İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’nde, Astronomi öğrencileri de en az Fizik öğrencileri kadar sağlam bir fizik eğitimi alırlar. En azından ben öğrenciyken öyleydi. Öğrencilik yıllarımda, ders saatlerimiz arasındaki ciddi boşluklarda, sadece ağaçların altında oturup hayaller kurmazdık. İki – üç arkadaş, normalde müfredatımızda bulunan fizik derslerinin haricinde, methini çok duyduğumuz Dünyaca ünlü fizikçimiz, kaosu izleyen adam Prof. Gediz Akdeniz’in verdiği derslere de misafir olarak girdiğimizi hatırlıyorum. Mezuniyetimizden yıllar sonra, deneyin sadece ışıkla değil, elektron ve protonlarla da yapıldığını ve bize sadece mantıklı ve tutarlı görünen, fakat yine de kafa karıştırabilen ilk yarısının anlatıldığını fark ettim. Deneyin bize anlatılan yarısı “Işık hem dalga hem de tanecik özelliği gösterir” şeklinde son derece yuvarlak bir cümle ile sonuçlandırılmıştı. Halbuki deneyin bir de ikinci yarısı varmış ve deney sadece ışıkla değil tüm atom altı parçacıklarla ilgiliymiş.Deneyin sonuçları öyle yuvarlak falan değil, gayet katı ve dümdüzmüş. Materyalist dünya görüşünü terk etmeye hazır olmayan günümüz fizikçilerini, bir hata veya bilinmeyen bir aletsel etkileşim olması temennisine kilitleyen, hatta onlara başka bir çıkar yol bırakmayan, dünya görüşü katili, devrimsel bir deneymiş. Deneyin tamamının Fen Fakültesi öğrencilerine neden anlatılmadığını şimdi daha iyi anlıyorum. Çünkü bilimsel dünya görüşünün tıkandığı noktayı temsil ediyor bu deney. Bu noktadan öteye geçersen, başka bir alem başlıyor diyor. Öğrendiğin her şeyi unutmaya, hiçbir şey bilmediğini kabul etmeye hazır mısın diyor. Kırmızı hapı yutmaya hazırsanız, ben de elimden geldiğince deneyi anlatmaya hazırım.
Öncelikle madde ve enerjinin birbirinden farklı iki davranış türünü anlatmaya çalışalım. Parçacık benzeri davranış ve dalga benzeri davranış. Elinizde bir paintball silahı olduğunu düşünün. Boş bir tuval üzerine çok sayıda atış yaparak sanatsal bir çalışma yapmak niyetindeyiz. Tuval ile aramıza, ortasında boya kapsüllerinin içinden geçebileceği ince bir kesiğin bulunduğu bir levha, bir şablon koyuyoruz. Yeterince sayıda atış yaptığımızda, tuvalin üzerinde şablondaki yarığın şekline benzer bir şekil oluşturmuş oluruz. İşte bu parçacık
benzeri davranıştır.
Benzer bir düzeneği bu kez su dalgaları ile kuralım. Dalga benzeri davranış biraz farklıdır. İnce bir yarıktan geçen dalgalar, yarığın bulunduğu noktada sanki yeni bir dalga kaynağı varmış gibi davranır. Anahtar deliğinden içeri giren sesi, sadece deliğin karşısında oturan adamın değil, tüm odadakilerin duyması gibi. Fizikte buna dalga kırınımı denir.
Dalga kırınımı davranışının karşısına, dalga şiddetini ölçen bir mekanizma yerleştirecek olursak, yani tuval üzerinde dalga davranışını görme şansımız olsaydı, yarığın tam karşısında maksimum şiddette, kenarlara doğru azalan şiddette bir sonuç elde edecektik.
Her iki davranışı bir değil iki yarıkla tekrar deneyelim. Parçacık benzeri davranışın çift yarıklı düzenekte vereceği sonucu kolayca tahmin edebiliriz. Bir yarık, tuvalde bir sütun, iki yarık, tuvalde iki sütun. Basit.
