XIX. Yüzyılın başlarında bilim ve teknolojide sağlanan gelişmeler, askeri alana da yansıyarak harp sanatına yeni boyutlar kazandırmıştır. Osmanlı devleti de bu gelişmelere uyum sağlamış ve 1826 yılında geleneksel askeri yapının temeli sayılan “Yeniçeri Ocağı” kaldırmıştır.
Yeni oluşturulan ordunun subay ihtiyacını karşılamak için, 1795’te topçu ve istihkâm subayları yetiştirmek üzere “Mühendishane-i Berri Hümayun” İstanbul’unEyüp semtinde açılmıştır. “Mekteb-i Harbiye” ise Sultan II. Mahmud’un emriyle 1834’de kurulmuş, 1835’de öğrenime başlanılmıştır.
1 Temmuz 1839’da tahta çıkan 31. Osmanlı Padişahı I.Abdülmecit veya Sultan Abdülmecit, 1845 yılında fermanı ile Harp Okulu Komutanı Emin Paşa, Fuat Paşa ve Şeyhülislam Arif Hikmet Bey’den oluşan Askeri Öğretim Kurulu, askeri okulların düzenlenmesine ilişkin olarak;
“Askeri liseler kurulacak, Harp Okulu dört sınıf olacak, Avrupa ordularında olduğu gibi kurmay subaylar yetiştirmek için sınıflar oluşturulacaktır,” kararlarını almışlardır.
Alınan bu karar gereğince Avrupa orduları sisteminde “Kurmay Subay” yetiştirmek amacıyla “Mekteb-i Fünun-u Harbiye-i Şâhane Erkân-ı Harbiye Sınıfları” adıyla Harp Okulu’nun 3’üncü ve 4’üncü sınıfları oluşturulmuş ve 1848 yılında Harbiye binasında eğitim ve öğretime başlamıştır.
Kurmaylık, önceleri ayrı bir sınıf olarak kabul edilirken, 1867 yılından itibaren piyade, süvari, topçu gibi sınıflar için “Kurmay Subay” yetiştirmek üzere programlar yeniden düzenlenmiştir.
1899’da Esat Paşa’nın Harp Okulu Öğretim Başkanlığı’na atanmasından sonra, yani Mustafa Kemal ATATÜRK ‘ün Harp Okulunda öğrenime başladığı sırada yeni bazı düzenlemeler yapılmıştır. O zamana kadar Harp Okulu’ndan “Erkânıharp Sınıflarına geçen öğrencilere “Erkânıharp” (Kurmay) deniliyordu. Esat Paşa bunu değiştirmiş, “Erkânıharp namzet-i” (Kurmay adayı) şekline çevirmişti. O zamana kadar Harp Akademisi’nin 15 kişiyi geçmeyen öğrenci sayısı yine Esat Paşa’nın çabalarıyla 40’a kadar yükselmiş ise de bu öğrencilerden ordunun ihtiyaç fazlası kısmına kurmaylık hakkı verilmemiş, bunlar “Mümtaz” adı altında ve yüzbaşı rütbesiyle kıtalara çıkarılmışlardır.
İfade edilen bu uygulamanın 1902 yılından itibaren başladığı görülmektedir.
1902 yılından itibaren Erkân-ı Harbiye sınıflarından “çok iyi” derecede başarı sağlayanlara “Kurmay”, ve “iyi” derecede bitirenlere “Mümtaz” unvanı verilmeye başlanmıştır. Bu usul, 1909 yılına kadar devam etmiştir. Mümtazlar arasında “Kurmay Subay” ihtiyacını karşılamak üzere sonradan kurmaylıkları onanalar da olmuştur. Bu dönemde, Erkânıharp sınıfı öğrencileri, kurmay yüzbaşı olarak mezun olmuşlar ve iki yıl sonra da kıdemli yüzbaşılığa yükselmişlerdir.
