1919 senesinin Mart – Nisan aylarında İngilizler, Karadeniz bölgesinde Rum çetelerinin faaliyetleri artarak ön plana çıkmaya başladığından ve çetecilik olaylarından yararlanarak daha etkili olmak amacıyla, Rum çetelerine karşı savunmaya geçen Türklerin oluşturdukları yerel milis güçlerinin dağıtılmasını istedi. Nitekim 21 Nisan 1919 tarihinde Osmanlı hükümetine yazılı bir bildirimde bulundu. İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Arthur Gouch Calthorpe’un şunları yazmıştı:
1.Erzurum, Erzincan, Bayburt ve Sivas yörelerinde ordunun terhisi ve silahların teslimi işi çok yavaş gitmektedir;
2.Bu yörelerde, Kars’ta olduğu gibi baştanbaşa şûralar (oluşumlar) kurulmuştur;
3.Bu şûralar, ordunun denetimi altında asker toplamaktadır, bu gelişmeler o bölgede yaşayan halkı rahatsız etmektedir;
4.Bu gelişmeler Ermenistan hakkında verilecek karara karşı koymak için İttihatçı Jön Türkler tarafından örgütlenmektedir.”
Ayrıca, İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe, Sadrazam’a gönderdiği 21 Nisan 1919 tarihi yazıyla yetinmeyip, Padişah Vahideddin’le de aynı konuda kesin bir uyarıda bulunduğu bilinmektedir. İngiliz Yüksek Komiserliği’nde yetkili ve güçlü bir gizli servis elemanı olan Sir Andrew Ryan, Amiral Calthorpe’nin o günlerde Padişah Vahideddin’le yaptığı görüşmede alınacak önlemler konusunda düşüncelerini belirttiğini ve Padişah’a:
“…Yüksek yetkilere sahip askeri bir kurulun başlarında yetenekli bir general ile derhal görev yerine giderek, o bölgedeki 9. Ordu’yu disiplin altına alması gerektiğini” söyledi. (Bakınız: Sir Andrew Ryan, “The Last of the Dragomon, Londra”, 1951, Sf: 129 – 131. Aktaran: O. Özsoy , “Kurtuluş Savaşı” Sf:133.)
Aynı hafta içinde İngiliz Komiser Vekili Amiral Webb de, Başbakan Damat Ferit’i ziyaret etti ve sözü edilen noktadaki isteklerini yerine getirdi. İngilizlerin isteklerini hükümete bir ültimatomla bildirmesi, Amiral Calthorpe’un Padişahla bu konuda görüşmesi, Amiral Webb’in Sadrazam Damat Ferit Paşa’yı aynı konuda sıkıştırması, tarihin ve talihin döndüğü anı yaratıyordu.
Yıldızın parladığı an işte o andı!..
1919 senesini Nisan ayının 21’i Pazartesi gününden sonra her şey Türk ulusu için olumlu yönde hızla gelişmeye başlamıştı. Bu dönemde İstanbul’da Padişah ve Damat Ferit Hükümeti’nin üzerinde durduğu en önemli nokta, Paris’te sürdürülmekte olan Barış Konferansı’nda olumsuz bir etki yapmasını önlemek için işgal kuvvetlerinin her isteğinin yerine getirilmesi ve özellikle Anadolu’da asayişin (güvenliğin) sağlandığının göstergesiydi.
Tüm bu nedenlerle Padişah ve Damat Ferit Hükümeti, 21 Nisan 1919 tarihli ültimatom gereği en acil bir biçimde, Karadeniz’den başlayarak iç bölgelerde “asayişi” sağlayacak, dirlik ve düzeni kuracak önlemlerin alınması ve İngilizlerin yatıştırılması düşüncesiyle; bunu sağlayacak bir komutanın zaman geçirilmeden bulunması, isteklerin karşılanması ve İngilizlerin ikinci bir istekte bulunmalarına olanak tanınmaması için arayışa geçmişlerdi…
Bu arayış 29 Nisan’da son bulmuştur.
Atatürk’ün İstanbul’da kaldığı altı ay süre içerisindeki gerek “Siyasal Girişimleri”, gerekse “İhtilalci Darbe Girişimleri” ile “Anadolu’ya Geçiş Kararı” sonuç vermiş, bu nedenle Harbiye Nazırı Şakir Paşa, Atatürk’ü Bakanlığa davet ederek “Türklerin Rumlara yaptığı baskıyı yerinde incelemek ve önlemek üzere Karadeniz bölgesine müfettiş olarak gönderilmesi”nin kararlaştırıldığını bildirdikten bir gün sonra 30 Nisan 1919’da Sultan Vahideddin Atatürk’ün 9. Ordu Kıtaatı Müfettişliği ’ne atanmasını onaylamıştı.
