek ve güçle konumunu aldı. (Şiddetli alkışlar)
Millet, kaderini doğrudan doğruya eline aldı ve milli saltanat ve egemenliğini bir kişide değil, bütün bireylerince seçilmiş vekillerden oluşan yüce bir Meclis’te temsil etti. İşte o Meclis, yüce Meclisinizdir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir ve bu egemenlik makamının hükümetine, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti derler. Bundan başka bir saltanat makamı, bundan başka bir hükümet kurulu yoktur ve olamaz.
Kendisine halifelik kimliği veren bu kişisel makam yıkılınca, halifelik makamı ne olacak sorusu akla gelir!
Efendiler, Abbasi halifeleri döneminde, Bağdad’da ve ondan sonra Mısır’da halifelik makamının yüzyıllarca saltanat makamıyla yan yana, ama ayrı ayrı bulunduğunu gördük. Bu gün de saltanat ve egemenlik makamıyla halifelik makamının yan yana bulunabilmesi, en olağan durumlardandır. Şu farkla ki, Bağdad’da ve Mısır’ın saltanat makamında bir kişi oturuyordu: Türkiye’de o makamda, asıl olan milletin kendisi oturuyor.
Halifelik makamında dahi, Bağdad ve Mısır’da olduğu gibi güçsüz ya da sığınmacı ve yetkisiz bir kimse değil, dayanağı Türkiye Devleti olan bir kimse oturacaktır. Böylece, bir yandan Türkiye halkı çağdaş bir devlet olarak her gün daha sağlamlaşacak, her gün daha mutlu ve refahlı olacak, her gün daha çok insanlığını ve benliğini anlayacak, kişilerin ihanetine uğrama tehlikesiyle karşılaşmayacak; öte yandan halifelik makamında da, bütün İslam dünyasının ruhunun, vicdanının ve imanının bağlantı noktası olarak İslam yüreklerinde açıklık ve esenlik yaratacak bir yücelik ve saygınlık ortaya çıkacaktır.
Efendiler, Türkiye Devleti’nin, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve onun Hükümeti’nin, millet ve ülke için ne kadar güçlülük, bolluk, kurtuluş ve mutluluk sözü verdiğini açıklamaya gerek görmem. Üç yıllık deneyim ve bunun verimleri, yeterli bir düşünce ve kanı verebilir inancındayım. Bundan sonra, halifelik makamının dahi Türkiye Devleti için ve bütün İslâm dünyası için ne kadar mutluluk verici olacağını da, gelecek, bütün açıklığıyla gösterecektir. (İnşallah sesleri).
Türk ve İslam Türkiye Devleti, iki mutluluğun görünüp ortaya çıkmasının kaynağı olmakla, dünyanın en talihli bir devleti olacaktır. (İnşallah sesleri).
Bu sözlerime ve açıklamalarıma son vermek için kurulunuza şunu söyleyeyim ki, bütün arkadaşların söz konusu olan konunun temelinde, tamamıyla birlik ve dayanışma içinde olduğunu büyük bir inançla görüyorum. Bu durum, milletimizin gerçekten teşekkürüne sebep olacak bir durumdur. Yüce kurulunuzun sonsuz takdirlerini ve kutlamalarını gerektiren bir hakkıdır.
Biraz önce ayrıntılı bir önerge okunmuştu. Şimdi okunan bir iki önerge daha var, Her üçünün içeriği dediğim gibi, temel noktalarda birdir. Bundan dolayı yapılacak şey, bu üçüncü daha açık ve daha güzel bir anlatımla yazmak ve kurulunuzun kesin kararına bağlayarak bir an önce ülkeye duyurmak ve bu sayede bütün düşmanlarımızın bize karşı aldığı tedbirlere engel olmaktır. (Şiddetli alkışlar).”
-Ayrıca okuyabilirsiniz:
Atatürk’ün Nutuk’ta Kullandığı Belgeler (Belge: 144) https://www.sechaber.com.tr/ataturkun-nutukta-kullandigi-belgeler-belge-144/
Kaynakça:
1- Atatürk’ün Nutuk’ta Kullandığı Belgeler”, Haz. Kemal Bek, Bordo & Siyah Türk Klasikleri, Trend Yayın Basım, İstanbul – 2007, Sf:336…349.
2-Taha Akyol, “Ama Hangi Atatürk”, Doğan Egmont Yayıncılık, I. Baskı – İstanbul Ocak 2008, Sf:349.
3-Osman Selim Kocaoğlu, “Atatürk ve Rauf Orbay Kavgası ‘Kurtuluş, Kuruluş ve Sonrası’“, Temel Yayınları, İstanbul – Eylül 2012, Sf:340.
4–“Nutuk Kemal Atatürk, Cilt: III, Vesikalar”, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, Milli Eğitim Basım Evi – İstanbul 1969, X. Basım, Vesika: 264, Sf:1239…vd.