25 Eylül 1922 Pazartesi günü, Yunan ve İngilizlerin desteği ile üç yıl önce ’’Mavi Mira’’ isimli heyetin de kurulduğu yer olan İstanbul Rum Patrikhanesi’nde İzmir Metropoliti Aziz Hrisostomos Kalafatis’in ruhu için ayin düzenlenmiştir. Patrik IV. Emmanuel Meletios, o günkü ayinde halka yaptığı konuşmasında ayrıca Türkiye’den kaçan Rum zenginlerini de kınamıştır.
Avusturya Büyükelçisi Norbert von Bischoff ’a göre; …’’Rumlar, üç bin seneden beri bazen müstemlekeci, bazen tebaa olarak Ege Denizi sahili boyunca yerleşmişler ve İonya, Lidya, Kari vesaire gibi mamur eyaletler meydana getirmişlerdi. Buralardaki sanayi şehirleri, bağlar ve bahçelerle dolu yeşil vadiler, o yerlerde oturanların çalışkanlığını ve açık fikirliliğini gösteriyordu.
Yüz elli sene kadar evvel Yunan devletinin tekrar doğuşu ve 19’uncu asırda, buna muvazi olarak Osmanlı Devleti’nin inhitatı uyandırdı. 1918 deki Müttefik Devletleri zaferi de, bu hayalin tahakkuk etmek üzere olduğuna işaret gibi göründü.
Fakat…
Bu hayaller günden güne söndü, savruldu. Sakarya, sonra Dumlupınar hezimetleri, rüyaları kâbusa döndürdü. Rumların çoğu, Yunan ordusu kırıntılarına katılarak kaçmışlardı. Diğer bir kısım Rumlar da İzmir yangınları sıralarında vapurlara sıvışmışlardı. Kaçanlardan geri kalan Rumlar ise artık Anadolu’da kalamayacaklardı.
İsmet Paşa ile Venizelos arasındaki Lozan Antlaşması ile Anadolu’daki Rumlarla Yunanistan’daki Türkler mübadele edildi. Bu suretle iki milyondan fazla Rum, ecdatlarının yurtlarına dönmüş oldular ve Atina’nın şimali garbi varoşunda ’’Yeni İzmir Mahallesini’’ kurdular. Yalnız İstanbul havalisindeki Rumlara, yerlerinde kalmalarına müsaade edildi. 1936’da bu Rumların üçte biri Yunanistan’dan gelmiş olanlarla birlikte, miktarı 90.000. olarak tahmin ediliyordu. Fakat Anadolu’da ve Ege sahillerinde artık ’’Homerin’’ dili konuşulmuyor…’’ demektedir. (Aktaran: Benoist Mechin, ‘’Kaplan ve Pars’’, Yabancı Gözüyle Atatürk Yayınları, İstanbul 1955, Sf:159-160.)
Yunan ordusu ve Rum çetelerinin Ege Bölgesi’ndeki baş elemanı İzmir Metropoliti Aziz Hrisostomos Kalafatis, Türk Ordusu’nun 9 Eylül 1922 tarihinde Yunan işgalini sonlandırmak için girdiği İzmir’de, 10 Eylül günü gözaltında iken Müslüman halk tarafından linç edilmek suretiyle öldürülmüştür.
’’Linç’’ hiçbir adil yargılama olmadan insanları cezalandırma yöntemidir. Ali Püsküllüoğlu’nun 1991’de yayımladığı Türkçe Sözlük kitabında şöyle tanımlanmaktadır: ’’Halktan bir topluluğun, bir suçluyu ya da kendilerine göre suç olan davranışta bulunmuş birini yumruk, taş ve sopa gibi araçlarla döve döve öldürmesi’’. Türk Dil Kurumu ise aynı kelimeyi şu şekilde tanımlamaktadır: ’’Birden çok kimsenin kendilerine göre suç olan bir davranıştan ötürü birini, yasa dışı ve yargılamasız olarak öldürmesi.’’
Tarihçi yazar Cemal Kutay, İzmir Büyük Metropoliti Kalafatis Hrisostomos ’un 10 Eylül günü İzmir’de Yörük Ali Efe ve halk tarafından linç edilerek öldürüldüğünü yazmaktadır. (Bakınız: ’’Ege’nin Kurtuluşu’’, Boğaziçi Yayınları, 1981, Sf:172.)