Aşağıdaki belge de yukarıdaki sebeplerden ötürü, Atatürk ile mahiyetinin İstanbul’dan Samsun’a gidebilmeleri için İngilizler tarafından verilen 16 Mayıs tarihli vizeyi görmekteyiz:
16 Mayıs 1919…
Atatürk, o gün önce Yıldız’da Hamidiye Camii’ndeki Cuma selamlığından sonra da Mahfil-i Hümayun’da kabul eden Padişah Vahideddin’e veda etmişti. Oradan da vatanın kurtuluş planları hazırladığı Şişli’deki evine gelerek, annesi ve ev halkıyla vedalaştıktan sonra akşamüzeri mahiyeti ile birlikte kendilerini Kızkulesi’nin açıklarında bekleyen Bandırma Vapuru ile Samsun’a gitmek üzere ayrılmıştı:
-…”İstanbul’u terk etmek zarureti, İstanbul’da hâsıl olan elim şartlardan idi. Anadolu’ya geçmekteki maksadım, Anadolu’nun ortasında ve Türk milletinin yüksek seciyesine ve sarsılmaz azim ve imanına dayanmak idi. Bundan başka hiçbir tedbirin memleket ve milletin derin yarasına çare olmayacağına kesin kanaat etmiştim. Onun için Samsun’a ayak bastığım dakikada aldığım tedbir, Samsun ve havalisine dair yanımda bulunanlara gereken emirleri ve talimatı vererek hemen Güney’e yürümek oldu.”
7 Kasım 1918…
Adana’dan İstanbul’a doğru yola çıkmış trenin yolcuları arasında genç bir Paşa’da vardı. Yenilmiş bir ordunun, yenilmemiş komutanı olarak artık İstanbul’a dönüyordu.
Dört uzun savaş yıllarından sonra, herkes ve her şey gibi yorgun ve mecalsiz lokomotifler, sınırlardan içerilere doğru dizi dizi kara vagonları çekiyorlardı. Vagonlar asker doluydu. Aynı trenle dört yıl önce, Anadolu köylerinden toplanmış, yürekleri vatan savunmak azmiyle dolu, şevk ve hevesle, türküler söyleyerek, yoksulluğun her çeşidine katlanarak ve dayanarak, dört yıl boyunca savaşmışlardı…
İki buçuk milyon (2.500.000.) künye, başkomutan vekilinin başsağlığı yazısıyla evlerine son haberleri gönderilmiş ve “şehit” oldukları bildirilmişti. Kara vagonlarda dönenler ise artık “gazi” olmuşlardı. Yıllardan sonra geldikleri evlerinde, belki de yakınları onları tanımamışlardı bile…
Tren, Adana ovasından sonra Torosları tırmanmış ve Ulukışla’ya varmıştı. Mustafa Kemal Paşa, kendi kendisiyle belki de ilk kez baş başa kalmıştı. Yaşamı, bir film şeridi gibi gözlerinin önüne gelmişti;
Çocukluğu… Askeri okullar… İlk gençliği… İlk sevgileri… Parlak düğmeli üniformasıyla, kılıcı ve kordonuyla subaylığı… Selanik, Beyaz Kule semti, arkadaşlar ve arkadaşlıkları…
Sonra;
Âşık olduğu bir meslek yaşamına ilk adım: Şam, yeniden Selanik… Makedonya, istibdatta karşı ilk kıvılcımlar: Şam’da Vatan ve Hürriyet Partisi, Selanik’te İttihat ve Terakki Cemiyet… İkinci Meşrutiyet… 31 Mart İsyanı, Hareket Ordusu ile İstanbul… Yeniden Makedonya dağlarında, Arnavut cephelerine karşı… Bir başka kıt’ada, Bedevi şeyhleriyle yan yana değişik savaş: Trablusgarp… Yeniden Balkanlar ve Balkan faciası…
Sonra Sofya yılları: Ayrı bir dünya, renkli bir hayat, sevilen, sayılan Kurmay Yarbay… Dünyayı birbirine katan Bosna suikastı, büyük savaş ve bu cepheye koşmak için dayanılmaz bir arzu…
Gözlerinin önüne bıyıklı bir gencin silueti de geldi: Manastır’da dağlardan inen Hürriyet Kahramanı Enver Bey, Edirne’ye bir Fatih gururu ile giren Enver Paşa ve İstanbul’da Sarıkmış dönüşü, makamındaki Harbiye Nazırı ve Başkomutan vekili…
Zor da olsa arana tarana Gelibolu yarım adasında bulunabilen 19. Tümen…
Sonra Çanakkale’yi zorlayan dünyanın en büyük Armada’sı, 24 saati bile dolduramadan üç büyük zırhlısını boğaz sularında bırakıp kaçan Armada… 23 Nisan sabahı başlayan kara harekâtı… Koca Çimen tepesi, Conkbayırı, Arıburnu, Anafartalar, en tehlikeli iki gün… Ölümle kaç kere yüz yüze, burun buruna gelişler… Her bakışta türlü hatıraları canlandıran siyah mineli, asalet damgası işlemeli saat, hayatını kurtardıktan sonra sol cebinde enkaz haline gelen priyci saat yerine Liman von Sanders’in armağanı…
Derken İstanbul, sonra Kafkas cephesi… Diyarbakır karargâhı, Seman köşkünde balkondan havuza atlayan emir eri…
Sonra Hicaz kuvvei seferiyesi… Medine’yi boşaltma kararı… İkinci ordu… Yedinci Ordu… Yine İstanbul… Gözleri yumuk konuşan bir veliaht Vahideddin Efendi ile Almanya seyahati, Kayzer’in sofrası…
Yeniden Suriye, adım adım Anavatana doğru çekiliş, Halep’te sokak savaşı, bir ordunun son kalıntısı ile tutulan cephe…
Bozgundan sonra Adana’da geçen birkaç gün mütarekenin 24 maddesi üstünde endişelerle dolu bir inceleme… Düşündüğünü söylemekten nefsini alıkoyamayışı, sadrazama çektiği telgraflar ve aldığı cevaplar… Sonra makine başında hükümetin istifa haberi… “Bu günlerde İstanbul’da bulunmaklığının münasip olacağı…”
Mustafa Kemal Paşa, işte bu tren yolcuğunda memleketi ile belki de ilk kez baş başa kalıyordu;
-Neydi bu güzel yurdun çektikleri, artık yetmez miydi?