Mustafa Kemal ATATÜRK, 1902’de şimdi Askeri Müze ve Kültür Sitesi Komutanlığı olarak faaliyet gösteren Harbiye’deki Erkân-ı Harbiye Mektebine 1902’de başlamıştır. Mustafa Kemal ATATÜRK, Harp Akademisi’ndeki ilk yılını yirmi sene sonra 1922’de yayımlanan anılarında şöyle anlatmıştır:
-…”Erkânıharp sınıflarına geçtik. Mutadolan derslere çok iyi çalışıyordum. Bunların fevkinde (üstünde) olarak bende ve bazı arkadaşlarda yeni fikirler peyda oldu. Memleketin idaresinde ve siyasetinde fenalıklar olduğunu keşfetmeye başladık…” (Görsel: Mustafa Kemal ATATÜRK (ön sırada sol baştan oturan ikinci) Mektebi Harbiye 2’nci Sınıf öğrencisi iken arkadaşlarıyla.)
Mustafa Kemal ATATÜRK ‘ün çocukluk arkadaşı, Rüştiye ve İdadi ile Harp Akademisinde birlikte okuduğu Ali Fuat CEBESOY,“Sevgili Sınıf Arkadaşım, Muazzez Kardeşim Mustafa Kemal ATATÜRK ‘ü Rahmetle ve Minnetle Andığı 1966 yılında yayımlanan “Sınıf Arkadaşım ATATÜRK” adlı eserinin dördüncü bölümünde;
“BİZ KURMAY YÜZBAŞILAR NASIL TUZAĞA DÜŞÜRÜLDÜK?” başlığını kullanır ve şöyle der:
—“1904 yılı Aralık ayında Harp Akademisi’ni bitirdik. Kurmay Yüzbaşı olarak diploma aldık. Mustafa Kemal’in 11 Ocak 1905’te mezun olduğuna dair yazılan biyografiler doğru olmasa gerektir.” Demektedir.
Şüphesiz geçmişte Ali Fuat CEBESOY ‘un hatalı buldukları 11 Ocak 1905 mezuniyet tarihi hakkında gerekli araştırmalar yapılmıştır. Bu araştırmalar neticesinde Kara Harp Okulu Arşivindeki, elle yazılmış (matbu olmayan) 16 No.lu numara defter incelenmiş ve bu kayda göre;
“Mustafa Kemal ATATÜRK, Kurmay Yüzbaşı olarak yeminini 08 Teşrinievvel 1320 (Hicri 11 Şaban 1322), Miladi 21 Ekim 1904’te Cuma günü etmiş, 29 Kânunuevvel 1320 yani 11 Ocak 1905 Çarşamba günü “Erkânıharbiye Yüzbaşılığı ile mektepten neşet ederek sunuf-u selasete bölük idare ve kumanda etmek üzere atik 5’inci Orduya memurbuyurulduğu” saptanmıştır.
Ali Fuat CEBESOY eserinde şöyle devam etmektedir:
—“Harp Akademisi’nin birinci sınıfında kırk üç kişi idik, yalnız on üç arkadaş, kurmay olmak hakkını kazandık. Hatırımda yanlış kalmadı ise üç yıllık ders notlarına göre sıra şöyle idi:
Birincisi – İhsan Cihangir (Birinci Dünya Savaşı sonlarında 6. İstiklal Savaşı’nda Büyük Taarruzdan kısa bir müddet önce 1. Ordu kumandanlıklarında bulunan General Ali İhsan Sâbis),
İkinci – Asım Kütahya(Genelkurmay İkinci Başkanlığından emekli Orgeneral Asım Gündüz).
Üçüncü – Tevfik Selânik(Mustafa Kemal’in ve benim en yakın arkadaşlarımızdan biri olan pek değerli bir kurmay subaydı. Genç yaşında Selanik’te vefat etti).
Dördüncü – Hayri Davutpaşa; (rahmetli general).
Beşinci – Mustafa Kemal Selanik (Atatürk),
Altıncı – Mustafa İzzet Çanakkale (rahmetli emekli albay).
Yedinci – Ali Şeydi Kavak (rahmetli albay).
Sekizinci – Ali Fuat Salacak (General Ali Fuat Cebesoy).
Dokuzuncu – Şevki Kıztaşı (rahmetli binbaşı).
Onuncu Süleyman Şevket İzmir (rahmetli Prag Sefiri)
On birinci – Sedat Üsküdar (rahmetli general).
On ikinci – Kemal Ohri.