Ancak, Zeki Sarıhan, ’’Kurtuluş Savaşı Günlüğü IV’’, sayfa 652-3’de, İzmir’de olaylar (10 Eylül 1922 Pazar): …’’Eski Yunan subay ve erleri ’’Zito Mustafa Kemal!’’ diye bağırtıldı. Dün başlayan yağmacılık askerlere de bulaştı. Çok şiddetli tedbirler ve aralıksız teftişlerle yağmacılığın önü alınmaya çalışıldı. Rumlar evlerine gizlendi. Rum ve Ermeni kiliseleri buralara sığınan Rum ve Ermenilerle doldu. 150.000 olan İzmir’in nüfusu, dışardan gelen Türk ve Rumlarla iki misline çıktı.
Rum Metropoliti Hrisostomos, Mustafa Kemal’le görüşmek istedi. Ancak kabul edilmedi. Hrisostomos, Nurettin Paşa ile görüşebildi ve onun tarafından azarlandı. Dışarı çıktığında bir subay Hrisostomos’un önünü keserek küçültücü sözler söyledi. Nurettin Paşa’nın tertibiyle halk Hrisostomos’u linç etti. Mustafa Kemal olayı öğrenince ’’Bu olmamalıydı’’ dedi. Hristostomos, 15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıkan Yunan kuvvetlerini kutsamıştı. (Bakınız: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Tarih Kurumu Yayınları XVI. Dizi-Sa.71C, Türk Tarih Kurumu Basımevi – Ankara,1996, ISBN:975-16-0517-2 Tk. / ISBN:975-16-0817-1)’’
Milli Mücadele’nin son yılında özellikle de İzmir örneğinde olduğu gibi işgalden kurtarılan şehirlerde, işgal güçlerini desteklemekle suçlanan azınlıklara ve Milli Mücadele’ye karşı olduğu bilinen Türklere karşı bir linç dalgası gerçekleşmiştir. 16 – 17 Haziran 1919’da Menemen Katliamı gibi olaylar nedeniyle halk arasında Yunan karşıtı duygular ve intikam arzusu yaygındır. Gerçekleştirdiği linç girişimleriyle halk arasında şöhrete sahip olan isim ise Sakallı Nurettin Paşa olarak bilinen ve Mehmet Nurettin (İbrahim Konyar)’dı. Nurettin Paşa, işgal kuvvetlerini metheden ve Milli Mücadeleyi kötüleyen gazeteci Emin Süreyya’nın linç edilmesi gibi birçok olayın yanı sıra, kendisi tarafından teşvik edilen linçlerden en çok dikkat çekenleri ise Hrisostomos Kalafatis ve Ali Kemal’in linç edilmeleriyle ünlenmişti.
Falih Rıfkı Atay, ünlü Çankaya adlı eserinde Atatürk’ün Milli Mücadele Komutanlarımızdan Korgeneral (1309 – P.31) Mehmet Nurettin (Sakallı) hakkındaki düşüncelerini şöyle aktarır:
…’’Atatürk’ün Nurettin Paşa’yı öteden beri sevmediği Nutuk’ta görünür. Zafer sırasında birinci ordunun başında bulunması da tesadüf eseri idi. Ali İhsan Sabis’in atılışından sonra, Ali Fuat ve Refet Paşalara komutanlığı teklif etmiş, İkisi de ’’kıdemsiz’’ İsmet Paşa’nın emrine girmek hoşlarına gitmeyerek, reddetmesi üzerine Nurettin Paşa hatıra gelmişti. Kibirli ve dar kafalı, zulüm ve ceberut düşkünü bir kimse idi. Bu yüzden bir zamanlar Millet Meclisi kendini harp divanına verip mahkûm bile ettirmek istemişti. Bu kararın önüne geçmek için Mustafa Kemal’in ne kadar uğraşmış olduğunu ’’Nutuk’tan öğreniyoruz. Nurettin Paşa’nın biri İzmit’te tertip ettiği iki linçin hikâyesi gene o vakitler, bizi ikrah içinde bırakmıştır. Bunlardan biri İzmir Metropoliti Meletyos, öteki de ’’Peyam-ı Sabah’’ yazarı Ali Kemal’dir…
