Harp Akademilerimizin kuruluşundan bugüne kadar yetiştirdiği büyük şahsiyetlerin en başında 11 Ocak 1905 tarihinde kurmay yüzbaşılıkla mezun olan ve Birinci Dünya Harbi sonunda çöken Osmanlı Devleti’nin enkazı üzerine yepyeni demokratik bir devlet kurarak çeşitli devrimleriyle Türk milletini kısa zamanda çağdaş medeni milletler seviyesine yükselten Mustafa Kemal ATATÜRK gelmektedir.
Atatürk’ün yaşamı ve devrimleri üzerine çalışmalar yapan, araştırmacı, gazeteci ve yazar Sadi Borak, “Atatürk’ün Resmi Yazışmalarına Girmemiş Söylev, Demeç, Yazışma ve Söylevleri” adlı eserinde, henüz Harp Akademisi yıllarında yapılan gizli bir söyleşi toplantısında, Atatürk’ün Osmanlı Padişahları üzerine yaptığı yorumunda Bakanlığın önemini şöyle aktarılmıştır:
…’’Arkadaşlarım, sizlere üzülerek belirtmek zorundayım ki, Osmanlı İmparatorluğu’nun temelleri Avrupa yakasında iyice sarsılmıştır. Rumeli’de Sırp, Yunan ve Bulgar komitacılarını besleyen Ruslar, dedelerimizin kanları pahasına aldıkları bu Türk yurdunu bizden koparmak çabasındadırlar. Bu bölgede ordunun başında bulunan komutanlar becerisizlik içindedirler. Avrupalıların “Kızıl Sultan” adını verdikleri Padişah Abdülhamit ise, orduya bakmamaktadır. Aylardan beri maaş alamayan subaylar olduğunu da öğrendim. Orduda talim ve terbiye yoktur. Padişah sarayında neşe içinde eğlenceler düzenlemektedir. Bu yüzyılda böyle hükümdarı bulunan bir devleti kolay yaşatmazlar.
Nerede Fatih, Yıldırım, Kanunî, Selim III gibi hükümdarlar?
Son dönem Osmanlı Padişahları hep cahil ve zavallı kişiler. Kendileri cahil oldukları için de yurda düzen verebilecek, ulusa hizmet edebilecek bakanlara asla dayanamamışlardır, yurdu bu duruma sürüklemişlerdir. Abdülmecid, Mustafa Reşit Paşa’dan; Abdülaziz, Ali ve Fuat Paşalardan; Abdülhamit, Mithat Paşa’dan, Hüseyin Avni Paşa’dan Süleyman Paşa’dan her zaman korkmuştu. Sıkışık zamanlarda onları Başbakanlığa değer görmüşler, tehlikeyi atlattıktan sonra Mahmut Nedim gibi dalkavukları, hırsız ve uğursuzları işbaşına getirmişlerdir.
Şunu iyi bilelim ki, Mithat Paşa sağ olsaydı, Hüseyin Avni Paşa öldürülmeseydi ne ordumuz ne donanmamız bu duruma düşecekti. Akdeniz’de ikinci durumda bulunan donanmamız, Karadeniz’de Ruslar’a herhalde dersini verecek, 1877-78 seferinde Tuna boylarından Yeşilköy’e çekilmeyecektik. Türk-Yunan savaşında bu donanmayı Haliç’ten çıkamayacak duruma getirmek suç değil midir? Ulus, padişahından neden hesap soramamalıdır? Bir hainlik olan bu davranışlarda bulunan bir insanı, Fatihlerin, Yavuzların torunu saymak doğru mudur?” (Aktaran: Hürriyet Vakfı Yayınları, “Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ten Bize Cilt 1, (1903 – 22.4.1920)”, 1.Baskı: Temmuz 1987, Sf:228.)