-Yıllardır sürüp giden savaşların boşaltıp tükettiği bu güzel vatanın çilesi daha dolmamış mıydı?
-İstasyonlarda öbek öbek erkeklerini bekleyen şu kadınların, oğullarını bekleyen ihtiyarların, babalarını bekleyen çocukların ne günahları vardı?
-Ya karlı Çanakkale’den kızgın Yemen’e, Galiçya’dan Kanal’a kadar dağılıp eriyen delikanlılar ne uğruna can vermişlerdi?
-Ne istemiştik üç kıt’ada, dokuz cephede, irili ufaklı otuza yakın düşmanla yıllar yılı boğaz boğaza savaşırken kimin hangi çıkarlarını korumaya çalışmıştık?
-Şu uzayıp giden mübarek topraklarda sabanını bırakıp eline battal martin tüfeği tutuşturularak Kafkaslara sürdüğümüz yağız delikanlı, eğer Muş’ta tifüs ’ten ölmediyse, Sarıkamış dağlarında çarpışırken acaba hangi pembe hayallerle süslenmiş ihtirasların kurbanı olduğunu düşünüyor muydu?
Sonra bu maceradan kalan hatıralar:
-Tarladaki sabanlar, evlerdeki ihtiyarlar, çocuklar ve kadınların artık bir daha göremeyeceği iki buçuk milyon erkeğinden dokuz cephede birer tümsek ve dönebilen kolsuz, bacaksız, gözsüz, mecalsiz ve ümitsiz bir yarım insan yığını… Zavallı düşkün insanlar, kalplerini öylesine ümitsizlik bürümüş ki, yeşil kırları, kendi ırmaklarının sesini ve dağlarının yüksekliğini hayal edip gözleri yaşaran, kulakları dinlemek isteyen ve başları yukarı kalkan yok… Savaşın cephelerdeki gösterişi sönerken Anadolu’nun bağrında derin yarası kanıyor…
Peki ya İstanbul?
İstanbul, İtilaf devletlerinin himayesi altında üzgün, umutsuz ve felaket duygusunun ağırlığı altında ezilmiş gibiydi… Herkes, şimdi artık bize istediklerini yaparlar korkusu içindeydi… Soğuk, karanlık bir kış başlamış, yakacak ne odun ne de kömür yoktu… Vurgunculuk başını almış yürümüş, para değerini kaybetmiş, yiyecek fiyatları aşırı derecede artmıştı…
Sokaklar İngiliz üniforması giymiş Rumlar ve Ermenilerle dolu… Bunlar İngiliz komutanlığı tarafından istihbaratçı olarak çalışıyorlar, kuş uçurtmuyorlardı… Öte yandan Rumlar, sokaklarda caka satarak dolaşıyor ve sadece sokakta ateş pahasına bir hokka ekmek alabilmek için dolaşabilen Türkleri itip kakarak duvar kenarına sürüyorlar, Yunan karargâhında dalgalanan mavi- beyaz bayrağı selamlamaya zorluyorlardı… Yunanlılar Türklerin ekonomik durumunun kötüye gittiğini görerek önlemler alıyor, Atina Bankası İstanbul’daki Türklerin mülklerini satın almak isteyen Rumlara kredi açmıştı.
Şimdi ne olacaktı?
Mütareke’nin maddeleri Mustafa Kemal Paşa’nın cebindeki bez kaplı defterde bir bir yazılıydı. Düşman yenmişti ve merhametsizdi. Hiçbir şeyi affetmeye niyetli olmadığı daha şimdiden görülüyordu, bizde bunu kabul etmiştik ama biri hariç!..