Koyu bir mutaassıp, öfkelendirici bir demagog olarak tanımış olduğum Nurettin Paşa, ta Afyon’dan beri Yunanlıların yakıp kül ettiği Türk kasabalarının enkazını ve ağlayıp çırpınan halkını görerek gelen subayların ve neferlerin affetmez hınç ve intikam hislerinden de şüphesiz kuvvet almaktaydı…
Nitekim İzmir zaferinin hemen arkasından bir Nurettin Paşa hadisesi çıkacaktır. Zaferin bu en küçük hisseli adamı İzmir’e girer girmez şöyle bir vizita kartı (kartvizit) bastırmıştı: ’’Küt-ül-Amare muhasırı, Afyon ve Dumlupınar muharebeleri galibi, İzmir Fatihi Nurettin Paşa.’’ İzmir’de buluştuğu ilk adam da müftü idi. Nurettin Paşa kendisine bir vasiyetname bırakıyordu: Ölünce Koron boyuna bir camii, bir de türbesi yapılacaktı. İzmir Fatih’i buraya gömülecekti. Müftü, bir risalesi ile biraz sonra irticaın bu sakallı ve azametli liderini bütün Türkiye yobazlarına takdim ettirmek üzere idi…’’ (Bakınız Falih Rıfkı Atay, ’’Çankaya’’, İstanbul-1964, Sf:324-25)
Mehmet Nurettin (Sakallı) Paşa 1873 Bursa doğumludur. Müşir Gazi İbrahim Ethem Paşa’nın oğludur. 1893’te Harp Okulu’nu bitirdikten sonra 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı’nda başkomutan olan babası Ethem Paşa’nın yaverliğini yapmış, Trablusgarp (1911-1912) ve Balkan (1912-1913) savaşlarına katılmıştır. 1915’te Irak ve havalisi komutanlığına getirilmiş, daha sonra Basra ve Bağdat valiliğine atanmıştır.1918’de rütbesi Tuğgeneralliğe yükselmiştir. 21. Kolordu komutanlığı ve İzmir valiliği yapmış, İzmir’in işgalinden kısa bir süre önce görevinden alınmıştı. Temmuz 1920’de Anadolu’ya geçerek Kurtuluş Savaşı’na katılmış ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti tarafından Merkez Ordu Komutanlığı’na atanmışsa da uygulamaları nedeniyle Kasım 1921’de görevinden alınmıştı. Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından yargılanması için karar çıktıysa da Mustafa Kemal Paşa’nın girişimiyle yargılanmaktan kurtulmuştur. Büyük Taarruzdan önce Birinci Ordu Komutanlığı’na atanmış Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nden sonra rütbesi Korgeneralliğe yükseltilmiştir.
Korgeneral Mehmet Nurettin (Sakallı) Paşa, 1923’te Birinci Ordu Karargâhı’nın kaldırılması üzerine açıkta kalmıştır. Aralık 1924’te İkinci TBMM ara seçimlerinde Halk Fırkası adayına karşı bağımsız olarak Bursa milletvekili olarak seçildiyse de askeri görevinden istifa etmediğinden seçim iptal edilmiş, yenilenen seçimde, Halk Fırkası kendisini aday göstermediğinden yeniden milletvekili seçilmişti. TBMM’nde Mustafa Kemal Paşa’nın devrimci girişimlerine, özellikle laiklik ve şapka devrimine karşı olması, dini siyasete alet edişiyle dikkati çekmiş, Büyük ATATÜRK, büyük Nutuk’ta bu konuya da yer vermişti. (Not: Nurettin Paşa, 9 Eylül 1922 tarihinde İzmir’e giren Birinci Ordu’nun başında idi. Bu göreve 30 Haziran 1922’de getirilmişti. Yazar Hakan Kâzım Taşkıran’a göre …’’Yunan kaynaklarında Nurettin Paşa’nın 9 Eylül’den önce İzmir’e girdiği yazmaktadır. (Bakınız: ’’Kemeraltı’nın İzmir’i’’, Tepekule Kitaplığı Yayınları 2008, Sf:61.)’’