Dalga benzeri davranışın iki yarıklı deneyde vereceği sonuç biraz farklılaşıyor. Her iki yarıktan ayrılan dalgalar, birbirinden bağımsız iki farklı dalga kaynağı görevi görüyor ve dalgalar iç içe geçerek bir dalga girişimi yapısı oluşturuyorlar. Dalgaların maksimum şiddetlerinin üst üste geldiği noktalarda yeni bir maksimum şiddet, bir maksimumun bir minimumu giderdiği noktalarda ise nötr boşluklar meydana geliyor. İki minimumun üst üste geldiği noktalarda ise yeni bir minimum noktası oluşuyor elbette. Yani tuvalin ortasından kenarlarına doğru azalan şiddette, en kuvvetlisi ortada olmak üzere dolu ve boş çizgiler elde ediyoruz. Bu yapıya da dalgaların girişimi deniyor fizikte. Basit fizik kanunlarının, basit ve bildiğimiz sonuçlarını gördük buraya kadar.
Thomas Young’ın yaptığı yenilik, ışığın doğasını anlamak amacıyla bu deneyi fotonlar ile gerçekleştirmesi oldu. 1805 yılına kadar, Young deneyi olarak bilinen deney yapılıncaya kadar, fotoelektrik olay ve Compton olayı denilen fizik kavramları sebebiyle ışık, tanecik modeli ile açıklanmaktaydı. Fakat bu model, foton taneciklerinin enerjisini ve momentumunu belirleyen, taneciğin frekansı ve dalga boyunu açıklamakta yetersizdi. Hiçbir kütlesi olmadığı kabul edilen hareketli bir fotonun taşıdığı enerji neyle ifade edilecekti? Durgun halde fotonlar var mıydı? Veya fotonların bir kütlesi varsa, kütle çekiminden etkileniyorlar mıydı? Bu gibi sorulara bir cevap arayışında olan Young 1805 yılında, ışığın, dalga özelliğini taşıyan bir profile sahip olduğunu kanıtlamak üzere bir deney gerçekleştirdi.Bu deneyde Young dönemindeki şartlar gereği, istenilen özelliklere sahip tek renkli lazer kaynağı olmadığından güneş ışınını ışık kaynağı olarak kullanmıştır. Bu tercihin sebebi ise şu şekilde açıklanabilir; eğer kullanılan ışın kaynağı içerisindeki dalgalar farklı dalga boylarına sahip olurlarsa yarığa ulaşım süreleri farklı olacağından meydana gelen girişimlerde kaymalar oluşacaktır. Işık kaynağından çıkan ışın süzmeleri çift yarıktan geçirilmek sureti ile bu yarıkların arkasına yerleştirilen ekrana düşürülmüş ve sonuç olarak bir dalga girişimi şablonu elde edilmiştir. Thomas Young, meydana gelen aydınlık noktaların, (ışığın bir dalga modeli olduğunu varsayarak) dalgaların tepe noktalarının birleşmesiyle, karanlık noktaların ise tepe ve çukurların girişimiyle meydana geldiğini savunmuştur. Peki, elinde bir tek ışın kaynağı olmasına rağmen, Thomas Young sanki elinde iki ışın kaynağı varmış ve bu iki ışın kaynağından çıkan dalgaların girişim oluşturup aydınlık ve karanlık noktaları meydana getirdiğini nasıl iddia etti?
Şöyle ki; tamamen aynı fiziksel boyutlara sahip olan yarıklar, ışık içlerinden geçtikten sonra aynı karakteristik özelliklere sahip iki ışın kaynağı gibi davranmaktadırlar. Bu da deneyin doğruluk ve dahi güvenilirlik oranını artıran detaylardan biri olarak kabul görmüştür.Konunun asıl can alıcı ve ilgi çekici bölümüne gelecek olursak, Thomas Young’un tutarlı bir ışık kaynağı ile tamamladığı deney, aradan belli bir zaman geçtikten sonra aynı düzenekte bir elektron tabancası kullanılarak tekrarlanıyor. Daha önceki yıllarda elektron, proton ve nötronların parçacık olduğu kanıtlanmış olsa da elektron tabancası ile tekrarlanan bu deneyde herkesi şaşırtan bir sonuç elde ediliyor. Elektron tabancasından teker teker gönderilen elektronlar tıpkı bir dalga gibi davranıp ekranda girişim desenleri oluşturuyorlar.
