“Ben en çok kendimi özledim…” diye başladı sözlerine.
İnsan kendini nasıl özler? Diye düşünen birine söylenmeyecek kadar derin bir anlam barındırıyordu kuşkusuz. Evet, o en çok kendini özlemişti…
Peki nereye yollamıştı kendini? Hangi dar sokakta kaybolmuş, hangi güvendiği dağa yağan karın altında donup kalmıştı?
Ona ne olmuştu?
Ve asıl soru; kendisiyle tekrar buluşabilecek miydi? Kendini tekrar sarıp sarmalayabilecek miydi?
“Başkalarını…” dedi, başkalarını düşünmekten, diğer insanlara göre davranmaktan ve içimde çığlık atan o çocuğu ihmal etmekten, kayboldum. Kayıp bir insanım artık. Ve fakat, bulmam an meselesi çünkü, biriktirdiğim hayal kırıklıkları ve acımasız darbelerle her yere yuvarlanışım, aslında biraz daha kendime yaklaştırdı beni…
Şimdi anlıyorum ki, yaşadığım her sıkıntının temelinde “beni duy, bana gel, beni bul…” diyen biri vardı. Her darbede bana kendini göstermeye çalışıyordu. En sonuncusu en büyüğü oldu, en büyüğü en derine işledi, en derinde en güzeli duruyordu. Kendim…
Titreyen elleri sigara paketine doğru ilerlerken, göz yaşlarının aktığını hissetmedi bile. Öyle çok alışmıştı ki onları içine akıtmaya, gülümseyen yüzüyle etrafa yalandan mutlu görünmeye… Ve öyle tanıdık geliyordu ki, dimdik durup, duvar gibi gelene gidene aldırmıyor gibi hissetmeye…
Aslında öyle mi hissediyordu! Aslında öyle duyarsız, öyle buz gibi, öyle duvar gibi miydi gerçekte?
Bunu kimsecikler bilemezdi, bunu yıllar önce “son defa” diyerek ıslattığı yastığı dahi bilmiyordu artık. Bunu sadece “içindeki o” biliyordu. Ve harabelerin içine hapsolmuş hazineye ulaşmak için, son bir hamle daha yapmalıydı şimdi. Derin bir nefes çekti sigarasından. Ciğerlerini zehirlerken, aldığı kararın ve uzaktan görünen küçücük ışığın gücüyle yerinden kalktı. Bu kalkış, ciğerindeki zehre inat, yüreğindeki panzehirin hediyesiydi…
Artık anlatacak bir şey kalmamış, anlaşılmış olanlarla yola çıkma zamanı gelip çatmıştı…
“Borcum?” diye sordu; arkasına yaslanıp onu sabırla “izleyen” doktoruna…
“Borcunu çoktan ödedin” dedi doktoru… “ama gitmeden cebindekini oku hadi!”
“Cebimde değil ki…”
“Hayret! Nerede peki?”
“İçimde, bende, hem aklımda, hem kalbimde…”
“Peki, söyle o zaman…”
“Güzel günler sana gelmez. Sen onlara yürüyeceksin…”
“Mevlana sevgi der. O sevginin bedene bürünmüş hali gibidir. “Aşk”tır onun diğer adı. Sen sen ol, yolunda yürürken sana sevgiyle bakan hiçbir göze yüzünü eğme, elinden sıcacık tutan bir eli asla bırakma, yüreğine dokunana çektiğin acıların bedelini ödetme. Sevgi en kıymetli hazinen olacaktır. Önce kendini sev elbette; ama sana gönlüyle gelen hediyelerine de sırt çevirme. Çünkü bu tekrar özüne küsmene yani kendini özlemene sebep olacaktır. Sevgi her zaman en kıymetlindir, onu sakın ihmal etme…”
Teşekkür edilemezdi ki bu söylenenlere…Etmedi de zaten. Gülümsedi ve sevgiye doğru yola çıktı. Dönüşü olmayacak bir yoldu bu. Bir elinde dua, bir elinde şükür…
İyileşmenin en makbulü kendi kendine olanı değil miydi zaten?…
Gönlü güzel olana gönül vermeniz dileğiyle…
Pelin’in Perisi