Trilye, Bursa’nın Mudanya ilçesine bağlı bir mahalledir. Mudanya Belediyesi’nin sitesinde yer alan bilgiye göre Rum din ve siyaset adamı Hrisostomos Kalafatis 1867’de Trilye’de doğmuş, Yunanistan’da din eğitimini tamamladıktan sonra Metropolit olarak Türkiye’ye geri dönmüştür. Metropolit Hrisostomos, 1904 – 1909 yılları arasında Trilye’de Tarihi Taş Mektep binasını inşa ettirmiş ve Kıbrıslı Rum lider Başpiskopos Makarios’un da eğitim aldığı söylenen bu okulda müdürlük yaptıktan sonra İzmir Metropoliti olarak atanmıştır.
Birinci Dünya Savaşı’ndan önce İzmir Metropolitliği yapan ve aynı zamanda Makedonya’da da faaliyet göstermiş olan Hrisostomos Kalafatis, Yunan Hükümeti’nin desteğiyle ve İzmir’in işgal kararı gereğince, mütarekeden sonra tekrar İzmir Metropoliti olarak bölgeye gönderilmiştir. Zeki Sarıhan, ’’Kurtuluş Savaşı Günlüğü I’’ adlı eserinde : …’’İki yıl önce Hükümet emriyle İzmir Valisi tarafından ülkeden çıkarılan Rum Metropoliti (Başpapaz) Hrisostomos, İzmir’e döndü. (1 Ocak 1919)’’ demektedir.
Yunanistan’ın eski başbakanı Eleftherios Venizelos, modern Yunanistan’ın en önemli siyasetçisi, ’’Mega İdea’nın baş mimarıdır. Megali İdeanın başarıya ulaşması için Osmanlı topraklarında bir dizi teşebbüste bulunmuştur. Öncelikle Fener Rum Patrikhanesi’nin ve patriklerin Yunanistan Megali İdeası etrafında birleşmesini sağlamaya dönük hareketlerini hızlandırmıştır. Kendisi daha 1910 yılında Girit adasından, ’’Patrikhanenin Yunan emrine girmesi gerektiğini ve birleşmiş bir Patrikhanenin Yunan davasına daha büyük yararlılıklar sağlayacağını’’ belirtir bir konuşma yapmıştır. Mütareke’nin imzasıyla birlikte Fener Rum Patrikhanesi ile temaslarını daha da arttıran Yunan Başbakanı Venizelos, çabaları sonucunda Patrikhaneyi adeta kendisine bağlı bir kuruluş haline getirmiş; Patrikhane, taşradaki metropliter ve ruhani reisleri kendi etrafından toplamayı başarmıştır. Patrikhane, 9 Mayıs 1919’da yayınladığı bir bildiride ’’Osmanlı tebaası olan Rumların Osmanlı Devleti’ne karşı hiçbir bağları ve vecibeleri kalmamıştır. Osmanlı Devleti’nin Patrikhaneye ve Cemaat’e tanıdığı imtiyazlara da ihtiyaç kalmamıştır’’ diyerek; Osmanlı Devleti ile tüm bağlarını kopardığını ilan etmiştir.
Yine Venizelos, İşgalden bir gün önce 14 Mayıs 1919 tarihinde İzmir Rumlarına bir mesaj göndermiş, bu mesaj Yunan Deniz Albayı Mavridis tarafından okunmuştur:
…’’Rumların artık uşaklıktan kurtulduğunu, sevinç gösterilerinin Türklere karşı bir düşmanlığa dönüşmemesini, Yunan hürriyetinin dostluk ve eşitlik getirdiğini her an göstermeliyiz.’’
İzmir’de Aya Fotini kilisesinde okunan bu mesaj toplanan Rum teşkilatında büyük sevinçlere ve gösterilere sebep olmuş, İzmir Metropoliti Hrisostomos Kalafatis ile dinleyicileri ağlamış, Hrisostomos yayımladığı bir bildiri ile önce ’’İşgali desteklediğini’’ bildirmiş ve 15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıkan Yunan askerlerini kordon boyunda dualarla karşılamış ve birlikleri takdis etmiştir. Takdisten sonra askerlere verdiği vaazda ’’Ne kadar Türk kanı döküp içerseniz o kadar sevaba girmiş olacaksınız’’ gibi sözler sarf ettiği çeşitli Türk kaynaklarında iddia edilmiştir.
