ATATÜRK’ün annesi Zübeyde Hanım, Sofuzade Feyzullah Efendi’nin üçüncü eşi olan Ayşe Hanım’ın tek kızı olarak 1857 yılında “BİR DEHANIN ANNESİ” olarak Selanik’e bir saat uzaklıkta bulunan Langaza’da doğmuş, çocukluğu ve ilk gençlik yılları burada ailesi ile birlikte geçirmiştir.
Zübeyde Hanım:
—“BİZİM ESAS SOYUMUZ YÖRÜKTÜR. BURALARA KONYA KARAMAN ÇEVRELERİNDEN GELMİŞİZ. BÜYÜKBABAM FEYZULLAH EFENDİ’NİN BÜYÜK AMCASI KONYA’YA GİTMİŞ, KONYA’YA GİTMİŞ, MEVLEVİ DERGÂHINA GİRMİŞ ORADA KALMIŞ YÖRÜKLÜĞÜ TUTMUŞ OLACAK…” demiştir.
Zübeyde Hanım, güçlü bir beden yapısına sahip olduğu gibi güçlü bir iradeye de sahipti. Yeterince eğitim görmemiş, ama okuma yazmayı öğrenmişti. Annesine “Molla Hanım” denildiği gibi, kendilerine de “Zübeyde Molla” deniyordu. Bu “bilge” kişiliğini ifade eden bir lakaptı. Muhafazakâr bir kadındı.
Ali Rıza Efendi ile evlendikleri 1870 yılında 13- 14 yaşlarında olan Zübeyde Hanım, Ali Rıza Efendi’nin kendisinden yirmi yaş küçük olan eşine altı evlat verdi. Evlendiklerinde Ali Rıza Efendi’nin babasının Selanik’in Yenikapı semtindeki evlerinde oturdular. Sıcak bir yuva olan bu aile evinde Zübeyde Hanım’ın Fatma (1871/1872-1875), Ömer (1875-1883) ve Ahmet Ahmet (1874-1883) adında üç çocuğu dünyaya gelmişse de bunlar hastalık nedeniyle ölmüşlerdi. Atatürk’ün en küçük kardeşi Naciye de genç kız iken ölmüştü (1889-1901). Bu surette ailenin Mustafa (Kemal ATATÜRK) – (1881-1938) ve Makbule (Boysan Atadan) – (1885-1956) olmak üzere iki çocukları hayatta kaldı.
Mustafa Kemal ATATÜRK 1881’de yas dolu, ölüm kokan bir evde doğmuştu.( Bugün Selanik’te Apostolu Pavlu sokağında 71 numaralı ev olup, Türkiye Konsolosluğu’nun bahçe sınırları içindedir ve müze haline getirilmiştir.) Annesi Zübeyde Hanım gençti ve daha önceki çocukları ölmüştü. Mustafa daha doğmadan önce psikolojik açıdan ölen kardeşlerinin yerini tutan bir çocuktu. Bu nedenle çok özeldi. Hem annesi hem de ailesi açısından.
MUSTAFA, MUSTAFA, MUSTAFA…
Soğuklar iyice bastırmış, doğum yaklaşmıştı. Ali Rıza Efendi, Selanik’te Ahmet Subaşı Mahallesi’nde üç katlı bir ev kiraladı. Evin etrafı yüksek duvarlarla çevriliydi. Burası, alt pencereleri demirli, ahşap kafesleri olan, haremlik ve selamlıkla bölümü olan şirin bir evdi.
Zübeyde Hanım Selanik’teki evi görünce gözyaşlarını tutamadı. Evladını bu evde güzel evde içine sine sine büyütecekti.
Ali Rıza Bey, Zübeyde Hanım için “Üftade” adında bir yardımcı tuttu, yalnız kalmasını ve kendisini yormasını istemiyordu. Evden çıkarken Zübeyde Hanım’ın yanına geldi:
—“ZÜBEYDEM SAKIN KENDİNİ YORMA. AĞIR BİR ŞEY KALDIRMA.”
—“MERAK ETME ALİ RIZACIĞIM. ÇOK DİKKAT EDİYORUM ZATEN.”
—“BEN YİNE DE SENİ UYARAYIM DEDİM. SENİN NE TEZ CANLI OLDUĞUNU BİLİRİM.”