On üçüncü – Müfit Kırşehir (Cumhuriyet Devrinde Milletvekili Müfit Özdeş).
Eğer derece son sınıfta alınan notlara göre olsaydı, Mustafa Kemal birinci idi. Ne önemi var, okulda olmadı, ama hayatta birinci, en birinci oldu.
Diğer arkadaşlar “Mümtaz Yüzbaşı” olarak mezun oldular. Arif Adana ile Halil Yenimahalle çok üzüldüler, fakat bizleri kardeşçe ve arkadaşça tebrik ettiler. Üç, dört yıl sonra onlar da genel bir imtihana girerek kurmay oldular. Üçüncü sınıfa geçen Nuri Conker’in, yaşlı gözlerle Mustafa Kemal’in boynuna sarılarak tebrik ettiğini hatırlarım. “
Üstteki belge: Erkân-ı Harbiye (Harp Akademisi) derslerini ve öğrenci notlarını gösterir defterde yer almakta ve 1903 tarihli ikinci Sınıf’ a ait bölümün bir kısmıdır. Bu belgede çizilerek işaretlenen sırada (sağdan sola doğru):
“6 – Mustafa Kemal Efendi Selanik,
Topçuluk ve Topçu Ta’bbiyesi; 45 –45
Muharebât-ı Meşhûre Münâşakâtı;38 – 45
Coğrâfyâ-yı Sevk-ül-ceyş; 40 – 45
İstihkâmât-ı Cesime; 35 –45
Ta’biyyeTatbikâtı;36 – 45
Ecnebi Ordu Teşkilâtı; 43 – 45
Tatbiakât-ül-arz; 39 – 45
Fransızca; 38 – 45
Ta’limNazariyâtı; 43 – 45
Mübâhis-i Riyâziyye; 45 – 45
Almanca veya Rusça; 42 – 45
İstikşâfât-ı Askeriye; 16– 20
Ta’limAmeliyyâtı;20 : 20
480” yazmaktadır.
Mustafa Kemal ATATÜRK ‘ün üstteki belgeden de anlaşılacağı üzere 535 tam puan üzerinden İkinci Sınıf ders notu toplamı 480’dir.
CEBESOY ‘un —“Harp Akademisi’nin birinci sınıfında kırk üç kişi idik, yalnız on üç arkadaş, “Kurmay” olmak hakkını kazandık. Hatırımda yanlış kalmadı ise üç yıllık ders notlarına göre…” verdiği sıralı listeyi az önce okumuştuk. “Hatırımda yanlış kalmadı ise” demeleri üzerine gereken araştırma yapılmış, mevcut bilgi ve belgelere göre 57.dönem Akademi mezunu toplam 37 kişi olduğu saptanmıştır.
57’nci dönem Akademi mezunu toplam 37 kişiden 13’ü “Kurmay”, diğerleri de “Mümtaz” olmuşlardır. Mustafa Kemal ATATÜRK ise Akademiyi Kurmay olarak bitiren 13 kişi arasında 5’nci olmuştur.
57’nci dönemin mezunları;
Birincisi; Ali İhsan Sabis,
İkincisi; Asım Gündüz,
Üçüncüsü Ahmet Sedat Doğruer,
Dördüncüsü; Ahmet Tevfik,
Beşinci – Mustafa Kemal Selanik (Atatürk),
Altıncısı; Mehmet Hayri Turhan,
Yedincisi; Mustafa İzzet Yavuzer,
Sekizinci; Ali Seydi Uğur,
Dokuzuncusu ise Ali Fuat Cebesoy’dur.
Diğer üç kurmay subay ise sırasıyla şunlardır: Süleyman Şevket Demirhan, Kemal Ohri, M.Şevki (Kurmaylığı geri alınmıştır.)