Cumhuriyetimizin ilan edilişinin 100’üncü yılını doldurması dolayısıyla, Millî Savunma Bakanlığı 29 Ekim 2023 Pazar günü, İstanbul Boğazı’nda “TCG Anadolu” ile birlikte 100 savaş gemisi ile Solo Türk ve Türk Yıldızları’na ait 20 savaş uçağı ile 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlamaları kapsamında resmigeçit töreni düzenlemişti. “100’üncü Yılda 100 Gemi” adı verilen resmigeçitte, ayrıca Hava Kuvvetlerine bağlı 9 adet F-16 ile 3 adet F-4E savaş uçakları ile helikopterler eşlik de etmişti. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nın envanterine henüz girmeyen TCG İstanbul, Piri Reis denizaltısı ve Derya gemisi de törende yer almıştı. Kara Kuvvetleri Komutanlığı tarafından da resmigeçit sırasında 101 pare top atışı yapılmıştı.
Böylelikle Millî Savunma Bakanlığı, bir kez daha en sarılmaz hedefi olan Atatürk’ün bıraktığı kutsal emaneti korumak ve daima izinde yürüdüğünün mesajını bir kez daha tüm dünya kamuoyuna duyurmuş oldu. Bu vesile ile Millî Savunma Bakanlığı’nın çeşitli kademelerinde, örnek çalışmalarıyla şeref dolu hizmetler gören komutanlarımızı saygı ile bir kez daha anarken ebediyete intikal eden mensuplarını rahmet ve şükranla bir kez daha yâd ediyoruz.
29 Ekim 2023 Pazar günü, Cumhuriyet Bayramı münasebetiyle düzenlenen resmî törenler Başkentimiz Ankara’da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan başkanlığındaki devlet erkânın 10 Kasım 1953’ten beri Atatürk’ün ebedi istirahatgâhı olan Anıtkabir’i ziyaretiyle başlamıştı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Anıtkabir Özel Defteri’ne yazdığı özel yazıda “Cumhuriyetimiz hiç olmadığı kadar güvendedir, emin ve ehil ellerdedir.” Demişti.
O gün, Anıtkabir’i ziyareti sırasında ziyaretçilerin Partili Cumhurbaşkanı Erdoğan için slogan atması eleştirilere(!) neden olmuş, 2001 yılında 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı nedeniyle Anıtkabir’de gerçekleşen kutlamada Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer başkanlığındaki kortej, Aslanlı Yol’da yürürken Ata’sının huzuruna gelen binlerce genç tarafından alkışlandığı da unutulmuştu.
Esasen o gün unutulan sadece ‘’slogan-alkış’’ meselesi de değildi…
Mustafa Kemal Atatürk’ün 1935 yılında “…Cehennem olup gidin. Defolun karşımdan! Yahudi uşakları!” diyerek Çankaya Köşkü’nden kovduğu Türkiye Masonları, 70 yıl sonra Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer döneminde Köşk’e geri dönmüştü. Türkiye Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası (diğer adıyla Nur-u Ziya Locası) Üstadı Kaya Paşakay, Büyük Üstadı yardımcıları Harun Kuzgun ve Murat Çim’in Cumhurbaşkanı Sezer ile bir görüşme yapmışlardı. Masonların sadece üyelerine gönderdikleri ‘Tesviye dergis’inin Nisan 2005 tarihli sayısında yer alan habere göre; Çankaya Köşkü’ndeki görüşme 11 Ocak 2005 tarihinde gerçekleşmişti. Haberde ayrıca şu ifadelere de yer verilmekteydi: “Sayın Cumhurbaşkanımız mesleğimize çok olumlu baktıklarını ve masonik prensiplerimiz nedeniyle özel bir konuma sahip olduğumuz mesajını vererek, bizleri ülkemizde Atatürkçülüğün, laikliğin koruyucusu ve teminatı bir topluluk olarak gördüklerini, bundan da büyük mutluluk duyduklarını ifade ettiler.”