Zübeyde Hanım güldü:
—“İÇİN RAHAT OLSUN. ASIL SEN KENDİNE DİKKAT ET. SAĞLICAKLA YANIMA GEL.”
Vedalaştılar.
Pencereye koştu Zübeyde Hanım. Ali Rıza Efendi köşeyi dönene kadar ona baktı pencereden. Sonrasında Üftade’ye seslendi:
—“ÜFTADEEEE! BİR KAHVE YAP DA PENCERENİN ÖNÜNDE İÇELİM.”
—“TAMAM, HANIMIM, HEMEN GETİRİYORUM,”
Üftade, Zübeyde Hanım’ı çok seviyordu. İkisinin de en büyük keyfi, işlerini bitirdikleri zaman pencere önüne oturup kahve içmek, bir yandan da dertleşmekti. Üftade, bir yardımcıdan çok arkadaş gibiydi. Zübeyde Hanım’a gözü gibi bakıyordu. Hanımının gencecik olmasına rağmen aklı başında, olgun bir kadın olduğunu görüyor, onun bir dediğini iki etmiyordu.
Mahalleye alışmışlar konu komşuyla da gidip gelmeye başlamışlardı. Zübeyde Hanım, buradaki yeni hayatına çabucak alışmıştı. Onun işi kolaydı da Ali Rıza Efendi epey zorlanıyordu. Papaz Köprüsü’ne işinin başına döndüğünde aklı, güzel gözlü Zübeyde’sinde kalıyordu.
Zübeyde Hanım evde yardımcısıyla vakit geçiriyor, dilinde dua, elinde tespih eksik olmazken ikinci kattan dışarı seyre dalıyordu. Bir ara bahçesindeki nar ağacına gözü takıldı. Evladı sağ salim doğsa narlardan yedirse bol bol, şu bahçede oynasa, sesi, kahkahası bütün mahalleyi sarsa.
Doğacak bebeğinin kendisine bağışlanması için Allah’a yalvarıyordu. Zübeyde Molla Kaybettiği evlatlarını hatırladıkça yüreğine bir yumru oturuyordu her defasında.
Bir keresinde Üftade’ye başından geçenleri anlattı:
—“EVLAT ACISINI ÇEKMEYEN BİLMEZ YA, ÜÇ EVLADIN ACISINI ALLAH DÜŞMANIMA VERMESİN ÜFTADE.”
—“BEN DE BİLİYORUM EVLAT ACISININ NE DEMEK OLDUĞUNU HANIMIM.” Deyip ağlamaya başladı Üftade:
—“BEN DE KIZCAĞAZIMI KAYBETTİM, KUNDAKTAYDI DAHA. YAŞASAYDI DÖRT YAŞINDA OLACAKTI.”
Zübeyde Hanım titrek bir sesle:
—“BİLMİYORDUM, ÇOK ÜZÜLDÜM. BAŞIN SAĞ OLSUN.”
—“DOSTLAR SAĞ OLSUN. ALLAH, EVLADINIZI SİZE BAĞIŞLASIN HANIMIM. ALTIN GİBİ DE BİR KALBİNİZ VAR. İNŞALLAH SİZE ACILARINIZI UNUTTURACAK SAĞLIKLI BİR ÇOCUĞUNUZ OLUR.”
—“İNŞALLAH ÜFTADE İNŞALLAH!”
Doğuma az kalmıştı. Zübeyde Hanım, yine elleriyle gün hesaplamaya başladı. Çocuğumun doğumu Erbain soğuklarına denk gelecekti. (ERBAİN FIRTINASI: 22 ARALIK’TAN, 31 OCAĞA KADAR SÜREN KIRK GÜNLÜK KIŞIN EN SOĞUK GÜNLERİNDE ESEN ŞİDDETLİ RÜZGÂRLAR İÇİN KULLANILAN ADDIR.) Dışarıda Selanik’i kasıp kavuran bir soğuk vardı. Denizde gelen rüzgâr, sokaktakilerin iliklerine kadar işliyordu.