Çünkü O, bir kıvılcım ile tutuşacak ateşin her şeyi temizleyeceğini iyi biliyordu ve O: -…”Ben, 1919 senesi Mayısı içinde Samsun’a çıktığım gün elimde, maddi hiçbir kuvvet yoktu. Yalnız büyük Türk milletinin asaletinden doğan ve benim vicdanımı dolduran yüksek ve manevi bir kuvvet vardı. İşte ben bu ulusal kuvvete, bu Türk milletine güvenerek işe başladım. Ben Türk ufuklarından bir gün mutlaka bir güneş doğacağına, bunun hararet ve kuvvetinin bizi ısıtacağına, bundan bize bir güç çıkacağına o kadar emindim ki, bunu adeta gözlerimle görüyordum.” diyecekti.
Atatürk, yanında yaveri Cevat Abbas Gürer ile birlikte Adana’dan başlayan ve üç gün süren uzun tren yolculuğundan sonra soğuk bir Kasım günü İstanbul – Haydarpaşa tren istasyonuna vardığında kendisini sadece yakın arkadaşı Dr. Rasim Ferit (Talay) karşılamıştır (13 Kasım 1918, Çarşamba). Atatürk hiç vakit kaybetmeden Rauf Orbay Bey ile görüşmüş ve eski Başbakan Ahmet İzzet Paşa’yı ziyarete birlikte gitmişlerdir. (Not: Ahmet İzzet Paşa hükümetinde bir ay kadar Bahriye nâzırlığı (Donanma Bakanlığı) yapan Rauf Orbay Bey, Mondros Ateşkes Antlaşmasını imzalayan Osmanlı heyetinin de başkanlığını yapmıştır.)
Atatürk, Mütareke dönemi boyunca 6 ay sabrederek kaldığı İstanbul’da daha önceki gelişlerinde olduğu gibi yine Pera Palas otelinde kalmıştır. Bu son gelişinde de, kendisine pek sevdiği ve hep kaldığı Pera Palas’ın ilk katındaki Kasımpaşa ve Haliç’i gören balkonlu iç içe geçme iki odalı daire verilmişse de Atatürk, Pera Palas otelinde pek uzun kalamamıştır. (Not: Atatürk, Pera Palas otelinin konuk defterine ilk kez adını yazdırdığında yıl 1917’idi. Bahsi geçen dairenin Otel’in 101 No’lu odası olduğu bilinmektedir ve bu oda günümüzde eşyaları ile korunmaktadır.)
Atatürk, işte bu odadan Mütareke dönemindeki İstanbul’un acıklı manzarasını şöyle anlatmıştır: “…İstanbul ufuklarından yükselen şeyler, yalnız düşman sesleri, düşman hareketleri, düşman bayrak ve süngüleriydi…”
Atatürk, henüz bir hafta on gün geçmişti ki Pera Palas’taki durumundan tedirgin olmaya başladı. İşgal subayları otelde cirit atıyordu ve davet edildiği halde işgal kuvvetlerinden İngiliz generallerinin masasına gitmediği de duyulmuştu. Sık sık üzerinde düşman gözleri duyumsuyordu. Öte yandan Pera Palas’ın fiyatı da çok yüksekti, parasal durum sürekli olarak otelde kalmasına olanak tanımıyordu. Doğrudan Pera Palas’a inişi ise orada İstanbul’un ve olayların merkezinde olmak istemesindendi.
Atatürk, o dönemde Pera Palas’tan annesinin kaldığı Akaretler’deki 76 numaralı mütevazı eve gider, hasret giderir kimi zaman da orada dinlenirdi. Ancak, her an görüşme, tartışma ve danışma ihtiyacında olduğu arkadaşlarıyla ya da başka kişilerle istediği biçimde beraber olamıyordu. Daha elverişli bir yer bulmak en iyi çözüm yoluydu. Annesi Zübeyde Hanımefendi’nin kaldığı küçük daire ise ancak kız kardeşi Makbule Hanım’a yetebiliyordu.
Atatürk, Annesine dinlenmek için gittiği bir gün evi İtalyan askerleri basmış, evin içine dalan askerler evi aramak istemişlerdi. Atatürk, karşılarına geçip, general olduğunu, evini basmaya hakları olmadığını söyledi ve işaretle anlatmaya çalıştı. O günü Mustafa Kemal Paşa’nın pek sinirli olduğunu gören İtalyan subay:
“…Biz böyle emir aldık, yerine getirmeye mecburuz!” dedi.
-…”Siz bu emri veren kimdir?”
“…Kumandanımız!”
-…”Evimden çıkmanız için ne yapayım?”
“…Kumandanımızdan bir emir getirmelisiniz!”
-…”O halde, dedim; bu emri almaya çalışırım. O zamana kadar siz de olduğunuz yerde kalınız!”
Bunları anlattıktan sonra Atatürk şöyle diyor: “…Bütün bunları mütareke ile beraber İstanbul’un ne hale geldiğini gözlerimizde bir kez daha canlandırmak için anlatıyorum.”