Atom altı parçacıkların hem dalga hem de tanecik özelliği gösterdiği, kesin olarak bulundukları yerlerinin bilinmediği herhangi bir anda, o anda bulunabilecekleri muhtemel yerlerin tamamında aynı anda bulunuyormuşlar gibi, yani kuantum fiziğinde süperpozisyon denilen bir davranışları olduğu görüşü, bu noktadan sonra ortaya çıkmaya başlıyor. Çünkü proton, elektron, foton ya da herhangi bir atom altı parçacık, ikili bir yarıktan tek tek bombardıman edilerek geçirildiğinde, sanki aynı anda her iki yarıktan birden geçiyormuş ve geçtikten sonra kendisi ile bir girişime girerek, girişim deseni üzerinde düşmesi gereken yere düşüyormuş gibi davranıyorlar. Çok sayıda bombardıman edilen atom altı parçacıkların, birbirleri ile etkileşime girerek, girişim şablonu oluşturmaları gayet mantıklıydı. Fakat teker teker gönderilen parçacıklar, iki yarıktan herhangi birinden geçtiğinde, neyle etkileşime giriyorlardı ki deneyin sonucunda ekranda bir interferans şablonu oluşuyordu?
Bu durumu bildiğimiz, mantıklı, tutarlı fizik kanunları ve rasyonel bir dünya görüşü ile açıklayabilen bir fizikçi henüz yoktur. Üniversitelerde bu deney, bu noktaya kadar anlatılır ve ışığın hem dalga hem de tanecik özelliği gösterdiği, atom altı taneciklerin adına süperpozisyon denilen garip ve mantıksız bir davranışları olduğu söylenir. Öğrencilerin kafası karıştırılır ve bırakılır. Kafalarının daha da çok karışmasına sebep olacak olan, fakat sonrasında bir çözüm ışığı ve yeni bir dünya görüşüne dair bir ipucu sunacak olan, deneyin ikinci yarısı maalesef anlatılmaz.
Bu deneyin bir devamı var… Fizikçiler tahmin ettiğinizden daha zeki insanlardır. Deney düzeneğine tek bir elektron gönderdikleri, bu tek bir elektronun iki tane yarıktan hangisinden geçtiğini bilmedikleri ve fakat sanki her iki yarıktan da birer elektron geçiyormuşçasına bir sonuç elde ettikleri bir durumda, yarıklardan birinin arkasına bir elektron detektörü koymayı düşünebilecek kadar akıllıdırlar.
Peki ya elektron? Veya bir başka atom altı parçacık? Onlar da yarıklardan hangisinden geçtikleri kanıtlandığında, sanki diğer yarıktan da geçmiş gibi davranmayı bırakacak kadar akıllıdırlar!
Evet. Tek tek gönderildiğinde ve hangi yarıktan geçtiğini bilmediğimiz durumda bir davranış sergileyen ve şöyle bir sonuç veren atom altı parçacıklar..
Yine tek tek gönderildiklerinde fakat bu sefer hangi yarıktan geçtiğini gözlemlediğimiz takdirde, davranışını değiştiriyor ve şu sonucu veriyor:
Sonuç: Atom altı parçacıklar, gözlemlendiklerinde farklı, gözlemlenmediklerinde farklı davranıyorlar! İki durum arasındaki tek fark, GÖZLEM.
Materyalist dünya görüşünü terk etmemekte kararlı olan fizikçilerimizin, bu durumu “aletsel etkileşim veya bilinmeyen bir hata” ile açıklamaya çalışmaktan başka seçenekleri kalmamıştır. Fakat onlara kötü bir haber verelim: Deneyin devamında, aletsel etkileşim ihtimalini de ortadan kaldırmak için bir şey daha düşünülmüş. Elektron detektörünün elektronu gözlemeye devam etmesi, fakat aldığı sonuçları bir gözlemcinin göreceği şekilde kaydetmediği durumda ne oluyordur sizce?
Evet. Elektron bu numaraları yemez!
Ayrıca günümüzde bu deneyin, aletsel etkileşim ihtimalini sıfıra indiren bir başka versiyonu da bulunmaktadır: DelayedChoice deneyi. DelayedChoice (ertelenen seçim) deneyinde, foton ile bilmediğimiz bir şekilde etkileşime girecek bir ölçüm aleti yoktur. Rastlantısal olarak fırlatılan foton çiftlerinin hangi yolu izlediklerinin bilgisi, sadece hangi ekrana düştükleri ile ilgilidir.
Deneyin kurgusu gereği, hangi yolu izlediği bilgisini kesin olarak veren ekranlardaki görüntü, tanecik davranışı verirken, her iki ihtimali de barındıran ekranlarda ise dalga davranışı sonuçları gözlenmiştir. Bu deneyde bir ölçüm – gözlem aleti yoktur. Fotonun geçmişte yaptığı yol seçimi bilgisi, foton ekrana düştükten sonra belli olmakta ve yol bilgisi eğer tek bir yarığı işaret ediyorsa, sonuç tanecik davranışını; eğer herhangi bir yarığı işaret etmeyecek şekilde konumlandırılan ekranlardan birinde gözleniyorsa, sonuç dalga davranışını sergilemektedir. Yol bilgisini veren ekranlardaki görüntü ile, bu bilgiyi vermeyen ekranlardaki görüntü, sebepsiz bir şekilde FARKLIDIR.Yani deneyin sonunda elde edilen bilgi, deneyin başında fotonun yaptığı tercihi değiştirmektedir.