Örneğin, Zeynel Lüle, ’’Mustafa Kemal’in Can Yoldaşı Ali Çavuş’’ adlı eserde …’’Hâlbuki İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalinden evvel ve sonra bütün İzmir papazları, ’’İslam kanını akıtacak olan askerin, Hazreti İsa’nın ruhunu şad edeceğini’’ söyleyerek Türk ve İslam ahalisinin öldürülmesini istemişler ve teşvik etmişlerdi. Balıkhane önünde işgal kuvvetlerini karşılayan sırmalı elbiseli Başpapaz Hrisostomos, Yunan askerlerini takdis etmiş ve İslamların kanının, canının, malum helal olduğunu ve hemen öldürülerek mallarının yağma edilmesini emretmişti. İşgal günü Rum palikaryaları, Yunan askerleriyle beraber, rast geldikleri Türk’ü soyarak dövmüşler ve süngü zoruyla ’’Zito Venizelos’’ diye bağırmaya mecbur etmişler, bağırmayanı da öldürmüşlerdi. Bu muameleler hükümet memurlarına ve subaylara da yapılmıştı. Papazlarından bu namussuzca direktifi alan palikarya ve Yunan askerleri mahallelere dalıp evleri yağma etmeye başlamış ve bununla da yetinmeyerek müdafaasız kadınlara tecavüz etmişlerdi. Anadolu’da ise bilhassa kadın ve çocukları camilere doldurarak yakmışlardı. Bu kadar aşağılık hareketlere biz cevap verememiştik…’’ demektedir.
Prof. Dr. Abdurrahman Çaycı, ’’Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Milli Bağımsızlık ve Çağdaşlaşma Önderi (Hayatı ve Eseri)’’ adlı yapıtta: …’’15 Mayıs sabahı saat 8’den itibaren müttefik donanmasının şehre dönük toplarının himayesinde, Yunan birlikleri İzmir’i işgale başladılar. Karaya çıkan birlikler, yerli Rumların taşkın ve coşkun gösterileri ortasında, İzmir Metropoliti Hrisostomos tarafından taktis edildikten sonra, Konak istikametinde yürüyüşe geçtiler.
Efzon alayı ’’Zito Venizelos” naraları arasında Kemeraltı köşesini dönerken atılan bir kurşunla Yunan bayraktarı yerlere yuvarlandı. Rumlar panik halinde kaçışmaya başladılar. İlk şaşkınlığı attıktan sonra, Efzonlar silâha sarılıp etrafı taramaya başladılar. Özellikle Sarıkışla yarım saat tarandı. Sonra Kolordu Komutanı Ali Nadir Paşa, elinde beyaz teslim bayrağı olduğu halde, subay ve askerleriyle dışarı çıkarıldı ve ağır hakaretlere maruz kaldı. Türk askerleri ’’Zito Venizelos” diye bağırmaya zorlandı. Bağırmayanlar süngülendiler. Albay Süleyman Fethi Bey bağırmadığı için süngülenenler arasındaydı. Kafile yolda önce yerli Rumların saldırılarına, ardından değişik yerlerden yaylım ateşine tutuldu. Ağır kayba uğrayan kafile, fırtına çıkması üzerine, kalabalığın dağılmasıyla, daha az kayıpla, Petris Vapuru’nun ambarına kapatıldı. Kente dağılan Yunanlılar ticarethaneleri, evleri yağmaladılar. İnsanları boğazladılar. İki gün süren bir terör sonucunda 2000’i aşkın Türk öldürüldü. Irza tecavüz, gasp ve yağma hareketleri birbirini kovaladı.
Özetle Hristiyan halkın can güvenliğini ve asayişi sağlamak maksadıyla, İzmir’e geldiğini iddia eden Yunan Ordusu, girdiği yerde tethiş ve terör havası getiriyordu…’’ (Bakınız: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara-2002.)