Mustafa, Ali Rıza Efendi’nin ölen kardeşinin adıdır. Ali Rıza Efendi kardeşi Mustafa’ya küçükken bakar, salıncakta sallar, kucağında gezdirirdi. Yine bir gün küçük kardeşi Mustafa salıncağındayken onu sallamaya başlamış, her nasıl olduysa bebek yere düşüvermişti. Bütün aile seferber olmuş, düşen küçük kardeşi Mustafa’yı hekimlere götürüp göstermişlerse de kurtaramamışlardı. Ali Rıza Efendi o anı hiçbir zaman unutmadı.
Ali Rıza Efendi, Kız olursa adını annesi koysun ama oğlan olursa adını ben koyacağım diyordu. Oğluna küçük kardeşi Mustafa’nın adını koyarak hatırasını yaşatmak istiyordu.
Beklenen gün geldi çattı. Ali Rıza Efendi, doğum yaklaştığı için izin almış, Zübeyde’sinin yanında doğumu bekliyordu. Sabah güle onaya kahvaltılarını ettiler. Kısa bir süre sonra Zübeyde Hanım, hafif hafif sancılanmaya başladı.
Zübeyde Hanım doğumun yaklaştığını anlayınca, Ali Rıza Efendi’yi yanına çağırarak: —“SANCILARIM BAŞLADI ALİ RIZA. EBE HANIMI ÇAĞIR GEL İSTERSEN,” dedi. Ali Rıza Efendi’nin beni benzi atmıştı. Üftade’ye işaret etmiş ve:
—“TAMAM, TAMAM, BEKLE BENİ, HEMEN GELİYORUM,” diye olduğu yerden fırlamıştı.
Bir yandan da “ÜFTADE, ZÜBEYDE HANIMI YALNIZ BIRAKMAYIN !” diye seslendi.
Ebeyi alıp geldiğinde Üftade, Zübeyde Hanım’ı ikinci kattaki ocaklı odaya almıştı bile. Ailesine haber vermeliydi. Bir koşu onları da çağırdı geldi. Üftade geldiğinde doğum başlamıştı.
Aşağı katta heyecanlı bir bekleyiş vardı. Zübeyde Hanım’ın doğum sancısından ötürü çığlıkları çoğalmıştı. Sonunda ses kesildi. Zübeyde Hanım terden sırılsıklam olmuştu.
Ebe gülerek “GÖZÜN AYDIN YAVRUM. PAMUK GİBİ BİR OĞLUN OLDU,” dedi. Zübeyde Hanım çok sevindi. Ne kız ne erkek, dilediği tek şey sağlıklı bir evladının olmasıydı. Dördüncü çocuğunu doğuruyordu ama üç tanesini kaybetmişti.
Zübeyde Hanım: —“ALLAH’IM, ONLARIN ÖMRÜNÜ SEN BU ÇOCUĞUMA VER!” diye dua etti
Üftade, bebeği kundakladı. Bu güzel bebek, pamuk kadar beyazdı. Üftade: —“ZÜBEYDE HANIM SANA BENZİYOR OĞLANCIĞIN,” dedi ve alt kata inerek:
—“MÜJDELER OLSUN! NUR TOPU GİBİ BİR OĞLUNUZ OLDU,” dedi Ali Rıza Efendi’ye.
Ali Rıza Efendi’de “ALLAH’IMA BİN ŞÜKÜR,” deyip oğlunu kucağına aldı.
Kızıl Hafız Ahmet Efendi Ali Rıza Efendi’nin kucağından torununu alarak: —“ADINI KULAĞINA SÖYLEYELİM OĞLUM, ”dedi. Önce ezan okudu, arkasından torunun kulağına üç kere adını söyledi:
“MUSTAFA, MUSTAFA, MUSTAFA…”
Babasının kucağındaki oğluna bir kez daha gururla baktı Ali Rıza Efendi evde bulunan Kuran’ın arkasına, oğlunun doğduğu günü kaydetmeyi de ihmal etmedi.
Kızıl Hafız Ahmet Efendi’nin kucağından torununu alan eşi Ayşe Hanım “MUSTAFA” yı oğlu Ali Rıza Efendi’ye verdi. Kucağında bebekle üst kata çıkan Ali Rıza Efendi, eşi Zübeyde Hanım’ın alnına bir öpücük kondurarak:
—“MUSTAFA’MIZ HAYIRLI OLSUN ZÜBEYDEM. ALLAH UZUN ÖMÜRLER VERSİN YAVRUMUZA,” dedi.