İşte tam durum böyle iken, Halep’te yakın dostluk kurduğu Osmanlı vatandaşı Arap asıllı Hristiyan Salih Fansa bir gün Pera Palas otelinde Atatürk’ü ziyaret etti ve kendisine evlerinde misafir kalması önerisinde bulundu. Fansa ailesi Beyoğlu’nda, Pera Palas’a pek de uzak olmayan Hava Sokağı’nda eski Rum zenginlerinden Franko Paşa’nın büyük konağında oturuyorlardı.
Gerçek bir Osmanlı efendisi olan Fansa ve ailesi Şam’ın İngilizler tarafından işgalinden sonra orada barınamayacaklarını anlamışlar, mal ve mülklerini satarak İstanbul’a gelmişlerdi. Salih Fansa, Atatürk’e büyük konaktaki bağımsız bir bölümü önermiş, Atatürk de kiralık bir ev buluncaya kadar, geçici olarak taşınmayı kabul etmesi üzerine bağımsız giriş çıkışlı, dördüncü katta bir yatak odası ve bir salonu olan daire tahsis edildi.
Atatürk, iki hafta kadar kalacağı Fansa’ların evinde mutluydu, yaveri Cevat Abbas (Gürer) her sabah geliyor, diğer arkadaşları her istedikleri zaman kendisini ziyaret edebiliyorlardı. (Bakınız: Ş. Süreyya Aydemir, “Tek Adam”, C.I, Sf:357 – 358).
Atatürk Şişli’deki Eve Taşınıyor…
Atatürk, Mütareke döneminde İstanbul’da kaldığı 6 ay boyunca, önce Pera Palas otelinde daha sonra Fansa’ların konağında misafir olarak kalmış, kendisinin ısrar etmesi üzerine Fansa’ların aracılığıyla Şişli’de Halaskargazi caddesi üzerindeki evi kiralamıştı.
O tarihte sahibi Ermeni Bayan Madam Annik Kasapyan’dan kiralanan o ev günümüzde Taksim’den Harbiye Osmanbey yoluyla Şişli Camii’ne doğru giderken sağ tarafta bugün Halaskârgazi Caddesi No: 140 adresindeki “Atatürk Müzesi” dir. Atatürk, bu evde -beş ay- kalmış, vatanın kurtuluş planlarını da bu evde hazırlamış, bir kulak ameliyatı geçirdiğinden yine bu evde istirahat buyurmuştur. (Not: 1 Nisan 1919 İleri gazetesi: “…bir haftadan beri hasta olduğu haberi alınan Mustafa Kemal Paşa’nın kulak ameliyatı başarı ile sonuçlanmıştır. Doktoru 10-15 güne kadar tamamen iyileşeceğini söylemiştir.” Diyerek, bu haberi vermiştir.)
Türk gazeteci ve yazar Sadi Borak’a göre Atatürk’ün Şişli’deki üç katlı eve taşınma tarihinin 16 Aralık 1918 Pazartesi günü olması gerçeğe en yakın tarihtir ki, Katma’dan İstanbul’a dönen Ali Fuat (Cebesoy) Paşa’da anılarında Atatürk’ü 20 Aralık 1918 akşamı Şişli’deki evinde ziyaret ettiğini ve beraber memleket durumunu gözden geçirdiğini anlatmıştır.
Şişli’de Fansa’ların aracılığıyla Madam Kasapyan’dan kiralanan bu ev bir bodrum ve üç kattan oluşmaktaydı. Evin bodrum katında kömürlük, çamaşırhane ve mutfak bulunuyordu. Ana giriş kapısından geçildikten sonra dört basamakla birinci kata çıkılmaktaydı. Caddeye bakan oda kabul ve yaver odası, onun karşısında bulunan oda ise yemek odası olarak kullanılıyordu. Evin ikinci katı tamamen Atatürk’e aitti ve caddeye bakan oda toplantı ve çalışma odasıydı, onun karşısında ise Atatürk’ün yatak odası bulunuyordu. Ayrıca misafirler içinde ufak bir yatak odası bulunuyordu. Evin üst katında ise annesi Zübeyde Hanımefendi ile kız kardeşi Makbule Hanımefendi kalıyorlardı.
Atatürk, Mütareke döneminde 5 ay kaldığı bu evde İstanbul’un acıklı durumunu şöyle anlatmıştır (özetle): “…Şişli’deki evimde yeni durumu düşünüyordum. İstanbul sokakları İtilaf Devletleri’nin süngülü askerleri ile dolmuştu. Boğaziçi, toplarını sağa sola çeviren düşman zırhlılarıyla, lacivert sularını göstermeyecek kadar örtülüydü. Herkes ancak pek zorunlu ihtiyaçları için evlerinden çıkabiliyor, sokaklarda akla ve hayale gelmeyen hararetlere uğramamak için caddelerin duvar diplerinden büzülerek, eğilerek ve korkarak yürüyebiliyorlardı.”
