2 Ocak 1924
İslamiyet dinine göre haftalık toplu ibadetin yapıldığı Cuma gününe çok önem verilmesine ve bu günün Müslümanlar için bir bayram olduğunun belirtilmesine rağmen gerek Kur’an- Kerim’de gerekse hadislerde Cuma günü Müslümanlar için bir tatil günü olarak tayin edilmemiştir. Bununla beraber Cuma gününün özelliklerini dikkate alan bazı İslam âlimleri, haftanın herhangi bir gününün tatil kabul edilmesi durumunda bunun Cuma günü olmasının uygun bulunduğunu ifade etmişlerdir.
Bilindiği üzere “Tanzimat Fermanı” Türk tarihinde demokratikleşmenin ilk somut adımı olarak kabul edilmiştir. Sultan Abdülmecid döneminde, 3 Kasım 1839 günü dönemin dışişleri bakanı (Hariciye Nazırı) Koca Mustafa Reşit Paşa tarafından (Gülhane Parkı’nda okunması nedeniyle) “Gülhane Hatt-ı Humayunu” veya “Tanzimat-ı Hayriye” olarak da bilinmektedir. Tanzimat Fermanı’nın ilanı ile birlikte Osmanlı Devleti içinde yaşayan Müslümanlar, Cuma günlerini, hem sağlıkları için hem de Cuma namazı gibi dini gerekliliklerinden dolayı tatil yapmaya başlamışlardır.
Türkiye Cumhuriyeti’nde ise 2 Ocak 1924 tarihinden itibaren Cuma günleri resmi tatil olarak ilan edilmiş, Batı Devletleri ile olan ticari ilişkilerde zarardan kaçınmak ve muassır medeniyetler seviyesine çıkabilmek için 27 Mayıs 1935’te 2739 sayılı yasayla resmi hafta tatili Cuma gününden Pazar’a alınmıştı. (Uygulama,1 Haziran 1935’te yürürlüğe girmiştir.)
Türk kültür tarihi araştırmacısı, yazar Taha Toros’a göre, Milli Mücadele’nin başarıya ulaşmasından sonra, Atatürk’ün güney vilayetlerini kapsayan ilk yurt gezisinden Ankara’ya dönüşlerinden (13 Mart – 25 Mart 1923) bir süre sonra TBMM’de kabul edilerek uygulamaya giren kanunlardan biri hafta tatili olmuştur: …”Esasen Mustafa Kemal’in her seyahatinden sonra icraatını sabırsızlıkla beklemek lazımdır. Zira o seyahatinin intibalarını kafasında imal ederek inkılâba hız vermektedir” diyerek, Adana’daki çay ziyafeti esnasındaki konuşmanın hafta tatili kanununu (2 Ocak 1924, Cuma) ilham ettiğini belirtmiştir. (Bakınız: “Adana Seyahatleri”, I.Baskı, Sf:20)
Türk kültür tarihi araştırmacısı, yazar Taha Toros’un eserinde belirttiği Atatürk’ün Adana’daki çay ziyafeti esnasındaki konuşması, 16 Mart 1923 günü Türk Ocağında Esnaf Cemiyetinin çayında Heyeti İdare Reisi Ahmet Remzi (Yüregir)in söylevi üzerine yapılmıştır:
-…”Adana‘nın muhterem sanatkârları, Hepinizi samimiyetle, takdirle, muhabbetle selâmlarım. Arkadaşımızın verdiği izahattan fevkalâde memnun oldum. Bir milleti yaşatmak için birtakım temeller lâzımdır ve bilirsiniz ki, bu temellerin en mühimlerinden biri sanattır. Bir millet sanattan ve sanatkârdan mahrumsa tam bir hayata malik olamaz. Böyle bir millet bir ayağı topal, bir kolu çolak, fakat ve alil bir kimse gibidir. Hatta kastettiğim manayı bu söz de ifadeye kâfi değildir. Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş olur.