Bu anlatmaya çalıştıklarımı iki yıl kadar önce henüz öğrendiğimde, sanki Dünya’nın çevresini ilk kez dolaşan adam benmişim gibi heyecanlı bir şekilde, değerli hocam, kaosu izleyen adam, Prof. Gediz Akdeniz’e anlattığımda, “öğleden sonra günaydın” der gibi gülümseyerek beni dinlemiş ve “Hayatın bir simülasyon olduğunu mu düşünüyorsun?” diye sormuştu.
O tarihlerde, deneyin bu garip sonuçlarını mantıklı bir şekilde açıklayacak bir teorim olduğunu düşünüyordum ve teorimi, birdenbire kafamda belirdiği anda, alelacele kâğıda dökmüştüm. İki sayfa kadar yazdıklarımı, 11 madde halinde toparlamıştım. Sonradan 4 maddenin ikişer olarak birleşebileceğini gördüğümde teoriye “İki Sayfa Dokuz Madde Teorisi” demiştim. Şimdi farklı düşünmekle beraber, o teoriyi de buraya almak istiyorum.
DoubleSlit ve DelayedChoice deneyleriyle ilgili İki sayfa Dokuz Madde Teorisi
5 Ağustos 2015 19:23’te bu satırları yazmaya başladım.
– Bugün Yaşadığım Olay –
1- Son 3-4 gündür Dila’nın anahtarını arıyorduk.
Benim hatırladığım: Dila giderken anahtarı çantasına koydu. Zihnim bundan emin.
Dila’nın hatırladığı: Dila anahtarını almadığından emin.
2- Benim elimdeki veriler: Anahtarı daima koyduğum üç yerde anahtar yok = Anahtar bende değil!
3- Bugün Tibet’in anahtarını da aradık.
Benim hatırladığım: Tibet tatile gitmeden önce son akşam geldi, anahtarını aldı gitti. Zihnim bundan emin.
Tibet’in hatırladığı: Tibet son akşam tekrar gelmedi, o gün zaten buradaydı, anahtarını bana bırakmadı, daha sonradan bana vermesi için Burcu’ya bıraktı. Tibet bundan emin.
4- Benim elimdeki veriler: Anahtarı daima koyduğum üç yerde anahtar yok = Anahtar bende değil !
5- Yeni veri: Anahtarları Aylin başka bir yere koymuş! Bana söylemiş, ben duymamışım..
Zihin derhal düzeltme yapıyor: Yanlış hatırlıyor olabilirim, Galiba Dila anahtarını çantasına koymadı veya çantasına koyduğu anahtar yedek anahtarıydı, galiba Tibet giderken anahtarını bırakmadı, Burcu’yla sonradan bana gönderdi, Tibet’in anahtarını alıp gitmesi, motorunu parketmemden önceydi.
Hepimizin başına hergün gelebilecek küçük bir aksilik..
Olgu – Algı Açıklaması
6- Aynı fiziksel olguya ait, iki farklı zihinsel algı oluştu. Zihin, eldeki değişen veriye göre, iki farklı algı oluşturdu ve ikisine de aynı kesinlikte inandı.
7- Zihin delil üretiyor, geçmişten delil siliyor, olayı “akıl” çerçevesine oturtmak için her senaryoyu yazıyor ve delillendiriyor. Deneylerin sonuçları sadece “insan algısı” = “gerçek olgu”nun sadece sınırlı bir kısmı ve zihnimizdeki bir yansıması. Güvenilir değil, gerçek değil.
8- Konu, elektron, foton ya da atom ile ilgili değil, zihin ile ilgili.
9- Sütun – Girişim davranışı yok, deneyin mutlak somut sonuçları yok, sadece değişen algılar var.
= NoSpoon.