Türkiye Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası başkanı ve üyelerinin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’i ziyaret tarihi de ilginçti. 11 Ocak (1935) tarihi, Atatürk’ün mason localarını kapattığı tarihti. (Bakınız: Hakan Yılmaz Çebi, “Atatürk Mason Muydu?” Nokta Kitap, İstanbul- 1.Baskı: Ekim 2006, ISBN: 975-9146-74-6, Sf:133-34.)
29 Ekim Cumhuriyet Bayramı münasebetiyle Cumhurbaşkanı Erdoğan, Anıtkabir ziyaretinin ardından Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde “Cumhuriyet’in 100. Yılında 100 Eser” isimli yağlıboya sergisinin açılışına katılmış ve tebrikleri kabul etmişti.
Başkentimiz Ankara’da, Cumhuriyet Bayramı kutlamaları çerçevesinde Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM)’den başlayarak Ulus’taki İlk Meclis Binası’na doğru kortej yürüyüşü gerçekleştirilmiş, TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş, Birinci Meclis Binası Kurtuluş Savaşı Müzesi’nde düzenlenen kutlama töreninde bir konuşma yapmıştı. Meclis Başkanı Kurtulmuş konuşmasında: “Biz Türk milleti olarak bir kez daha yüksek sesle ilan ediyoruz ki emperyalistler hangi oyunu oynarlarsa oynasınlar mutlaka yeni bir dünya kurulacak. Adaletin ve hakkın egemen olduğu bir düzene geçilecektir” demişti. Ayrıca 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı münasebetiyle Kutlamalar çerçevesinde Başkent’te gösteri uçuşları gerçekleştirilmişti.
Cumhurbaşkanı Erdoğan Başkent Ankara’daki kabullerinin ardından İstanbul’a geçerek, Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler ile Türk Silahlı Kuvvetleri Komuta kademesi ile birlikte “100’üncü Yılda 100 Gemi” adlı resmigeçidi Çengelköy’deki Vahdettin Köşkü’nden izlemiş ve geçidi selamlamıştı.
Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz, Kültür ve Turizm Bakanı Nuri Ersoy, Sağlık Bakanı Fahrettin Koca etkinliği ‘Beylerbeyi Parkı’ndan,
Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Numan Kurtulmuş, Tarım ve Orman Bakanı İbrahim Yumaklı etkinliği ‘TRT Ulus Binası’ndan,
Gençlik ve Spor Bakanı Osman Aşkın Bak, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan ‘Çengelköy Kuleli Mustafa Paşa Camii Bahçesi’nden,
Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, Çevre ve Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Mehmet Özhaseki ‘Beşiktaş’tan,
Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Alparslan Bayraktar ‘Arnavutköy’den,
Ticaret Bakanı Ömer Bolat, Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Fatih Kaçır, Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Abdulkadir Uraloğlu ise ‘Tarabya’dan etkinlikleri izlemişti.
Özellikle İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın sosyal medya hesabından yaptığı Cumhuriyet’in 100. Yılını kutladığı paylaşımı da gündem oldu. Bakan Yerlikaya’nın paylaştığı videodaki “Selam olsun Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e” sözleri tebrik edildi. (Tebrik ederim.)
O gün ayrıca Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Cumhuriyet Bayramı için düzenlenen etkinliği Vahdettin Köşkü’nden izlemesi de ayrıca eleştirilere neden olmuştur. Köşk, 2014’ten itibaren “Çalışma Ofisi” olarak kullanılmaktaydı ama eleştirenler bunu da unutmuştu. Hatırlanan ise hain ve işbirlikçi padişahın 17 Kasım 1922 sabahı erken bir saatte İngiliz Malaya zırhlısına binerek kaçtığıydı. Gazeteci ve yazar Yılmaz Çetiner, “Son Padişah Vahideddin” adlı eserinde, “…Malaya adaları Müslümanlarının İngiltere İmparatorluğu’na hediye ettiği Malaya zırhlısı İslam dünyasına bir Cemile olarak İslam halifesine ayrılmıştı.” demektedir.