Mustafa Kemal ATATÜRK, Kurmay Yüzbaşı olarak yeminini 21 Ekim 1904’te Cuma günü etmiş ve 11 Ocak 1905 Çarşamba günü bölük idare ve kumanda etmek üzere atik 5’inci Orduya memur olarak gönderilmişti. Görmekte olduğumuz bu fotoğrafı o günün hatırasına çektirmişti. Kurmay Mustafa Kemal, bir müddet sonra tutuklanarak Yıldız Sarayı’na götürülmüştür. Abdülhamit devrine tesadüf eden o günlerin anısını kendisi şöyle anlatacaktı:
-…”Bir müddet münferit surette mahpus kaldım. Sonra Mabeyne götürdüler, sorguya çektiler, gazete çıkardığımızdan, teşkilat yaptığımızdan zan altında idik. Daha önceki arkadaşlar itiraflarda bulunmuşlar, birkaç ay böyle mevkuf tuttuktan sonra beni bıraktılar…”
Mustafa Kemal ATATÜRK ‘ün çocukluk arkadaşı, Rüştiye ve İdadi ile Harp Akademisinde birlikte okuduğu Ali Fuat CEBESOY, eserinde bu konuyu şöyle aktarır;
—“Harp Akademisi’ni bitirdikten sonra Mustafa Kemal, birkaç gün bizde kaldı.
Biz Kuzguncuk’a geldiğimiz zaman annem Zekiye Hanım:
—“Paşa, Erkânı Harp zabitleri teşrif ettiler.”
Diye bağırarak yukarı katta oturan babama haber verir, babam da:
—“Buyursunlar, şimdi geliyorum.” Diye aşağıya iner, elini öptürür.
Babam,önce Mustafa Kemal’in sonra da benim yüzümden gözümden öperdi. Yemekleri muhakkak bizimle beraber yer, hatta bir iki kadeh bir şey içmemize de izin verirdi. Annem, bunu bildiği için biz eve gelir gelmez uşağı gönderir, bakkaldan birkaç çeşit içki getirtirdi.
Mustafa Kemal ve tayinlerini bekleyen birkaç arkadaşı Sirkeci’de bir pansiyon kiraladılar. Ara sıra bu pansiyonda toplanıyor, memleket meseleleri üzerinde konuşuyorduk. Başlıca konumuz, rejim meselesi idi. Memleketin kurtuluşu için meşruti bir idare kurulması şarttı. Hükümdarı meşruti idareye ancak ordu zorlayabilirdi. Arkadaşlar gidecekleri yerlerde bunu telkin etmeliydiler ve gizli birer teşkilat kurmalıydılar. Bizden evvel Harp Okulu’ndan kıta subayı olarak mezun olan sınıf arkadaşlarımız, oralarda bize bir vasat hazırlayacaklardı. Kendimizi yalnız hissetmeyecektik.
Mustafa Kemal yine tekrar ediyordu:
-…”Bizim için en müsait iklim Makedonya’dır.”
Bu toplantılara katılan arkadaşlar arasında bir de sivil vardı. Fethi adında olan bu zatı tanımıyordum. Mustafa Kemal’e sordum, askerlikten çıkarıldığını, yatacak yeri ve parası olmadığı için burada kaldığını söyledi. Mazisi hakkında bir bilgisi yoktu.
Yolculuk hazırlıkları çoktan başlamıştı. Yeni elbiseler yaptırıyorduk. Mustafa Kemal ile birlikte Mercan Yokuşu’nda o zamanın en iyi askeri terzisi olan Altın Makas’a birer elbise ısmarlamıştık. İkinci provasını da yaptırmıştık. Bir salı günü almaya gittim. Hakikaten güzel dikilmişti. Oracıkta giyindim, kuşandım, eski elbiselerimi de bilahare almak üzere orada bıraktım.
Makastar:
—“Arkadaşımız Yüzbaşı Mustafa Kemal Bey de dün gelip elbisesini alacaktı. Fakat uğramadı. Dedi. Aklıma fena bir şey gelmedi. Dört gündür Kuzguncuk’tan İstanbul’a inmediğim için arkadaşımı da görmemiştim. Perşembe günü ona uğrayacak, bize götürecektim. Kâzım Zeyrek (General Karabekir) de gelecekti. Altın Makas’tan çıktım, meydan muharebesi kazanmış bir mareşal edasıyla ve kılıcımı şakırdatarak Mercan Yokuşu’ndan indim. Hayallerim gerçeklemiş, yirmi iki yaşında parlak bir kurmay subay olmuştum.
Nasıl Tuzağa Düşürüldük?