Şu anda böyle düşünmüyorum. Çünkü bu yaklaşım insanı çok değersizleştiriyor. Basit bir gözlem bile yapamaz hale getiriyor. Duyularımızın, fiziksel gerçeğin çok küçük bir kısmını algılayabildiği, örneğin gözlerimizin, elektromanyetik spektrumun yalnızca yüzde 0,2 sini oluşturan görünür ışığı görebildiği doğru. Fakat insan bu kadar değersiz olamaz. “Gördüklerimizin hiçbir anlamı yoktur” da dememeliyiz. Deneyin sonuçlarını ikinci bir yaklaşımla daha açıklamak da mümkün: Belki de etrafımızdaki fiziksel koşulları, inançlarımız da şekillendiriyordur? Gözlemcinin, bir deneye başlarkenki inançları ve ön kabulleri, deneyin sonucunu etkiliyordur.
Gerçeğin, görmek istediğimiz, mantıklı olarak görmeyi beklediğimiz kısmını görüyor olmamız fikri gibi; göreceğimize inandığımız şeyleri fiziksel olarak gerçek haline getiriyor ve görüyor olmamız fikri de bu deneylerin sonuçlarını açıklayabilir.
Gözlemlenmeyen madde, madde gibi değil enerji gibi davranıyorsa eğer, bilinçli gözlemci, etrafındaki fizik alemi var ediyor olabilir.
Bu sonuçları biraz daha ileriye taşıyabiliriz. Örneğin, atom altı parçacıklar atomları, atomlar da molekülleri ve gözle görebildiğimiz cisimleri meydana getirdiğine göre, etrafında varlığını gören, ona şahitlik eden bir çift göz bulunmayan veya daha sonradan bir bilinçli gözlemci tarafından sonuçları denetlenmek üzere kayıt alan, dolaylı veya dolaysız yollarla var olup olmadığı test edilmeyen herhangi bir cismin, o an için fiziken var olduğunu iddia edemeyiz. Var olmadığını da iddia edemeyiz çünkü var olmadığını iddia etmek için gözlem, ölçüm, kayıt gerektirir ve bunların herhangi biri de teoriye göre, cismin tekrar madde olarak davranmasına sebep olacaktır. Yani ben bu satırları yazarken, arkamı döndüğüm ve bakamadığım kitaplığımın rafındaki kristallerimin fiziken var olup olmadıklarından emin değilim.
Hiç kimse bakmıyorken görünmez olabilen çocuk gibi bir şey yani..
Daha da ileriye gidelim. Bizler de maddeden oluşuyoruz. Fakat etrafımızda bize bakan bir çift bilinçli göz bulunmadığı anlarda yok olmuyoruz. Çünkü hiç kimse bulunmasa bile kendi bilincimizle kendi varlığımıza şahitlik ediyoruz. Gözlerimizi kapattığımızda da yok olmuyoruz çünkü hala bilincimiz devrede, varlığımızı hala mantıksal sorgulamadan geçiriyor, test ediyoruz. Bilincimiz, gerçekliğine kesin olarak inandığı mantıksal bütünlük içinde hala kendisini bir konuma oturtuyor. Bazen küçük bir hareketle, bazen mantıksal sorgulamayla, düşünce ile, ufak bir dokunuşla veya zaman algımız içinde kendimizi bir noktaya yerleştirerek, hangi günde, hangi saatte olduğumuzu hatırlamaya çalışarak var olmaya devam ettiğimizi onaylıyoruz.
Peki ya hepsini bıraktığımızda ne oluyor? Uyuyoruz.
Bu noktadan sonra hiçbir bilim insanı, uykunun, bilincin farklı hallerinin veya rüyanın ve hatta rüyanın farklı hallerinin önemsiz olduğunu; yaşadığımız fizik hayat üzerinde hiçbir etkisi bulunmadığını, insan bilinçaltının basit ve ilkel olduğunu, uyuyarak geçen zamanın boş ve değersiz olduğunu söyleyemez.
Eğer mutasavvıf bir yazar olsaydım, Çift Yarık deneyine dört elle sarılır ve “Bilim dünyası, göksel kitapların evvelden beri söylediği şeyi nihayet ispatladı” diye uzun uzun vaazlar verirdim. “Dünya’nın gerçek olmadığı bilimsel olarak ispatlandı” bile diyebilirdim. Neyse ki mutasavvıf bir yazar değilim.
Eğer bir akademisyen bilim insanı olsaydım, üzerinde yaşadığımız Dünya’yı anlamak ve anlamak sorumluluğunu resmi olarak taşıyacağım için ömrümü bu deneyin bilimsel ve felsefi sonuçları üzerinde çalışmaya, varsa hatasını bulmaya, yoksa sonuçlarını analiz etmeye, deneyi tekrar tekrar yapıp, mümkün olduğunca geniş kitlelere yaymaya, deneyle ilgili her aykırı fikri dinlemeye harcardım. Neyse ki bir akademisyen de değilim.