…”Cumhuriyet kutlamaları sırasında çoğu kişi “Vahdettin Köşkü” üzerine odaklansa da!
INDEPENDET Türkçe, yazarı Mehmed Mazlum Çelik’in 4 Kasım 2023 tarihli haberine göre: …”Cumhuriyet kutlamaları sırasında çoğu kişi “Vahdettin Köşkü” üzerine odaklansa da Cumhurbaşkanı Erdoğan asıl mesajları gösterileri izlerken vermişti.
Evvela yanındaki yöresindeki subayların kılıçları kınında değildi. Bununla muhatabına hazırız mesajı verdiği aşikardı; ama asıl şaşırtıcı olan “Siyah Sancak” idi.
Türk askeri ve istihbarat tarihinde çoğu efsane ile karışık da olsa “Siyah Sancak’ın temsil ettiği pek çok anlam literatüründe karşımıza çıkıyor.
Bu bayrağın Osmanlı askeri ve siyasi jargonunda ilk defa Yavuz Sultan Selim zamanında girdiğini görüyoruz. Siyah Bayrak her şeyden evvel hilafet makamını temsil ediyordu. Hilafet makamının Osmanlılara tam olarak nasıl geçtiğine dair rivayetler muhtelif bir görünüm arz ediyor.
Sultan Murat Hüdavendigar ve Fatih Sultan Mehmet bu makamı sıfat olarak üzerine almaya çalışmışsa da Halifelik makamını resmen üzerine almayı başarabilen kişi ‘Hâdimü’l-Haremeyni’ş-Şerifeyn: Halife Yavuz Sultan Selim’dir. Bu da Mekke ve Medine’nin Osmanlı’ya katılması ile mümkün olmuştu. Bu ayrıntıdan da anlaşabileceği üzere bazı çevrelerce bugün halifeliğin geri gelebilmesi için; hükümdarın Mekke ve Medine’nin idaresini elde tutması elzem. Aksi halde kendisini halife ilan edecek kişi Kureyşli olmak ithamıyla suçlanır…”
Cumhuriyet kutlamaları sırasında ayrıca Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşması da eleştirilere neden olmuştur. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Vahdettin Köşkü’nde Cumhuriyet’in ilanın 100.yılı dolayısıyla yapacağı konuşma için kürsüye saat 19.23’te gelmiştir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye’de ve yurt dışında yaşayan Türklerin 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nı tebrik ettiği konuşmasında: “…Cumhuriyet’in kuruluş gayesinin, bizzat banisinin ifadesiyle “kimsesizlerin kimsesi olmak” olduğunu dile getirerek, “Cumhuriyet, bu vasfını tam manasıyla bizim dönemimizde kazanmıştır. Bugün Türkiye Cumhuriyeti, tıpkı Gazi’nin arzu ettiği biçimde bölgesinde ve dünyada kimsesizlerin kimsesi olan bir ülkedir. Balkanlar’dan Kafkasya’ya, Asya’dan Afrika’ya, Türkistan’dan Filistin’e kadar nerede gözü yaşlı bir mazlum, mağdur ve ihtiyaç sahibi varsa yardımına koşan, elinden tutup kaldıran, derdine derman olan Türkiye’dir, bu devlettir.” diye konuştu.