Yalnız şunu söyleyeyim ki, milletlere ferden sanatkâr yetiştirmek kâfi değildir, insanlar ferdî olarak çalışırlarsa muvaffak olamazlar. Çünkü Allah insanları yaratırken onlara öyle bir hacet vermiştir ki, her insan hemcinsi insanlarla çalışmağa mecbur ve mahkûmdur. Bu iştirak faaliyeti âdeta bir ihtiyacı ilahi olunca, maksatları birleştirmenin nasıl zaruret olduğunu kolayca anlarız. İlk hakikat olarak anlarız ki, herhangi sanatta emniyetle terakki arzu edilirse aynı meslek ve sanatta bulunan insanların mütesanit bir şekil altına girmesi lâzımdır. Sizlerin bir sene evvel kendi sanatlarınız dâhilinde birer şekil aldığınızı işitmek ve teşkil ettiğiniz cemiyetle bu şekillerin böyle umumî bir mecmua husule getirdiğini görmek, benim için en ciddî ve en fahrâver bir bahtiyarlıktır. Bir millet sanata ehemmiyet vermedikçe büyük bir felâkete mahkûmdur. Birçok unsurlar o felâketin derecesini fark etmez. Fark ettiği gün de ne kadar müthiş bir faaliyetle çalışmak lâzım geldiğini tahmin eyleyemez.
Artık tarihe karışan Osmanlı hükümeti, maatteessüf asırlarca yanlış bir zihniyet sahibi oldu. Çünkü onlar sanatı ve sanatkârları kendi milletlerinden yetişmiş görmekten zevk almazlardı. Hatta en şevketli Osmanlı padişahlarından biri, zannedersem Kanunî Sultan Süleyman, askerlerinden bir Türk Müslümanın saraçlık sanatına sahip olduğunu görünce, fevkalâde meyus müteessir olmuştu. Onların nazarında sanatkârların gayri Müslim’den olması müreccahtı. Onlar sanattaki hayat menbalarını başka milletlerin elinde bulundurmanın zararlarını göremiyorlardı. Asil milletimiz sanattan mahrumdu. Sanatkârlar azdı. Mevcut olanlar da icabeden derecede sanatta mahir değildi.
Arkadaşımız beyanatında demişlerdir ki, Adana’mıza müstevli olan anasırı saire, şunlar, bunlar, Ermeniler sanat ocaklarımızı işgal etmişler ve bu memleketin sahibi gibi bir vaziyet almışlardır. Şüphesiz haksızlık ve küstahlığın bundan fazlası olamaz. Ermenilerin bu feyizli ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleketiniz sizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihte Türk’tü, o halde Türk’tür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır.
Gerçi bu güzel memleket kadim asırlardan beri çok kere ecnebi istilâlarına maruz kalmıştı. An‘asıl Türk ve Turanî olan bu ülkeleri İranîler zapt etmişlerdi. Sonra bu İranîleri mağlûp eden İskender‘in eline düşmüştü. Onun ölümüyle memalik taksim edildiği vakit Adana kıt‘ası da Silifkelilerde kalmıştı. Bir aralık buraya Mısırlılar yerleşmiş, sonra Romalılar istilâ etmiş, sonra şarkî Roma yani Bizanslılar eline geçmiş, daha sonra Araplar gelip Bizanslıları koğmuşlar; en nihayet Asya‘nın göbeğinden tamamen kaynayan Türkler soyundan ırkdaşlar buraya gelerek memleketi, hayatı sabıka ve asliyesine iade ettiler. Memleket en nihayet yine sahibi aslilerinin elinde takarrür etti. Ermeniler vesairenin burada hiçbir hakkı yoktur. Bu bereketli yerler koyu ve öz Türk memleketidir.
Arkadaşlar, bu memleketin halkı üzerinde kimsenin hak ve salâhiyeti olmadığı gibi bu memleketi harice muhtaç ettirmemek de size terettüp eden bir vazifedir. Sanatın ehemmiyetini takdir etmeli ve bu takdirin bugünün icabatına göre, lâzım gelen vesaite tevessül ile olacağını, anlamalıyız.
Sizler ki çok çalışıyorsunuz. Çok çalışanlar o nisbette havaya, sükûna, istirahata muhtaçtırlar. Cuma günlerini teneffüs ve tatil günü yapmakla çok makul bir iş yapmış oldunuz. Birer haftada bir günlük tatil hem sıhhatiniz için, hem de din icabı olarak lüzumludur. Biliyorsunuz ki, şeriatte Cuma namazından maksat herkesin dükkânlarını kapatarak, işlerini bırakarak bir arada toplanmaları ve İslamların umuma ait meseleler hakkında dertleşmeleri idi. Cuma günü tatil yapmak şeriatın da emri icabıdır. Bu kadarcık bir hakikati size herhangi bir zatın, meb‘us olsun, ben olayım, hacı olsun, hoca olsun ―bu yapılan şey mugayiri dindir” demesi kadar küstahlık, dinsizlik, imansızlık olamaz.
