Geçtiğimiz günlerde Nature dergisinde yayınlanan bir makale[1] ana akım bilimin işleyişini ve varlıklarını oldukça değerli bulduğumuz aykırı seslerin ortaya çıkış süreçlerini anlamamız bakımından oldukça önemliydi. Makaleden haberdar olmamızı sağlayan değerli genç fizikçimiz ve aynı zamanda Düzensiz Sistemler Çalışma Grubu’nun bilimsel koordinatörü Doç. Dr. Çiğdem Yalçın’a ve makale hakkında değerli görüşlerini benimle paylaşmak nezaketini gösteren Prof. Dr. Gediz Akdeniz hocama teşekkür ederek başlamak istiyorum.
Hem ekip üyesi sayısı bakımından hem de bütçe olarak “büyük” olarak kabul edebileceğimiz, bizim deyişimizle ise “üniformalı” bilimsel araştırma ekiplerinin, bilim ve teknolojiyi geliştirdiği; küçük ve özgün takımların ise bilim ve teknolojiyi sadece “rahatsız ettiği” gibi bir ana akım imayı başlık olarak kullanan makale; aslında bizlerin de pek yabancı olmadığı, hepimizin içten içe bildiği bazı gerçekleri dile getiriyor olması bakımından önemliydi. Öncelikle makale başlığının, çalışmadan çıkarılacak sonuçlar bakımından dikkat çekmekten öte yönlendirici olduğunu düşündüğümüzü ifade edelim. Çünkü içeriğine baktığınızda görüyorsunuz ki aslında ifade edilen düşünce, büyük ekiplerin sadece mevcut fikirleri geliştirmekte olduğu, yani ana akım fikirlerin dışına çıkamadığı; oysa küçük ve bağımsız ekiplerin yepyeni, düşünülmemiş ve hatta devrimsel fikirler ileri sürmek konusunda, yani bilimsel inovasyonda daha ileride olduklarını ifade ediyor. “Mevcut fikirleri geliştirmek” ifadesi ile, “yeni fikirler ile rahatsız etmek” sözcükleri içinden, Nature dergisinin yalnızca “geliştirmek” ve “rahatsız etmek” sözcüklerini alarak bir başlık kullanmayı tercih etmelerinin nedenini anlamakta zorluk çektiğimi dile getirmeliyim.
Dahası, büyük ekipler ve küçük ekipler arasında neyi daha değerli bulduğumuza bağlı olarak bir tercih yapmamız gerekirse eğer, mevcut fikirleri biraz daha geliştirmeyi mi tercih etmeliyiz, yoksa bilim felsefesi açısından devrimsel bir değişimi mi arzu etmeliyiz? Bu sorunun cevabı, akademinin mevcut işleyişi karşısındaki tavrımızla ilgilidir. Sizce akademi dünyası aydınlanmaya mı hizmet etmektedir, yoksa bilim, artık bilim emperyalistlerinin elinde bir sömürü aracı haline mi gelmiştir? Bilimin yalnızca insan mutluluğuna hizmet etmekte olduğuna hala inanıyor musunuz, yoksa artık bilim, kitleleri sömürmek, ulusları boyun eğdirmek, sorgulanamaz bir otorite kurmak için bir araç haline getirildi mi?
Ulusların ne kadar enerji kullanacağına, ne tür yakıt yakacağına, hangi alanlara yönelip hangi konulardan uzak durmaları gerektiğine, enerji kullanımı ve yaşam tarzı tercihlerine, ne yiyeceklerine, ne yetiştireceklerine, sağlık politikalarına, özetle çağdaş medeniyetler seviyesine doğru ne kadar yükselebilecekleri ve aşmamaları gereken bir seviye olup olmadığına, uluslar kendi iradeleri ile mi karar vermektedirler yoksa bu kararlar otoritesi sorgulanamaz hale getirilmiş akademik kurumların, uluslararası bilim devlerinin mi tekelindedir? Örneğin Türkiye’nin bir uzay ajansına, uzay kuvvetlerine veya askeri bir uyduya ihtiyacı olup olmadığına kim karar verecektir?
Hakimiyet, kayıtsız şartsız milletin midir, değil midir?
Deli Dumrul misali, geçenden beş akçe, geçmeyenden döve döve on akçe alan bu sorgulanamaz otoriteye meydan okumak hayırlı mıdır, değil midir? Bilimsel otorite, akademinin dev kurumları ve dev mabetleri, bizler için en hayırlı olanı mı düşünüyor, yoksa ceplerini mi dolduruyor? Dünya tarım devleri, tohumların genetiğini değiştiren dev firmalar ve onlarla ortaklık yapan ilaç firmaları için, insanlık ailesi olarak pazar mıyız yoksa ev halkı mı? Sağlıklı olmamızı mı istiyorlar, hasta kalmamızı mı? Amaçları herkesi sağlığına kavuşturmak mı, yoksa her sağlıklı insanı ilaç kullanıcısı haline getirmek mi?