Köprüye geldiğim zaman, birden bire yanımda atlı bir araba duruverdi. içinde sarayın eczacı basışı Ahmet Refik Paşa vardı. Bu zat büyükannemin ahretliği Munise Hanım’ın oğlu idi. Kendisini tanıyarak selamladım.
Ahmet Refik Paşa:
—“Ne iyi tesadüf, buyurmaz mısınız?”
Diye beni arabasına aldı, hal hatır sordu.
Sonra birden bire kulağıma eğildi:
—“Sizi büyük bir felaketten kurtarmak istiyorum oğlum. Bu yıl Erkânı Harbiye Mektebi’nden çıkan erkânı harb ve mümtaz yüzbaşılardan bazıları bir komite teşkil etmişler, bu komitenin başında hatırımda yalnız ismi kalan Selanikli Mustafa Kemal Efendi varmış. Siz de komiteye dâhilmişsiniz. Aranızda para toplamışsınız. Padişahımız efendimize ramazanın on beşinde Topkapı Sarayı’ndaki Hırka-i Şerif ziyaretine gideceği sırada arabasına bomba atılmak üzere bir suikast hazırlanmış…”
Derhal aklıma geldi. Bu zat sadece sarayın baş eczacısı değil, aynı zamanda baş hafiyelerinden biri idi. Sözünü kestim:
—“Bu söylediklerinizin hepsi, ama hepsi yalan.” Dedim.
Gayet sakindi ve:
—“Ben de pek ihtimal vermiyorum, diyerek sözlerine şöyle devam etti;
… Mustafa Kemal Efendi’yle diğer birkaç yüzbaşı tevkil edildiler. Tevkif sebepleri de malum. Şimdi beni dinleyiniz. Ben sizin büyükannenizin yetiştirdiği bir kimse ve ailenizin bir mensubuyum. Bana itimat ediniz.”
Bu sırada arabamız Beşiktaş yolunu tutmuştu. Sordum:
—“Ne yapmamı, nasıl hareket etmemi emrediyorsunuz?”
Geniş bir nefes aldı. Budala, avını tuzağa düşürdüğünü sanıyordu. Sesine daha mülayim bir ton verdi: —“Kurtulmanız, hatta askerlik mesleğinde süratle yükselmeniz pek kolay ve çok basit. İşin esasını ve doğrusunu bana anlatırsınız, biz de bunu padişahımız efendimize arzederiz. Her ikimizin de, yani senin de benim de sadakatimizden dolayı rütbelerimizi birer derece yükseltirler. Mesela siz derhal binbaşı olabilir ve İstanbul’da kalabilirsiniz.”
Peşinen söyleyeyim ki saraya jurnal edilen bu hadise belki de doğru olmayabilir. Ancak bunu ciddi imiş gibi anlatmak da bir hamiyet iktizasıdır. Çünkü aslı olmayan bu gibi haberlerin arkasında mutlaka bir hakikat saklıdır. Bu sözler, o devir ve o devrin hafiyeleri hakkında bir fikir vermeye yeter sanırım. Bunların mevki için, rütbe için ve para için yapmayacağı fenalık yoktu. Bunların kendi çıkarları için uydurdukları yalanlar, birçok namuslu ve vatanperver insanların ocağına incir dikmiş, nice aile yuvası yıkmıştı. Aziz arkadaşım Mustafa Kemal’in tevkif edilenler arasında bulunması beni pek müteessir etmişti. Demek hapsedildiği için terziye uğrayamamış, mevzun vücuduna o çok yakışacak olan elbisesini alamamıştı.
Başımdan neler gelip geçtiğini o sırada kestiremiyordum. Harp Akademisi’nden başarı ile mezun oluşumun, yeni giydiğim üniformanın bana verdiği gurur, neşe ve zevk birden bire hüzne inkılap etti. Fakat kendimi çabuk topladım ve sesimi yükselttim:
—“Paşa hazretleri, babam İsmail Fazıl Paşa’mn arzusu hilafına asker ocağına girdim, sebat ettim, çalıştım. Erkânı harp yüzbaşısı olarak orduya katıldım. Mesleğimdeki tecrübe ve kabiliyetimi arttırarak memleketime ve padişahıma hizmet etmeye karar verdim. Sizin de pekâlâ takdir edeceğiniz gibi bu muvaffakiyet ancak başkumandanımız padişahımızın emirlerine doğrulukla, sadakatle hizmet etmekle ve çalışmakla mümkündür. Askeri vazifeme başlarken bu yoldan hususi bir menfaat için uzaklaşmak, yaptığım sadakat yeminine de aykırıdır. Buna padişahımız efendimizin razı olamayacağına bütün kalbimle inanıyorum.”
