Uzun zamandır, kendimle sohbetlerdeyim. Sen gittikten sonra, ancak kendimin bana tahammülü var; çünkü bir diğeri- Ne diyor bu?- olabilir…
Nasıl bir şehir bu?
Vancouver’da, eve yakın bir parktayım. Zaman sanki durmuş gibi. Duyularımın algıladığı, yüzüme çarpan hafif serin limonata tadındaki hava, burada -cats and dogs- dedikleri yağmurlardan sonra, güneş bugün yüzünü gösterdi. Alabildiğine yeşil her taraf, sakin, şehre aceleleri olmayan, üzerinde gelecek kaygısı hissedilmeyen insanlar ve naif bir ortam hakim.
Kendi kendime tekrarlıyorum: Nasıl bir şehir burası?
Nasıl bir toprak parçası? Aynı gezegeni paylaşıp da nasıl bu kadar farklı olabiliyor insan evladı; toprağımdan buraya ışınlanmış gibiyim. Bizde hani son moda bir söylem var ya; “anı yaşamak” diye; işte bunlar bu söylemi daha doğmadan öğrenmişler sanki, bizdeki biraz zorlama oluyor.
Her şey olması gerektiği gibi, olması gerektiğinden daha güzel yerleştirilmiş yemyeşil bir tablo var önümde. Önümde, arkamda, sağımda, solumda beni şaşırtan, on beş gündür adım adım gezdiğim şehrin hiçbir noktasında değişmeyen fotoğraf; ağaçlar ağaçlar… Cadde kenarları dahi yüz yıllık ağaçlar ile bezeli. İçim kıskançlıktan çatladı; neden bizde yok diye!
Varoş, gecekondu, falan da yok burada. Çamur, pislik yok. İnsanların birbirine saygısı inanılmaz boyutta. Bağırma, çağırma, yüksek ses hiç yok, herhangi bir olay karşısında tepki gösterme yok gibi. Sinirler alınmış duygusu uyandırıyorlar.
Aklımdan bunlar geçerken, yaramaz bir çocuğu, sevimli bir külhan beyini hatırlar gibi, belleğimdeki film sahnesi değişti. Elimde olmadan dudağıma müstehzi bir gülümseme yerleşti.
Ah İstanbul’um ah!
Sen geride kalırken, yüreğim heyecan, hayal kırıklıkları, güzelliklerden mest olmuş, aşık olmuş, sonra nefret etmiş, şaşırmış, sersemlemiş bir halde yavaş yavaş büyük bir bitkinlikten dönen bir zihin karışıklığı içindeyken, bedenim; acele yaşayan bir insanın yaşlanmış hissettiği duyarlılıkta, kendini uçağın koltuğuna attığı an…
Ve yeni yaşayacağım şehir ile tanışmam, bu tanışmadan sonra İstanbul’da yaşamayan, dışarıdan bakan, bakınca aklını şaşıran bir çift göz oluverdim. Yine bana İstanbul’un ne olduğunu birdenbire sorana, kafamdaki fırtınayı nasıl anlatacağımı düşünürken, elimi şakağıma dayayıp düşünmem gerektiğinin farkına vardım bir an…
Kapalı Çarşı’yı ,Yeni Cami’yi, kuşları, kedileri, -burada sokak hayvanı hiç yok- Haliç’i, köprüyü, Nişantaşı, Galata, Beyoğlu, Piyer Loti, Balat’ı nasıl anlatır insan? Bir çırpıda kelimeler yeter mi? Şehrin arka yüzündeki insana çarpan, ön yüzünde ise tamamen farklı senaryoyu anlatmaya…
Her gün; sabah akşam geçtiğim, o bir saat içinde adeta İstanbul’un geçit töreni yaptığını zannettiğimiz “köprü”; günün doğusundan batısına kadar durmadan, dinlenmeden karşılaşıp karışan, bitmez tükenmez “insan akıntısı” caddeler…Hindistan çarşıları, Ninjini Navgorod Panayırları, Pekin bayramları, İstanbul’un her gün bize yaptığı bu gösterinin yanında hiç kalır.
Mesela; İstanbul’da bir şey görebilmek için, İstanbul’un bir noktasını seçmelisiniz. Kapalı Çarşı’nın girişini, Eminönü Meydanı’nın bir noktası gibi. Ve sadece bakmalısınız, hep oraya bakmalısınız, nereye bakacağınızı şaşırıp, oraya buraya bakarsanız; İstanbul’da bir şey göremezsiniz. En garip kılık kıyafetler, her sınıftan insan toplulukları, çok kısa bir zamanda efsanevi bir karışıklık ve kargaşa gözünüzün önünden geçiverir. Dışarıdan bir gözün bu gösteri üzerinde fikir yürütmesi neredeyse imkansızdır.
Olağan bir durumdur bu bir İstanbullu için; ama İstanbul’a yeni gelenlere acayip görünür.
VE SONRA TAA DÜNYANIN BİR UCUNDA KENDİNİZİ ACAYİP SORULAR SORARKEN BULUVERİRSİNİZ.
İstanbul nedir?
Dünya yaratılmadan önceki karışıklık mıdır?
Güzel midir?
Harika mıdır?
Çirkin midir?
Korkunç mudur?
Sarhoş eder mi?
MI MI MI ….
Sevgiyle kalın.
HAMİŞ : Vancouver’da bir İstanbullu’nun jetlagı ….