Zübeyde Hanım yorgun ancak mutlu bir şekilde gülümsedi. Cılız bir sesle:
—“ÂMİN!” dedi ve:
—“ALİ RIZAM, BEN MUSTAFA’NIN DOĞUMUYLA YENİDEN DOĞDUM BUGÜN.” ekledi.
Ali Rıza Efendi gözyaşlarını tutamayarak:
—“ BEN DE ZÜBEYDEM. HAYATA YENİ BAŞLIYORUM SANKİ. BAK EVLADIMIZIN GÜZELLİĞİNE, BEMBEYAZ BİR TENİ VAR. OĞLUN SANA BENZİYOR, YÖRÜK KIZI!”
Gülüştüler.
—“ÖNCEKİ EVLATLARIMA DOYAMADIM ALİ RIZAM. MUSTAFA DA BİZİ BIRAKIP GİTMEZ DEĞİL Mİ?
—“ALLAH YAVRUMUZU BİZE BAĞIŞLAYACAK SEN HİÇ ENDİŞE ETME.”
Zübeyde Hanım ekledi:
—“BİZ ONA ACI KARŞISINDA HİÇ İSYAN ETMEDİK ALİ RIZA. MUSTAFA’MIZ BİZİM MÜKÂFATIMIZ SANKİ.”
Sessiz sakin bir bebekti Mustafa. Ağlamayan, sızlanmayan, ihtiyaçları giderildiğinde sessizce uykuya dalan bir çocuktu. Annesi Zübeyde Hanım, beşiğinin üstüne kırmızı tülbentler örttü, al karası dadanmasın bebeğe diye. Yitirdiği bebeklerini hatırladıkça daha bir ihtimamla sarılıyordu Mustafa’ya.
Sarı saçlı, mavi gözlü, kaşı gözü düzgün bu çocuğa herkesin baktıkça bakacağı gelirdi. Babaannesi ve dedesi sık sık ziyarete gelir, güzel torununu sevmeye doyamazdı. Dedesinin kucağında oturduğu zamanlar onun kızıl sakalı ve bıyığıyla oynardı. Kızıl Hafız da bütün ciddiyetine rağmen gülümser, onun bu yaramazlığını hoş görürdü.
—“ALLAH’IM, BU EVLATLARINI DA ELLERİNDEN ALMA ÇOCUKLARIMIN, BU YUVAYI VİRAN EYLEME,” diye her gelişinde dua ederdi. Babaannesi de torununu sevmeye doyamazdı. Hatice halası da sık sık Mustafa’yı görmeye gelir, onunla ilgilenirdi. Bazen de onu alıp eve götürür, annesi çok titizlendiği için hemen geri getirirdi.
Mustafa sağlıklı bir çocuk olarak büyüyor, ufak tefek hastalıkları olsa da bunları çabuk atlatıyordu. Gözünün içine bakılan, özenle büyütülen bir çocuktu. Yürümeye başlayınca hareketli, yerinde durmak bilmeyen, annesinin bir an bile peşini bırakmadığı haşarı bir erkek çocuğu olmuştu.
Yıllar çabucak geldi geçti. Mustafa dört yaşına geldiğinde annesi yeniden hamile kaldı. Annesinin büyüyen karnını küçük Mustafa’ya gösterip:
—“BAK KARDEŞİN OLACAK, KIZ MI OLSUN ERKEK Mİ?” diye sormaya başladılar.
Zübeyde Hanımın hamileliği pek bulantılı geçiyordu. Herkes bu bebeğin kız olacağını söylüyordu. Dedikleri gibi de oldu. Bir akşamüstü Makbule dünyaya geldi. Yumuk gözlü, tombul bir bebekti Makbule. Yitirdikleri Fatma’dan sonra bu kız, hanelerini şenlendirmişti. Mustafa kardeşini çok sevdi. Beşiğinin başından ayrılmıyor, kardeşi bir an önce büyüsün istiyordu.
—“SENİN KADAR OLDUĞUNDA OĞLUM.”
-…”ANNEEEE, KARDEŞİM NE ZAMAN KONUŞACAK?”
—“SENİN KADAR OLDUĞUNDA OĞLUM.”
Kendi boyunu ölçerdi elleriyle Mustafa, aynı küçücük ellerle Makbule’nin boyunu da. Umutsuzluğa kapılır ama yine de başında beklerdi. Büyür büyümez onunla sürekli oyun oynayacaktı.
