Her duygu, başka bir duyguyu besler ve doğurur. Ana duygunun beslediği düşünceler, yeni duyguların doğumu ile saçaklanır ve üzüm salkımları gibi çoğalırlar.
Bu düşünceler, bilincimizin duygu üretiminde aktif görev yaparlar. Bilinç tarlamıza ekilen üzüm fideleri gibidir, ana çıkış duygumuz. İlk ektiğimiz tohum çatlar, filizlenir, fide olur, asma haline gelir ve üzüm vermeye başlar. Üzümü yiyenler o minik tohumdan habersiz, sadece yediği üzümün lezzetinde kalır. Üzüm meyve olarak yenilir veyahut ondan pekmez, pestil – sirke yapılır, şarap üretilir. Daha kim bilir hangi çeşitlerde tüketilir…
Aynı duygularımız gibi çeşit çeşit yaşama sunarız…
Örneğin bir kişi erken yaşta anne babasını kaybetmişse, aileden bir nedenle erken kopma yaşadıysa aidiyet duygusunu geliştiremeyebilir. Aidiyet duygusu yoksunluğu, bu kişide sevdiklerini aşırı sahiplenme duygusu ya da bağlanma bozukluğu olarak açığa çıkabilir. Buradaki ana duygu, aslında kaybetme korkusudur.
Kaybetme korkusu ile birlikte sevdiklerine ya sımsıkı sarılır ya da bağlanmaktan korkar ve ilişkiden kaçar. Onların hayatından çıkmaması için her şeyi yapar. Bu durum sevdiklerini de kısıtlayan bir durumdur. Kaybettiği ebeveynlerinin yerine koyduğu sevdiklerini ki (bu bir kişi de olabilir, bir iş veya bir ev de olabilir) hemen uçup kaybedeceği bir kuş gibi avuçlarında sımsıkı tutar.
Bazen öylesine sıkı tutar ki, sevdiği kuşun ölümüne sebep olabilir. Bu kişi aidiyet duygusunu kaybettiği için yaşamında da kandan akan köklerin bilgilerinin tesirini kaybetmiş olabilir. Kandan akan kök bilgilerimiz ebeveynlerimizi yok saymamızla tesirlerini kaybetmeye başlayabilir. Bu tesirle ilişkilerin, deneyimlerin bilgisini yok sayabiliriz, bu da bizi aidiyet duygularımızdan uzaklaştırır. Ve böylece yalnızlık duygumuz filizlenmeye başlar.
Sosyal hayatta, yüzlerce kişinin içinde bile kendimizi yalnız hissetmeye başlarız ve yalnızlık ile savaşmaya başlar, kendimizi birilerine gösterme, varlığımızı kanıtlama çabasına geçeriz. Kanıtlama duygumuz yaprak açmıştır… Bu yaprağın gölgesinde çiçekler olarak açacak olan duygularımız; mükemmeliyetçilik, yetersizlik duygusu, özgüven kaybı veya haddini aşmış özgüvenle bencillik olabilir. Bunlar zamanla bizimle birlikte olgunlaşır ve meyveye dönüşür. Bu meyveleri bizle birlikte çevremizde olan herkesle yemeğe başlarız ve çevremizdekiler bizi sadece bu meyvelerden beslendikleri kadar bizi bilirler, maalesef ki.
Sahiplenme duygusu kıskançlık duygusunu da besler. Sahip olduğumuzu paylaşamamaya başlarız ve sadece bize ait olmasını arzu ederiz. Bunun nedenini çok sevdiğimiz için zannederken aslında egonun sahiplenme duygusunu gübrelemesi ile gitgide büyüyen nur topu gibi bir kıskançlığımız olmuştur. Kıskançlık harisliği, harislik sinsiliği beslemeye başlar… Bu akış katlanarak dal budak vererek devam eder, bağdaki asmalar gibi çoğalır, çoğalır…
Sahiplenme duygusu aidiyet duygusunu ya da aidiyet duygusu sahiplenme duygusunu bu şekilde doğurur. Yaşadıklarımıza göre durum, bu iki şekilde değişebilir. Bazen tohum, bazense bu tohumun filizi olurlar… Biz bu duygularımızı haddini aşmayacak bir seviyede tutabilirsek, yaşama köklenebilir ve bu sağlıklı köklenme ile de geleceğimiz olan çocuklarımıza da iyi bir miras bırakabiliriz. Bizler mirası mal mülk olarak algılarız, hâlbuki en önemli miras kanımızla çocuklarımıza aktardığımız bilgilerdir. Bunları sadece kaş, göz, beden görüntüsü olarak algılamadığınızı umarım. Asıl önemli olan burada kandan akan, yani genetik olarak aile büyüklerimizin yaşamlarından bize devredilen bilgilerdir. Bunların içinde acılar, mutluluklar, kahredişler, göçler, aşklar, maktul, mağdur ve matemler gibi tüm yaşanmışlıkların bilgileri vardır. Ve bunlar aile büyüklerinden bize doğru akar. Biz sadece “ben” olarak yaşadığımızı zannederken, aslında kanımızın bize aktardığı bilgilerin bizi etkilediği alanlardan kalan kısımlarda var olmaya çalışıyoruz. Bizi etkileyen kader akışı, kan ile birlikte yaşamda da bizimle birliktedir. Ben “ben” olarak yaşamda olmaya çalışırken, 2-3 göbek önceki amcamın umutsuz aşk acısını sonlandırmak amacı ile umutsuz bir aşkı yaşamıma çeker ve bunu doyasıya yaşamaya çalışırım. Amacımız amcazademizin acısını tamamlamak ve tamamlanmayan yaşanmışlıkları, yaşama geçirmeye çalışmaktır. Belki de büyükbabamızın yaşadığı iflastan alamadığı dersi vermek üzere, iflası hayatımıza çeker ve yaşarız. Katil olmuş bir akrabamızın ödemediği bedeli ödemeye çalışırız.
Bütün bunları da çoğu zaman “neden ben?” diyerek yaşarız. Aslında “yalın ben olmayan ben”, taşıdığım kanın bedelini yaşamda vermeye çalışırım. Ne taşıdığımın farkında olmadan kanın aidiyet duygusu beni, yalın ben dışında bedel ödeyen bir kan taşıyıcısı yapar. Bu cümleler sizi çıkmaza sokmasın… Yalın ben olma yolculuğumuzda asli görevimizdir, bu kanı taşımak. Taşıdığımız kan ile yaşamı öğreniriz ve ifade ederiz.
Kan ile genetik bilginin bizi yalınlaşma yolunda eğittiği artık birçoğumuzun bildiği bir gerçektir. Önemli olan bizim bu eğitimden çıkarttığımız yaşamımızdaki özetimizdir. Kan tüm yaşanmışlığını bizim yaşamımızda özet olarak sunar. Bütün bunların ne olduğunu ve çözümünü görebilecek çalışmalar ile hayatımıza nefes aldırabiliriz.
Bunlara ilk adım yaşam analizi yapıp neyi, neden, niçin yaşadıklarımıza gider ve bunun sonucuna göre de Aile Dizimi, Re-Balance, Nlp veya daha başka tekniklerle yaşama yansıyanları dönüştürebiliriz.