Ahmet Refik Paşa, gözlerini kısarak beni dinliyor, nereden yakalayacağını ve nasıl yere vuracağını düşünüyordu. Yakalamak istediği avı tuzağa düşüremediğini anlamıştı.
Bir an arabadan inmeyi ve bu iblisi yalnız başına bırakmayı düşündüm, sonra vazgeçtim. Bu hareket tarzı belki benim aleyhimde olabilirdi.
Birden gözlerini açtı.
—“Seni dinliyorum, devam ediniz.” Dedi.
Ben devam ettim:
—“Anlattıklarınızın hiçbiri doğru değildir. Arkadaşlarımdan hiçbirisinin ve bilhassa yakın arkadaşım Mustafa Kemal’in hatır ve hayalinden geçecek şeyler değildir. Benim bildiğim bazı bekâr arkadaşlar üç ayda bir maaş alabildikleri için ailelerinden gelen paralan aralarında itimatettikleri bir iki arkadaşa saklattırırlar, lüzum gördükçe oradan para çekerler. İşte sizin aralarında para topladılar diye söylediğiniz hadise budur. Benim ise ailem İstanbul’da bulunduğu, hal ve vaktim de yerinde olduğu için böyle bir mecburiyetim yoktur.
Refik Paşa, benden fazla bir şey öğrenemeyeceğini anlayınca:
—“Siz bilirsiniz, dedi; Korkarım ki, hem kendinizi, hem de ailenizi yeni bir felakete sokacaksınız.”
Bu sözlerle babamın ve annemin vaktiyle başından geçenleri hatırlatmak istemişti. Hava kararmış, arabamız Beşiktaş’tan Serencebey Yokuşu’na doğru çıkmaya başlamıştı. Bundan sonra Yıldız Sarayı’nın dış kapısından girdiğimizin farkına vardım.
Vaktiyle Mehmet Ali ağabeyimle aynı kapıdan bir kere daha girdiğimi hatırladım. Acaba bu sefer de o kapıdan kolaylıkla çıkmak mümkün olabilecek mi idi?
Eczacıbaşı Refik, sarayda, beni Kabasakal Mehmet Paşa’nın odasının yanındaki odaya bıraktı… Köprüde neden arabasına binmiştim, bin defa nadim oldum. Fakat artık iş işten geçmişti.
Refik:
— Arabada söylediklerimi unutma, sonra sen zararlı çıkarsın!” Diyerek çıkıp gitti.
Bir süre odada yalnız kaldım. Yanımdaki odadan bazı sesler ve gürültüler geliyordu. Belki benden önce gelen veya zorla getirilen arkadaşlara zulüm yapıyorlar diye düşündüm. Acaba bunların arasında Mustafa Kemal de var mı idi?
Gürültüler sona ererken içeriye bir perde çavuşu girdi, selam vermek lüzumunu bile duymadan:
—“Buyurun, paşa hazretlerinin yanma gideceğiz.” Dedi ve yürüdü.
Ben de yürüdüm. Acaba bu paşa hazretleri de kimdi? Birden kendimi Kabasakal Mehmet Paşa’nm huzurunda buldum. Beni derhal tanıdı.
—“İsmail Fazıl Paşa’nın oğlusunuz, değil mi?”
Diye sordu ve sonra ilave etti:
—“Bundan dört beş yıl evvel ağabeyinizle beraber bir defa daha buraya gelmiştiniz. O vakit masum olduğunuz anlaşılmıştı. Fakat bu defaki hadise çok mühim. Her şeyi olduğu gibi anlatacağınızı padişahımız efendimize olan sadakatinizden beklerim.” Dedi.
Benden önce Ahmet Refik Paşa ile konuştuğu muhakkaktı. Gözlerimin içine sert sert bakmaya başladı. Cevap vermedim. Daha doğrusu verilecek cevap yoktu, sustum.