Bu tavrı daha önce Kore’de, Kıbrıs’ta, Irak, Suriye, Libya, Yemen’de ve son olarak da Karabağ’da gösterdiklerini anlatan Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Bugün de aynı dirayetli duruşu Gazi’nin ‘Kimse el süremez’ dediği Filistin ve Gazze için sergiliyor, Gazze halkına yardım etmeye çalışıyoruz. Dün 1,5 milyonu aşkın insanımızın katılımıyla gerçekleşen ‘Büyük Filistin Mitingi’ bunun bir parçasıydı. Tarih şuuru olmayan, Gazi Mustafa Kemal’in mücadelesini bilmeyen, Cumhuriyet’in niçin kurulduğunu anlamayan birileri farklı niyetler arasa da biz dün sadece Filistin ile dayanışmamızı göstermekle kalmadık. Bu mitingde gönül coğrafyamızın tamamına teşmil ettiğimiz istiklalimizi ve istikbalimizi koruma kararlılığımızı bir kez daha duyurduk.” ifadelerini kullanmıştı.
Cumhuriyet kutlamaları sırasında ayrıca Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşmasındaki “Gazi’nin, ‘Kimse el süremez’ dediği Filistin ve Gazze…” sözleri eleştirilere neden olmuştur. Eleştirilere neden olan bu sözler 1996 yılında
n vefatına kadar köşe yazılarını Cumhuriyet gazetesinde sürdüren Atilla İlhan’ın, 26 Ağustos 2005 tarihli yazısından aktarılmıştı:
(… Evet efendim, haklısınız; Lausanne Antlaşması, genç Türkiye için büyük başarı olmuştur; ‘Dünya Türk’ün kuvvetini, bir kere daha görmüştür’; bu zaten, o sırada Gâzi ile İsmet Paşa arasında teâti edilen, tebrik ve teşekkür telgraflarında, açıklıkla görülmektedir: Ama…
Mustafa Kemal Paşa, Lausanne ‘ın sonuçlarından gerçekten o kadar memnun ve mutlu olsaydı; acaba, sonradan inat ve ısrarla savunduğu bazı önemli davaları uluslararası gündeme getirir miydi? Ne gibi mi? Meselâ Süleymaniye, Musul, Kerkük davası gibi; meselâ, Türk Boğazları’nın ‘tahkimi’ gibi; meselâ, Hatay Meselesi gibi ve ilh.
Bu durum, Gâzi’nin vefatını müteakip, Türk kamuoyunda tartışılmış, hatta ele bile alınmamıştır; hâlbuki onun vefatından bir yıl öncesine kadar, Hatay Meselesi gibi, bir Filistin Meselesi ’nde de taraf olmaya mütemayil olduğu, kanıtlanabilir bir gerçek. Nasıl mı? Daha önce sözünü ettiğim 27 Temmuz 1937 tarihli Bombay Chronicle gazetesinde çıkmış olan haber yok mu, işte onu okuyarak!..)
‘Kemal Paşa, Avrupa’ya ihtar ediyor’
(Tespit/22. “… önce isterseniz, Hindistan’da yayımlanan bu gazetenin, başlıklarını hatırlayalım: “Filistin’e El Sürülemez” / ‘Kemal Paşa Avrupa’ya İhtar Ediyor’, ‘Türkler Mukaddes Topraklarda, Yabancı Hâkimiyetine Tahammül Etmeyeceklerdir!’ Nasıl iyi mi? Gâzi‘nin -ki din iman konusunda ne iftiralara uğramıştır- ‘Mukaddes Topraklar’ bahsinde gösterdiği bu hassasiyeti; günümüzün ‘Müslüman yönetimleri gösterebiliyorlar mı? Hele bir düşünün.