Ben elinde bir kâğıt ve kalem ile, üzerinde yaşadığı şeyi ve kendisini anlamaya çalışan bir adamım. Bilimsel bir dünya görüşü ile geçirdiğim bir ömrün sonunda vardığım noktada gönül rahatlığıyla şunu söyleyebiliyorum ki küçük çocuk “Gözler gerçeği göremez, kalbiyle bakmalı insan” derken gerçekten de haklıymış.
Aslında bu sonuca fazla şaşırmamalıyız. Göksel kitaplar, Dünya hayatının bir oyun ve aldatmacadan ibaret olduğunu bize açıkça söylemişti. Yani bir simülasyon. Biz yanlış anlamışız, oyun ve aldatmaca ifadelerini biraz yumuşatmışız. Bazen gerçekler gayet basittir. Bir diğer çok kıymetli hocam, her şeyi planlayan adam, imkansıza kafa atanların mentoru sayın Tanfer Dinler “Dünya……….. Bildiğin gibi değil.” dediğinde anlamalıydım zaten.
Peki neye ihtiyacımız var? Öncelikle madem ki inançlarımız gayet önemli, saçma şeylere inanmayı bırakmalıyız. Mesela Fen Fakültesinde, ellerinde radyonun çalışmasını içindeki meleklerle açıklayan adamın kitaplarıyla dolaşan gençler, kendilerine bir çeki düzen vermeliler. Ortalama bir alet kutusu kadar büyüklükte bir bataryanın içinde nükleer enerji ürettiğini, fosilleşmiş bir odun için “Ay kayasıdır” deyip, bir sıçanın fotoğrafını gösterip “Bu da bir Mars kayasıdır” deyip, 384 bin km uzaklığa yerleştirdiği 2-3 metre büyüklükteki hareketli bir aynaya, hareketli bir kaynaktan, kaotik bir atmosfer içinden geçerek ulaşan ve hedefe vardığında 8 km kadar bir alana yayılmış olacak olan bir lazer demetinden yakaladığı birkaç fotonu, son derece doğru bir açıyla geri yansıtmayı başarıp, Dünya’da da o bir iki fotonu yakaladığını iddia eden, gezegenimizin “fotoğrafının” üzerine bulutlarla SEX yazmakta bir sakınca görmeyen, bugün Van Allen kuşaklarından insanları güvenle nasıl geçirebileceğini araştıran fakat 1969’da üç insanı güvenle iki kere geçirdiği iddiasını da terk etmeyenlerin her söylediğine kayıtsız inananlar da kendilerini şöyle bir tartsınlar.
Aynı adamların, milyonlarca yıldır atmosfere üflediğimiz, bitkilerin ise soluduğu karbondioksiti düşman ilan etmeye çalıştığını, bugün “küresel ısınma felakettir” çığırtkanlığı yapan aynı çevrelerin 1970’lerde de “mini buzul çağı geliyor” diye feryat ettiklerini, küresel ısınma söyleminin arkasında bir siyasi plan olabileceğini, bunun ise gelişmekte olan ülkelerin ekonomisine tasma takmak olduğunu görmeliyiz. Dünya kamuoyunda oluşturulacak olan “Bizler büyük bilim insanlarıyız” algısının küresel oligarklar için paha biçilemez kıymette olduğunu, Dünya hakimiyeti ile eş anlamlı olduğunu unutmamalıyız. Neye inandığımız çok önemlidir. Elimizde neye inandığımıza çok dikkat etmemiz gerektiğini söyleyen bir fizik deneyi var.
Bir taraftan da CERN’ü ve NASA’yı düşünüyorum… Biri gözlemlenen iki parçacığı birbirine çarpıştırmak için milyarlar harcıyor. Diğeri Van Allen kuşaklarındaki 1022eV enerji yüklü ve gözlemlenmeyen parçacıkların bombardımanı sebebiyle bu radyasyon kuşağını nasıl güvenle geçebileceğini araştırmak için milyarlar harcıyor.. Ve çözüm gözlerinin önünde duruyor: Birisi NASA’ya iki TANECİĞİN birbiriyle çarpışması ihtimalinin çok düşük olduğunu söylesin. Van Allen kuşaklarını geçmek için HER ŞEYİ GÖREN BİR GÖZE ihtiyacınız var.
Yani en azından ben buna inanıyorum 😀
Kaynakça