Sordu:
—“Niye anlatmıyorsunuz, niye hakikatleri saklıyorsunuz?”
Hükümdara karşı akademinin üçüncü sınıfı tarafından hazırlandığı ileri sürülen suikast tertibinin hakikatle en ufak bir ilgisi olmadığını, bunu her suretle ispata muktedir bulunduğumuzu söyledikten sonra, yapılan iftiranın tamamen uydurma olduğunu, para toplama meselesinin haine bir surette değiştirilmesinden ileri geldiğini ihıvt- ederek dedim ki:
—“Hiçbirimiz, padişahımız ve başkumandanımıza karşı sadakatten gayri bir şey düşünmüyoruz. Ne söylesem boştu. Sözlerimin, yelpaze sakallı paşa üzerinde hiçbir etkisi olmadığını görüyordum. Zaten beni fazla konuşturmadı:
—“Doğruyu söyleyecek misiniz, söylemeyecek misiniz, önce buna cevap verin. Yoksa ben şiddet kullanmasını da bilirim.”
Israr ettim:
—“Yapmış olduğum sadakat yemininden asla inhiraf etmeden tekrarlıyorum. Söylediklerimin hepsi doğrudur. Bunlardan gayrisi yalandır, iftiradır.”
Cevabım sert, fakat askerce olmuştu. Bunun üzerine paşa, oturduğu masadan hiddet ve şiddetle kalktı, zile bastı. İçeriye uzun boylu, güçlü kuvvetli iki perde çavuşu girdi. Ben ne olacak diye bakıyordum ki;
Kabasakal Mehmet Paşa masanın altından uzun bir değnek aldı ve çavuşlara:
—“Yüzbaşıyı çeviriniz, darp cezası tatbik edeceğim.”
Perde çavuşları üzerime yürürken bütün gücümle karşı koyarak bağırdım:
—“Padişahımızın da tasdik buyurdukları ceza kanununda bir asker, askerlikten tard edilmedikçe ve üniforması üzerinden alınmadıkça hükmen darp cezası tatbik edilemez. Siz, başkumandanımız ve padişahımızın sarayında onun tasdik ettiği kanuna karşı gelemezsiniz. Eğer gelirseniz, ben de onun bana verdiği bu şerefli rütbenin hakkınıvar kuvvetimle müdafaaya kalkarım. O vakit hakiki suçlu ben değil, siz olursunuz. İşte bu kadar!”
Kabasakal Mehmet Paşa, biraz duraladı. Önce bir şeyler söylemek istedi. Sonra vazgeçti. Perde çavuşlarına:
—“Alın yüzbaşı efendiyi, götürün!” Emrini verdi.
Önce sarayda muhafaza altında kaldım. Ertesi gün Harp Okulu’ndaki zabitan tevkifhanesine gönderdiler. Bir gün sonra Mustafa Kemal’in de oraya getirildiğini öğrendim. Resmen ihtilaftan menedilmiştik, ama temas çarelerini aradım buldum. Arkadaşımın da tevkif sebebini öğrendim. Onu ve diğer arkadaşlarımı, acıyarak evlerine aldıkları ve yardım ettikleri askerlikten matrut Fethi ihbar etmişti. Meğer bu zat, Askeri Okullar Nazın Zülüflü İsmail Paşa’nın casuslundan biri imiş. Benim gibi Mustafa Kemal’in de sorgusu sarayda yapılmıştı. Sorguda Kabasakal Mehmet Paşa’dan başka Mabeyin Başkâtibi Tahsin ve Zülüflü İsmail Paşalar da bizzat hazır bulunmuşlardı. Ben hapishanede yirmi gün kadar kaldım. Bayramı müteakip serbest bıraktılar ve dediler ki:
—“İstanbul’dan bir yere ayrılmayınız, hakkınızda yapılacak tebligata intizar ediniz!”
Mustafa Kemal liderdi ve benden bir hafta on gün sonra serbest bırakıldı.”
Eksiklikler benim fazlalıklar daha önce emek verenlerindir. Bir başka yazımda görüşmek üzere esen kalınız efendim.