Resmi tarihimize göre de İzmir’de sadece dokuz ayda 8.000 Müslüman Türk’ün rıhtımda katledilerek öldürüldüğü belirtilmiştir:
—’’9 Şubat 1920 (Osmanlı Mebusan Meclisi, 4.Dönem, 1.Yasama Yılı, 8.Birleşim, Gündem 4/1), Rauf (Orbay) Bey (Sivas):
’’İzmir’de malum olan tarzda ve hiçbir hakka istinat etmeyerek taarruz eden Yunan kuvvetlerine karşı, Millet bir aralık sükûnetini muhafaza etti ve İzmir’de hiçbir mukavemet tertibatı alınmadığı halde, rıhtım üzerinde yedi-sekiz bin (8.000 !) Müslüman boğazlandı. Buna karşı hükümet-i seniyye aciz vaziyette kaldı. Ahali-i İslâmiyye hal-i intizarda Şevketli Padişahından, Hükümet-i Senniyesinden ve Avrupa Devletlerinin adaletinden imdat bekledi. Bittabi padişahımız Efendimiz Hazretleri tebaasının bu teessüratına, samimiyetle iştirak etti. Hükümet-i Seniyye’de elden geldiği kadar çalışmak arzusunda bulundu, fakat bu kadarı kâfi gelmedi. Avrupa devletlerinden, ahdîlerinde sebat bekledi, göremedi. Buna mukabil taarruzlar devam etti.
Aylarca devam eden taarruzlarda birçok İslam nüfusu katledildi. Bu taarruzlarda, tatbikat o kadar şedit bir şekil aldı ki artık silahla müdafaa-i nefse kadir olmayan ve orada sakin bulunan ahali, ırz ve namuslarını ancak tırnaklarıyla muhafazadan başka bir çare göremediler. Sekiz dokuz ay evvel başlayıp bu güne kadar devam eden harekât, muhafaza-i hayat ve namus müdafaa-i mevcudiyet mecburiyeti ile hâsıl olmuş, hiçbir zaman eşhasın veyahut zümre-i siyasiyyelerin veyahut hariçten herhangi bir kuvvetin tesiri ile vücut bulmuş bir şey değildir… (Sadeleştirilmiş metin için bakınız: Cengiz Çetintaş, TBMM Tutanakları Yıllığı ’’Kurtuluş Savaşı’nın Felaket Yılı 1920’’ 1.Baskı 2019.)
Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde 4 Ekim 1922 günü Büyük Zafer (26 Ağustos Taarruzu – 30 Ağustos ve 9 Eylül Zaferleri) hakkında verdiği demeçte:
-…’’Bu muharebenin neticesi Yunanlıların ve Rumların kalbini sindirmiştir. Binaenaleyh; bu muharebeye Rum Sındığı Meydan Muharebesi demek çok muvafık olur.’’ demiştir.
Yazar Harve Georgelin, ’’ Smyra’nın Sonu: İzmir’de Kozmopolitzmden Milliyetçilğe’’ adlı eserinde Türk ordusunun Yunan işgaline son vermek üzere İzmir’e girmesinden sonra Müslümanlar tarafından linç edilerek öldürülen Hrisostomos Kalafatis ile iki arkadaşının o gün cereyan eden hadiseyi şöyle aktarır:
…’’İzmir’in Katolik Başpiskoposu 25 Ağustos 1922’de kendisine yerle bir olmaya mahkûm kenti terk etmesi için yalvardığında, Hrisostomos bunu şu sözlerle reddediyordu: ’’…Cemaatinin yanında kalmak hem Ortodoks Kilisesi’nin geleneği ve hem de ruhani görevidir.’’
İzmir metropoliti Hrisostomos, irredantist Rumları simgeleyen simaydı. Küçük Asya’nın bağımsız Yunanistan’a bağlanması için canla başla mücadele vermişti. Yunan ordusunun durumu tehlikeye girdiğinde, kimi Rum çevreleri de Yunan krallığının onları kaderlerine terk ettiğini kabullenmezken, Hrisostomos Küçük Asya’nın savunulmasına yönelik hareketin içinde yer almıştı.
Yazar İlias Venezis ona Küçük Asya’nın etnarkos’u der; bu unvanı sadece ekümenik İstanbul patriği, geleneklere göre bir de Kıbrıs metropoliti taşıyabilirdi. Kemalist birliklerin şehre girmesinden önce defalarca teklif edilmesine karşın gitmeyi reddetmişti. Esasen amacı cemaatiyle sonuna kadar kader birliği etmekti. Acılar içinde ölmeye hazırdı, inancına göre kendince bir yorumu da vardı bununla ilgili; ’’Öteden beri şehit olarak öleceğimi hissetmişimdir.”