Muhterem sanatkârlar, aziz arkadaşlar, bizi yanlış yola sevk eden habisler bilirsiniz ki, alelekser din perdesine bürünmüşler, sâf ve nezih halkımızı hep şeriat sözleriyle aldata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz…
Görürsünüz ki, milleti mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar hep din kisvesi altındaki küfür ve melanetten gelmiştir. Onlar her türlü hareketi dinle karıştırırlar. Hâlbuki elhamdülillah hepimiz Müslümanız, hepimiz dindarız, artık bizim dinin icabatını öğrenmek için şundan bundan derse ve akıl hocalığına ihtiyacımız yoktur. Analarımızın, babalarımızın kucaklarında verdikleri dersler bile, bize dinimizin esasatını anlatmağa kâfidirler. Buna rağmen hafta tatili dine mugayirdir gibi, hayırlı ve akla, dine muvafık meseleler hakkında, sizi iğfal ve izlâle çalışan habislere iltifat etmeyin. Milletimizin içinde hakikî ve ciddî ulema vardır. Milletimiz bu gibi ulemasiyle müftehirdir. Onlar milletin emniyetine ve ümmetin itimadına mazhardırlar. Bu gibi ulemaya gidin; ―Bu efendi bize böyle diyor, siz ne diyorsunuz?” deyiniz. Fakat sureti umumiyetle buna da ihtiyaç yoktur. Bilhassa bizim dinimiz için herkesin elinde bir miyar vardır. Bu miyar ile hangi şeyin bu dine muvafık olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi şey ki akla, mantığa, menfaati ammeye muvafıktır; biliniz ki o bizim dinimize de muvafıktır. Bir şey akıl ve mantığa, milletin menfaatine, İslam’ın menfaatine muvafıksa kimseye sormayın. O şey dinidir. Eğer bizim dinimiz aklın, mantığın tetabuk ettiği bir din olmasaydı ekmel olmazdı, ahir din olmazdı.
Arkadaşlar, cemiyetinizi teşkil edeli henüz bir sene olmuş, bir sene uzun bir zaman değildir ve düşününüz ki, bu bir seneyi de harp içinde geçirdiniz. Buna rağmen bir sene içinde elde ettiğiniz neticelerden memnun ve müsterih olmalısınız. İnşallah harp muvaffakiyetle biter. Sulh günleri gelecektir. Çalışmanızın semeratını asıl o zaman göreceksiniz. Yalnız gördüklerimizle iktifa etmeyelim. Bu görgü bugün için kâfi değildir. Babalarımız, babalarımızın babaları sanatla, millete hayat ve saadet verecek sahalarla lüzumu kadar iştigal ettirilmemiş, kendi evlerini ve kendiişlerini bırakmışlar; yabancıların bekçiliğini yapmışlar. Hâlbuki bizi mahvetmek isteyenler sanatın her şubesinde terakki etmişlerdir. Bugünkü tezgâhla Amerika ve Avrupa‘ya karşı mücadelenin nasibi mağlûbiyettir. Kendi derecemizi bilelim. Munsif olalım. Neyi öğrenmek lazımsa onu öğrenelim. Bize din de Allah da bunu emrediyor.
Büyük dinimiz çalışmayanın insanlıkla alâkası olmadığını bildiriyor. Bazı kimseler asrî olmayı kâfir olmak sanıyorlar. Asıl küfür onların bu zannıdır. Bu yanlış tefsiri yapanların maksadı, İslamların kâfirlere esir olmasını istemek değil de nedir? Her sarıklıyı hoca sanmayın, hoca olmak sarıkla değil, dimağladır.
Bu gece milletin hakikî tabakasına mensup siz esnaf ve sanatkârlarla bir sofrada bulunmakla çok memnun ve mes‘udum. Bu memnuniyet ve saadetim asıl siz sanatkârların ufak dükkânlarınız yerine muhteşem fabrikalar yapıldığını gördüğüm gün, en hakikî ve en yüksek derecesini bulacaktır.
Bir senelik faaliyetiniz, yaptığınız teşkilât bana bu neticeye varacağımız emniyetini verdi. Şimdiden memnuniyetlerimi izhar ederim. (Bakınız: Hâkimiyeti Milliye, 21 Mart 1923)