Kuşkusuz bu dönemde Şişli’deki evin birçok konuğu olmuştur ama Atatürk’ü ziyaret eden bu konuklardan özellikle yedi tanesi son derece önemlidir. Çünkü bu ziyaretçiler asker kökenlidir, bağımsızlık savaşı ve sonrasının kadrosudur ve Ulusal Kurutuluş Savaşı döneminde de en önemli görevler üstlenmişlerdir. Bu yedi kişi “Rauf Orbay, Ali Fethi Okyar, Ali Fuat Cebesoy, Kazım Karabekir, Fevzi Çakmak, Refet Bele ve İsmet İnönü”dür. Görevleri ise:
—En önemli cephe olan Batı Cephesi Komutanlığı yaptılar: Ali Fuat Cebesoy ve İsmet İnönü.
—Doğu’da dirlik düzeni kazandığı bir savaşla yeni sınırları sağlayan Doğu Cephesi Komutanlığı yaptılar: Kazım Karabekir.
—Savaş sırasında Genelkurmay Başkanlığı yaptılar: İsmet İnönü ve Ulusal Kurutuluş Savaşı döneminde ve sonrasında Genelkurmay Başkanlığını kesintisiz 33 yıl sürdüren: Fevzi Çakmak (Mareşal).
—Savaş sırasında ve savaştan sonra Başbakanlık yaptılar: Fevzi Çakmak, Rauf Orbay, Fethi Okyar ve İsmet İnönü.
—Savaş sırasında Bakanlık yaptılar: Fevzi Çakmak, Rauf Orbay, Fethi Okyar, İsmet İnönü, Refet Bele.
—Ulusal savaş sırasında önemli bir görev olan Moskova Büyükelçiliği yaptılar: Ali Fuat Cebesoy.
—Lozan Barış Konferansı Baş delegesi oldular: İsmet İnönü.
—Savaş sonrasında Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı yaptılar: Fethi Okyar, Ali Fuat Cebesoy, Kazım Karabekir.
—Savaş sonrasında muhalefet partisini kurdular: Rauf Orbay, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Fethi Okyar.
—Atatürk’ten sonra Cumhurbaşkanlığı yaptılar: İsmet İnönü.
Bu kadro ile Atatürk arasında derin arkadaşlık ve dostluk ilişkisi çok güçlüdür. Özellikle 17 Kasım 1913’te kurulan Teşkilâtı Mahsusa üyesi ve Teşkilâtın Orta Asya’ya yönelik önemli faaliyetlerini sürdüren Rauf Orbay Bey ile Atatürk’ün dostlukları çok eskilere dayanmaktadır. (Not: Teşkilâtı Mahsusa’nın Orta Asya’ya yönelik faaliyetlerinin en önemlisi, Rauf (Orbay) Bey ile Ömer Naci Bey’in gerçekleştirdikleri İran Seferi’dir. Rauf Bey, İran üzerinden Afganistan ve Hindistan’a kadar uzanarak burada İngilizler’e karşı koyma görevini üstlenmiştir. Ancak, bu grubun harekâtı Almanlar tarafından engellenmiş, Rauf Bey’e geri dön emri verilmiştir. Rauf Bey’in geri dönerken İran’da bıraktığı müfreze Afganistan’a girmiş, bazı elemanları ise Hindistan’a giderek buralarda istihbarî nitelikli çalışmalarda bulunmuştur.)
Rauf Orbay Bey ile Atatürk arasındaki dostluk ve arkadaşlık çok eskilere dayanmaktadır. 1909’da İstanbul’daki gerici kalkışmayı önlemek için Rumeli’den gelen Hareket Ordusu Kurmay Karargâhı’nda tanışmışlardı. Her ikisi de henüz 28 yaşlarında genç subaydılar. Rauf Orbay Bey anılarında Bakırköy’deki karargâhı ve tanışmalarını şöyle anlatır: “…Mustafa Kemal Paşa’yı ilk defa 1909 yılı Nisanı’nda İstanbul’un o zaman Mariköy denen Bakırköy telgrafhanesinde görmüştüm. Hareket Ordusu kumandanı Mahmut Şevket Paşa’nın emirlerini yazıyordu. Omzunda pelerini, yorgun ve solgun siması, sakin tavırlarıyla dikkat çeken bu zat Mustafa Kemal Bey’di.” (Bakınız: Rauf Orbay, “Siyasi Hatıralar”, Sf:248.)