Metropolitin bir yakını olan Ermeni Episkoposu, Hrisostomos’un son gününe bizzat tanıklık etmiştir. Ona göre metropolite galip kumandan Nurettin Paşa ile bir değil, iki kez görüşmüşlerdir.
İlk görüşme 9 Eylül 1922’de, öğleden sonra gerçekleşmişti. Metropolit Nureddin Paşa’nın huzuruna, yeni iktidara biat etmek ve talimat almak üzere çıkmıştı. Önde gelen Rumlardan Çürükoğlu ile Klimanoğlu da yanındaydı. Nureddin Paşa onları karşıladı ve İzmirli Rumlardan üç istekte bulundu:
-Silahı olanlar silahlarını iktidarın yeni sahiplerine teslim edecekti;
-Firari askerler teslim edilecek,
-Halk korkmayacak, hayatlarına kaldıkları yerden devam edeceklerdi.
Hrisostomos Nureddin Paşa’yı tebrik etti, teşekkür edip yanından ayrıldı ve derhal başkumandanın talimatlarını yerine getirmek üzere harekete geçti.
Görüşmede hazır bulunan iki güçlü simayı göz önüne aldığımızda tarif edilen sahne tuhaftır, fakat bir Rum metropolitin görev başındaki herhangi bir dünyevi iktidara boyun eğmesi şaşırtıcı değil. Bunun yanı sıra Türk makamlarının dini önderleri etnik-dini grupların bir numaralı önderleri olarak kabul etmesi adettendi. Burada gene bu kültürel millet yapısı işlemekteydi. Olağanın dışında olaylar yaşandıktan sonra normal hayata dönebilmesini sağlayan da bu sistemdi. Koyu Yunan milliyetçisinin şehrin askeri valisine yönelik tebrikleri, teşekkürleri, 1908’e kadar Osmanlı Hristiyanlarının dillerinde yapılan yayınların Sultan’a yaltaklanan başlıklarıyla aynı tondaydı. Sahne İmparatorluğun mekanizmalarının hayata dönüşünü sergiliyordu.
Ne var ki metropolitin dönmesinden iki saat sonra askerlerle polisler peyda olup onu tekrar kumandanın huzuruna çağırdılar. Akşam saat altıya doğru Hrisostomos yanında gene iki nüfuzlu Rum’la Nureddin Paşa’ya yani yanı başında Türklerden oluşan kalabalığın toplandığı Konak’a gitti. Nureddin Paşa’yla Hrisostomos ‘un görüşmesi ya da görüşmelerine dair bin türlü hikaye, söylenti ya da kurgu hep aşağı yukarı aynı kapıya çıkar. Görüşmelere tanıklık edip de sonradan hayatta kalabilmiş olmuş mudur gerçekten? Metropolite eşlik eden nüfuzlu Rumlar da sonradan öldürülmüştür. Her ne olursa olsun arkasından bu kadar çok yorum yapılması, söz konusu din adamının bir simgeye dönüştüğünü kanıtlar; İzmir halkı yüksek komiser Steridis’ten çok onu temsilci sayıyordu.
Yorumlar aşağı yukarı, birkaç ayrıntı dışında birbirini tutar.
Milli Ermeni Heyeti’nin raporunda Atina’da çıkan Elefteros Tipos gazetesine dayanılarak, Nureddin Paşa’nın 1918’de İngiliz Amiral Dixon’a düzenlenen sıcak karşılamanın intikamını almak istediği öne sürülüyordu. Nureddin Paşa, Hrisostomos’un kaderini Türklerin kararına bırakmış, din adamı Konak’tan çıkarken saldırıya uğramıştı.
Puaux’un bahsettiği Fransız bir görgü tanığına göre, kalabalığı Nureddin Paşa kışkırtmıştı: “Size iyilik yaptıysa iyi, kötülük yaptıysa kötü olun!”