Bir keresinde annesi Mustafa’yı beşiğin başında yakaladı. Mustafa bahçedeki nar ağacından topladığı nar tanelerini, Makbule’ye yedirmeğe çalışıyordu. Makbule’yi uzun süre baş başa bırakmadılar. Zübeyde, Üftade’ye sık sık tembih etti.
—“ÜFTADE, GÖZÜNÜ SEVEYİM, SEN HİÇ KIZIN BAŞINDAN AYRILMA. SEN BAŞINDA OLMAZSAN BENİ ÇAĞIR.”
Üftade:
—“MERAK ETMEYİN HANIMIM, BİR AN BİLE AYRILMAM,” diyerek Zübeyde Hanım’ı rahatlattı.
Zaman hızla akıyordu…
Küçük Mustafa’nın sünnet zamanı geldi çattı.
Başına tüylü takkesini takıp Maşallahını çapraz astıklarında, Zübeyde Hanım gözyaşlarına hâkim olamadı. Oğlu ne çabuk büyümüş de sünnet olacak yaşa gelmişti.
Ali Rıza Efendi de, oğluna gururla bakıyordu.
Küçük Mustafa’yı öpüp koklayıp kapını önündeki ata bindirdiler. “SELANİK SOKAKLARINDA GEZEN MUSTAFA, SANKİ KIRK YILDIR ATA BİNİYORMUŞ GİBİ GURURLU VE KENDİNE GÜVENLİYDİ.” Numan Paşa Camisi önünde onu attan indirip camiye götürdüler.
Burada önce Kuran okundu. Arkasından Mustafa’yı sünnet ettiler. Mustafa acıdan ağlamak istedi ama ağlamayı erkekliğine yediremedi, dudaklarını kemirip babasının elini sıktı. Ali Rıza Efendi, sünnet esnasında âdet olduğu üzere bir lokum koydu ağzına.
—“ALLAH ASKERLİĞİNİ, DÜĞÜNÜNÜ GÖRMEYİ NASİP ETSİN,” diyordu etraftakiler.
Merasim bittikten sonra Ali Rıza Efendi, Zübeyde Hanım’ın önceden hazırlamış olduğu, “İÇİNDE BİR KALIP SABUN, HAVLU, BİR KUTU ŞEKER VE ALTIN BULUNAN BOHÇAYI, HOCA EFENDİ’YE VERDİ.” Küçük Mustafa ve ailesi evine uğurlandı.
Zübeyde Hanım, evdeki hazırlıkları tamamlamıştı. Rengârenk oyalı örtülerle bezeli, süslü bir yatak yaptı oğluna. Yatağının başucuna muhafazalı bir Kuran astı. Nazara karşı dört bir yanını hocaya okuttuğu odaya, bir güzel gülsuyu serpti. Hazırladığı gülsuyu şerbetini eliyle oğluna içirdi.
Misafirlere de şerbet ikram edildi. Eve getirilen hokkabazın yaptıkları ve kukla oyunu, Küçük Mustafa’ya eve getirilen hokkabazın yaptıkları ve kukla oyunu, sünnetin acısını unutturmaya yetti.
Gece yattığında kulağında hâlâ aynı ses çınlıyordu:
“OLDU DA BİTTİ MAŞALLAH, DAMAT OLUR İNŞALLAH!” (Kaynak: İsmet ORHAN / ATATÜRK’Ü BEN ÖLDÜRDÜM.”)
Zübeyde Hanım, daha küçük yaşta yetim kalan oğlunun her durumuyla yakından ilgilenirdi. Çünkü onun yetişmesinde ve yetiştirdikten sonra memlekete yararlı olmasında büyük etken olmuştur. ATATÜRK ‘e tam anlamıyla hem analık, hem de babalık etmiştir.
Zübeyde Hanım, 15 Ocak 1923 günü İzmir’de vefat etti. 66 yaşındaydı.
RAHMET VE ŞÜKRANLA ANIYORUZ. EKSİKLİKLER BENİM FAZLALIKLAR DAHA ÖNCE EMEK VERENLERİNDİR. BİR BAŞKA YAZIMDA GÖRÜŞMEK ÜZERE ESEN KALINIZ.