Atatürk ile Rauf Bey’in arkadaşlığı o tarihten sonra hiç kesilmedi. Mondoros Ateşkes Antlaşması’ndan önce kurulması tasarlanan Ahmet İzzet Paşa hükümetinde Rauf Bey’e yer verilmesini Padişah Vahideddin’e Filistin’den telgraf çekerek öneren de Mustafa Kemal Paşa’dır. (Aktaran: Alev Coşkun, ”Samsun’dan Önce Bilinmeyen 6 Ay, İşgal-Hüzün-Ayrılık” Sf:297)
Rauf Bey, Bahriye nâzırı olarak Mondoros Ateşkes Antlaşması’nı imzaladığı sırada, Amiral Calthorpe, Rauf Bey’e ayrıca bir mektup vermiş, sanki çok önemli bir lütufta (iyilik) bulunuyormuş gibi Çanakkale ve İstanbul boğazlarının yalnızca İngiliz ve Fransız askerleri tarafından işgal edileceğini belirtmişti. Rauf Bey ‘de İstanbul’a dönüşünde Mondoros Ateşkesi için çok olumlu konuşmalar yapmıştı. Antlaşmanın imzalanması üzerinden on gün geçince İstanbul’un işgal edilmesi Rauf Bey’de aldatılmışlık hissi yaratmıştı. Bu duygularla Rauf Bey, kendisini Mustafa Kemal Paşa’ya çok yakın buluyordu.
Atatürk İstanbul’da sürekli Rauf Bey’le görüşüyordu. Orbay, Atatürk ile görüşmelerini ve Şişli’deki evin havasını şöyle anlatıyor:
“…Biz Şişli’de şimdi müze olan evin orta katında perdeleri daima inik duran odasında baş başa vererek işte bu duygu çemberi (ruh haleti) içinde dertleşirken artık ateşkesin (Mondros) ilk günlerindeki yılgınlık, bezginlik ve kötümserlikten yavaş yavaş sıyrılarak, kurtuluş çarelerini mutlaka bulmak ve uygulayabilmek için yalnız ve yalnız kendimizi bu milletin sönmediğine ve sönmeyeceğine inandığımız kutsal inancına güvenmek gerektiğinde birleşiyorduk.”
Ali Fuat (Cebesoy), Konya’daki kolordusuna gitmek üzereyken Şişli’deki evde Atatürk’e yaptığı son ziyaretinde (20 Şubat 1919) Rauf Bey’de hazır bulunmuş ve birlikte bir de karar alınmıştır: “Rauf Orbay askerlikten ayrılacaktır.” (Not: Rauf Bey, 27 Şubat 1919’da Askerlik mesleğinden istifa etmiştir.)
Atatürk, bu fotoğrafını İstanbul’dan Samsun’a hareketinden 28 gün önce çektirmiş 17 Nisan1919’da Şişli’deki evinde kendisini ziyaret eden Rauf Orbay’a kalemiyle …”Kardeşim Rauf Bey’e” imza ederek armağan etmiştir.
Atatürk, Samsun’a gitmek için yola çıktıktan birkaç gün sonra Rauf Bey’de Ege bölgesine doğru yola çıkmıştı. Rauf Bey, askerlikten istifa edişi gibi Ege bölgesine gidişinin de birlikte verilmiş bir karar olduğunu şöyle anlatır:
“…Mustafa Kemal Paşa ile aramızda verdiğimiz son karar şu idi; O, Karadeniz’i aşıp Samsun’a çıkınca ben de bazı arkadaşlarla buradan Bandırma yoluyla yer yer belirdiğini duyduğumuz milli hareket ileri gelenleriyle, efeler vesaire ile görüşme yaparak İzmir dolaylarını inceleyip Afyonkarahisar’ına gidecek, oradan kendisine katılacaktım.”
Gerçekten de, 19 Mayıs 1919 sabahı Mustafa Kemal Paşa Samsun’a çıkmış, Rauf Orbay Beyler de 24 Mayıs 1919 sabahı yanında Topçuoğlu Nazmi, İbrahim Süreyya Yiğit, Yüzbaşı Osman Tufan ve Abdurrahman Bey’le birlikte deniz yoluyla Bandırma’ya geçmişlerdir. Akhisar, Uşak, Salihli ve oradan Bozdağları aşarak Ödemiş’e gelerek yerel liderlerle ve oradan da Nazilli’ye geçerek Demirci Mehmet Efe ile görüşmüşlerdir.
Oradan da Sandıklı, Afyonkarahisar yoluyla önce Ankara’ya, oradan da Mustafa Kemal Paşa ile buluşmak için Amasya’ya ulaştılar. Bir ihtilal bildirisi olan Amasya Tamimi (Bildirisi’ne) Rauf Orbay imzasını attı, Erzurum ve Sivas Kongre’lerinin toplanması sırasında Atatürk’ün yanında yer alarak önemli katkılar sağladı ve Sivas Kongresi’nde Heyeti Temsiliye üyeliğine seçildi ve 12 Ocak 1920’de toplanan son Osmanlı Meclisi’ne Sivas milletvekili olarak katıldı. Atatürk, bu son Osmanlı meclisinden bir sonuç çıkmayacağını, hatta oraya gidenlerin tutuklanacaklarını anlatıyor, ama arkadaşlarını ikna edemiyordu. Nitekim 16 Mart 1920 baskınında İngilizler tarafından tutuklanan Rauf Bey Malta Adası’na sürgüne gönderildi. Malta Adası’ndan serbest bırakılınca hemen Ankara’ya katıldı ve Başkanlığa getirildi.