Peki NASA..? NASA’nın tüm insanlık adına “yaptıkları” ne kadar gerçek? NASA Ay’a insan gönderebildi mi, yoksa tüm dünyaya bir film mi sattı?[2]
Örneğin CERN bizim için mi var yoksa bizim sayemizde mi? CERN’e yakın teknoloji devleri firmalar, CERN deneylerinin sürmesini mi istiyor, bir sonuca ulaşmasını mı? Bilim dünyası için özne miyiz, tebaa mı? Müttefik miyiz, sömürge mi? Bu dev bilimsel otoritenin, tüm insanlığın ortak hayrını düşündüğü, hepimizin menfaatine çalıştığı, her kesime eşit mesafede ve adil olacağı varsayılabilse bile (ki bence hata etmiş oluruz) yine de kendi bilimsel yol haritamızı oluşturmamız, ulusal çalışmalarımız neticesinde, kendi ulusal doğru ve yanlışlarımızı belirlememiz gerekmez mi? Neticede aradan yüz yıl geçmiş olsa da soru aynıdır:
“Bilimsel” manda ve himaye, kabul olunabilir mi, olunamaz mı?
Yüz yıl geçmiş olmasına rağmen cevabımız da aynıdır: Ya “bilimsel” istiklal, ya ölüm.
Akademik otoriteye bilimsel yöntemlerle veya bazen çok yerinde ve basit mantıksal sorgulamalarla meydan okuyan zihniyeti temsil eden bağımsız araştırmacılara ve bunların etrafında oluşan küçük gruplara “bilimsel anarşist” veya “post fizikçi” diyor Gediz Akdeniz hocam[3]. Gediz hocamın ifadesiyle, bilimsel anarşist veya post fizikçi, akademi ile geniş halk kitleleri arasında bir çevirmen rolü üstleniyor, her iki tarafı da anlıyor, konuya hakim fakat böbürlenmiyor, kimseye tepeden bakmıyor, herkesin anlayacağı bir dille konuşuyor, herkese söz hakkı verilmesini istiyor, herkesi dinlemeye açık, bilimsel bir dille halk soruları soruyor, düşünülmeyeni veya en son akıllara gelecek olanı düşünüyor, akademi çevrelerinde değiştirilemez, sorgulanamaz olarak kabul edilmiş fikir dağlarını, soru gibi gözüken, aslında her biri bir meydan okuma olan akıl yürütmelerle dürtüyor. Akademi, bu ufak dürtmeler neticesinde hiçbir şey olmayacağını düşünüyor fakat post fizikçi, en büyük devrimlerin bu ufak dürtmelerden biri neticesinde, büyük bir gürültü kopmasıyla, özellikle karmaşıklık bilimlerinde başlayacağını hissediyor.
Gediz hocama göre post fizikçi, üzerine bulaşan fizikten kurtulabilmiş olan fizikçidir. Bir post fizikçinin, günün birinde tüm kontrol sistemlerinin (veya simülasyonun diyelim) çöküşünü başlatacak olan önemli bir şeyi harekete geçirecek olan Kara Kefali’ne dönüşeceğini umuyoruz[4]. Kara Kefali burada, mantıksal sorgulamayı ve bilimsel otoriteye meydan okumayı bir şekilde somut bir sonuca ve mutlak bir zafere taşıyacak olan hamle için kullandığımız bir kod (zuhur). Göklerden gelmeyen bir kurtarıcı. Bir kişi veya bir fikir akımı, belki de Gediz hocanın önderliğinde 2001 yılında akademi dünyası dışında kurulan, Düzensiz Sistemler Çalışmalar Grubu[5] gibi yerel ve küçük bir ekip.
Nature makalesi her iki tarafın da; yani, yeni fikirler üreten küçük ekiplerin de mevcut fikirleri geliştiren büyük takımların da, bilim ve teknoloji ekolojisi için var olması gerektiğini ve önemli olduklarını, bunun için de bilim politikalarının takım boyutlarının çeşitliliklerinin artmasını desteklemeyi amaçlaması gerektiğini ifade edip araştırmanın hakkını teslim ederek bitirilmiş.
Ana akım bilimsel fikirleri geliştirecek, onları daha kullanılabilir hale getirecek olan çalışmaları ve ekipleri elbette önemsiyoruz, bu çalışmaları yürüten ekipler de elbette bilim ordusunun askerleridirler, hizmetleri çok değerlidir. Fakat bilim ordusunun stratejistleri, deyim yerindeyse Jediları üniformasızlardır, kaotiklerdir, öngörülemez olanlardır.
Öngörülemez olanları en iyi ihtimalle ve sadece izleyebilirsiniz…
[1]https://www.nature.com/articles/s41586-019-0941-9.epdf
[2]https://www.sechaber.com.tr/insanoglu-aya-ayak-basmadi/
[3]Post-Fizikçi manifesto, Gediz Akdeniz, [http://dergipark.gov.tr/download/article-file/4137
[4] Kara Kefali, Gediz Akdeniz, Everest Yayınları, (2008)
[5] www.non-linearscience.org
***Bu yazı www.sechaber.com.tr için yazılmıştır. Bu yazının kaynak gösterilmeden kopyalanması ve kullanılması “5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası“na göre suçtur.