Episkopos Turyan sahneyi biraz farlı anlatır. Buna göre Nureddin Paşa Hrisostomos’ tan Yunan idaresi sırasındaki tutumu için, özellikle Türklere kötü muamele ettiği yönündeki suçlamalar hakkında açıklama istemiştir. Hrisostomos açıklamaya çalıştıysa da kendisine tutuklu yargılanacağı söylenmiş; sıkıca bağlanmış ve Nureddin Paşa onu hapishaneye nakledilmek üzere memurlara teslim etmiştir. Bunun üzerine Hrisostomos, nakil sırasında askerlerin onu kalabalıktan korumasını talep etmiştir. Metropolit Konak’tan çıkar çıkmaz kalabalık onun ve yanındaki iki nüfuzlu Rum’un üzerine yürür. Hrisostomos sürüklenerek Başoturak mahallesine getirildiğinde yarı çıplak kalmış, yürümez hale gelmiştir, ardından İki Çeşmelik mahallesinde ahali onu ve iki yoldaşını paramparça eder.
İlias Venezis’e göre ise metropolit bir eşeğe bindirilmiş, tükürük yağmuru altında Türk mahallesinin içlerine sürüklenmiştir. Saçı sakalı bir berbere tıraş ettirilmiş, üzerine beyaz bir gömlek geçirilmiştir; arkasından kulaklarıyla burnu kesilecek, gözleri oyulacak ve nihayet parça parça edilecekti. Cesedi Türk mahallesinde, köpeklere bırakıldı.
’’Smyrna Kasabı” olarak anılan Nureddin Paşa Aziz Metropolit Hrisostomos’u sokak serserilerinin eline verdi. Onu sokaklara sürüklediler, tükürdüler, dövdüler, ardından da bir Yahudi’nin berber salonuna götürerek sakallarını yoldular. O yere eğilmiş sakallarını toplarken (Ortodokslukta sakal kutsaldır), onu kaldırıp bıçakla gözlerini oydular ve derisinden bıçakla parça kopardılar. Dayanılmaz acılarına rağmen kendine eziyet edenlere hayır duaları ile kutsamayı sürdürünce, Türklerden biri kılıçla ellerini kesti. O acılarla kıvranırken bir başkası, her tarafı kesik yaralıyı, cesedini sokaklarda sürüklemeden önce silahla vurdu.
İncelediğimiz kaynakların hiçbirinde Hrisostomos’un katillerinin adı geçmiyor. Hep bir kalabalıktan, etnik-dini kimliğiyle tarif edilen bir topluluktan bahsediliyor, linç olayına erkeklerin, kadınların, hatta çocukların bile karıştığı özelikle vurgulanıyor. Cinayet kolektif, anonim bir eylem olarak aktarılıyor. İki belgede metropolit işkence görürken iki Fransız devriye gemisinin orada olduğu belirtiliyor; olaylara müdahale etmekten men edilmişlerdi.
Türklerin Hristiyan din adamlarına hınçla saldırdığı çok açıktır ki bu da bu toplum da dini önderlerin politik bir rol üstlendiğinin bir kanıtıdır. Surp Stepanos Kilisesi’ndeki Ermeni papazlar rıhtıma inmeden önce tedbir olarak sakallarını kesmişlerdi. Nitekim Episkopos Turyan da papaz başlığını çıkardıktan sonra daha rahat hareket edebilmişti. 10 Eylül 1922’den itibaren Türk makamları, Rum ve Ermeni cemaatlerinin başlarının peşine düştüler. Ünlü İzmirli Ermeni gazeteci Hrant Mamuryan, bertaraf edilecek nüfuzlu Rumlarla Ermenileri içeren bir kara liste olduğunu belirtir. Basın çalışanları, başta gelen hedefler arasındaydı.
Fransızca Reforme gazetesinin müdürü Çürükoğlu ayakları bir arabaya bağlanarak ölene kadar yerlerde sürüklenmişti. Hrisostomos’un yanındaki, gene basında çalışan adamların da kaderi farklı olmadı. Ermenice Horizon gazetesinin yazı işleri müdürü Zareh Kavazyan, Surp Stepanos civarında katledildi.
Esasen Yunanlılara soğuk bakan Ermeni Meclisi üyesi avukat Nezaret Hilmi Nersesyan, “…Türk askerlerin kaçırmaya yeltendiği kızını korumaya çalışırken öldürüldü... (Bakınız: Harve Georgelin, ’’Smyra’nın Sonu: İzmir’de Kozmopolitzmden Milliyetçilğe’’, Çeviri: Saadet Özen, Bir Zamanlar Yayıncılık, I.Baskı, İstanbul-Aralık 2008, ISBN:978-975-6158-10-4)’’