Atatürk, 9 Eylül 1922’deki kesin ve Büyük Zafer’den hemen sonra diğer bir resmini de Rauf Orbay’a şöyle yazarak imzalıyordu: “…Benim çok muhterem (saygıdeğer) kardeşim ve Türkiye’yi kurtarmakta gerçek yardımcı ve destekçi kardeşim Rauf’a.” Atatürk, bütün yaşamında bu derece içtenlikli olarak pek az kişiye hitap etmiştir. (Not: Atatürk, Büyük Nutuk’ta Büyük Zafer’den sonra Rauf Orbay ve arkadaşları ile yaşanan sürtüşmeleri “Cumhuriyet’in İlanı ile özellikle Halifeliğin kaldırılması…” gibi genişçe yer vermiştir.)
16 Mayıs 1919 Cuma gününe geri dönelim;
16 Mayıs Cuma günü sabahın erken saatlerinde arkadaşı ve avukatı Saadettin Talay (Dr. Rasim Ferit Talay’ın ağabeyidir. Büyük Zafer’den sonra bir dönem Bursa milletvekilliği yapmıştır.), Şişli’deki eve gelerek Mustafa Kemal Paşa’ya duyduğu önemli bir haberi ulaştırdı. Haber; Mustafa Kemal’i götüren gemi (Bandırma) Karadeniz’e çıkınca bir İngiliz muhbiri tarafından batırılacaktı. Bu haberi kendisine Merkez Bankası müdürlerinden Berç Keresteciyan vermişti. (Aktaran: Alev Coşkun, …”Sivas’ta seçilen temsil kurulunun İstanbul temsilcisi Kızılay Başkanı Hamit Bey’di. Berç Keresteciyan, Kızılay 2. Başkanıydı. Berç Bey, Osmanlı Bankasındaki görevinden yararlanarak Anadolu için para yardımında çalışmış ve Kızılay 2. Başkanı olarak Anadolu’ya Kızılay yoluyla ilaç kaçırılmasını sağlayan bir Kuvayı Milliyeci’dir. Soyadı yasası yürürlüğe girince Mustafa Kemal Paşa bu Ermeni vatandaşa “Türker” soyadını verdi (Berç Türker) ve onu doğum yeri olan Afyonkarahisar’dan milletvekili seçtirdi.)
16 Mayıs sabahına işte bu haberle başlayan Atatürk Şişli’deki evi terk etmek üzeredir. Evde annesi ve kardeşiyle vedalaştıkları sırada Rauf Orbay Bey gelmişti. Atatürk, bu noktayı Söylev’de şöyle aktarır: “…İstanbul’dan ayrılmak üzere, evimden ayrılacağım sırada, Rauf Bey yanıma gelmişti. Bineceğim geminin izleneceğini ve İstanbul’da iken tutuklanmadıklarına göre belki de Karadeniz’de batırılacağımı güvenilir nitelikte işitmiş, onu bildirdi.” (Bakınız: “Söylev”, Say Yayını, Sf:48-49.)
Tam o sırada, bir zamanlar yanında çalışmış olan bir kurmay subay yanına gelerek, sarayın damatlarından bir bilgi aldığını, vapurun hareketine izin verilmeyeceğini ya da vapurun Karadeniz’de batırılacağını söyledi.
Bu kritik durumu da Atatürk şöyle anlatıyor:
“…Bir an yalnız kaldım. Ve düşündüm. Bu dakikada düşmanların elinde idim. Bana her istediklerini yapamazlar mıydı?
Beynimden bir şimşek geçti:
Tutabilirler, sürebilirler, fakat öldürmek! Bunun için beni Karadeniz’in coşkun dalgaları arasında yakalamak lazımdır. Bu ihtimal (olasılık) mantıklı idi. Ancak benim için artık yakalanmak, tutuklanmak, sürülmek, düşüncelerimi yapmaktan alıkonulmak, hepsi ölmekle denk idi. Hemen karar verdim, otomobile atlayarak Galata rıhtımına geldim.”
Rauf Orbay Bey, bu ortamı anılarında aktarırken, Atatürk’le birlikte arabaya bindiklerini, Atatürk’ün İngilizlerin kendisini Karadeniz’de tutuklayacakları hakkında aldığı haber üzerine endişeli olduğunu, tutuklamak istiyorlarsa neden beklesinler, burada yaparlar diyerek Atatürk’e güç verdiğini aktarmıştır…
Sonuç olarak diyebiliriz ki, Büyük Atatürk’ün önderliğinde Cumhuriyet’e uzanan Milli Kurtuluş Hareketi’nin İlk Adımı zor şartlar altında 16 Mayıs 1919 Cuma günü İstanbul’dan atılmış, üç gün süren çok tehlikeli ve endişeli bir deniz yolculuğundan sonra 19 Mayıs 1919 Samsun’da başlamıştır.