“… Türkçe ‘Hâkimiyet-i Milliye’ gazetesi, Kemal Atatürk’ün Millet Meclisi’nde irâd etmiş olduğu Nutuk’tan bahsediyor; aşağıdaki satırlar, bu nutkun Filistin’e taâlluk eden kısımdan alınmıştır…”
“…’Arapların Avrupa siyâsetine nüfuz edemeyip, bu sözde ‘istiklal’ kelimesine inandıkları ve bu uğurda Arap memleketlerini Avrupa Emperyalizmine esir kıldıkları, çok şayân-ı teessüftür. ‘Atatürk, Filistin’in, Arabistan’da vuku bulacak harekâtın merkezini teşkil ettiği takdirde, bura Araplarına yapılacak herhangi bir fenalığa, Türklerin de tahammül edemeyeceğini söylemektedir:
“…’Arapların arasında mevcut olan karışıklığı ve hoşnutsuzluğu kimse bizim kadar bilemez; biz, vâkıa birkaç sene Araplar’dan uzak kaldık, fakat şimdi kendimize kâfi derecede güvenip ve kudretimizi bildiğimiz için, İslamiyet’in ‘Mukaddes Yerleri’nin, Museviler’in ve Hıristiyanlar’ın nüfuzu altına girmesine mâni olacağız. Binaenaleyh şunu söylemek istiyoruz ki buraların Avrupa Emperyalizmi’nin oyun sahası olmasına müsaade etmeyeceğiz’…”
“…’biz şimdiye kadar dinsiz ve İslâmiyete lâkayt olmakla ittiham edildik; fakat bu ittihamlara rağmen, Peygamber’in son arzusu, yâni ‘Mukaddes Topraklar’ın, daima İslâmiyet hâkimiyetinde kalmasını temin için, hemen bugün kanlarımızı dökmeye hazırız. Cedlerimizin Selâhaddin-i Eyyûbi idaresi altında, uğrunda Hıristiyanlarla mücâdele ettikleri toprakların, yabancı hâkimyeti ve nüfuzu altında bulunmasına müsaade etmeyeceğimizi beyân edecek kadar, bugün, -Allah’ın inâyetiyle- kuvvetliyiz’…”
“…’Avrupa’nın, bu mukaddes yerlere temellük etmek için, atacağı ilk adımda; bütün İslam âleminin ayaklanıp icraata geçeceğine şüphe yoktur’…”
Gazi Mustafa Kemal Paşa hakkında, türlü ‘tertibât, tezvirât ve tahrifât’ ile, onun Batı’dan başka bir şey düşünmediğini, Batılı olmak ya da görünmek için, bin yıllık Türk Medeniyeti’ni inkâr ettiğini ileri sürenlerin, bu satırları okudukları takdirde, biraz yüzleri kızarır mı? Pek sanmıyorum…)
Bu kadar açık, bu kadar net bir tavır…
(…bu evrak, o zamanki Dahiliye Vekili Şükrü Kaya Bey’in imzasıyla; ‘T.C. Dahiliye Vekâleti, Matbuat Umum Müdürlüğü’ antetli bir evrak ile Başvekâlet Yüksek Makamı ’na sevk edilmişti; kayıt numarası, 5476/7/1/K7 dir; sevk metni ise şöyle:
“Başvekâlet Yüksek Makamına! Bombay Chronicle gazetesinin 27/VII/937 (27 Temmuz 1937) tarihli nüshasında, ‘Filistin’e El Sürülemez… Kemal Paşa Avrupa’ya İhtar Ediyor’ başlığı altında bir yazı intişar etmiştir. Bu yazının bir örneği ilişik olarak sunulmuştur. Bu vesile ile saygılarımı tekrarlarım. /Dahiliye Vekili Şükrü Kaya!”
Müslüman olsun, lâik olsun, Musevi ya da Hıristiyan olsun; her Türk, Gâzi’nin, Lausanne’dan yıllar sonra, Hatay Meselesi ortalığı kızıştırmışken; bunları beyan edip, Avrupa Emperyalizmi ne karşı, böyle açık, bu kadar net bir tavır takınmasının üzerinde düşünmelidir.
Tabii, onun vefâtını müteâkip, bu tavırdan ne kaldığını; hele yıllar sonra, Ankara’nın Filistin konusunda, kimlerle ‘ittifak’ içinde olduğunu da!..)”
Tarih şuuru olan ve Gazi Mustafa Kemal’in Milli mücadelesi bilen araştırmacılara göre söz konusu belge de, haber de asılsızdır. Çünkü
1.) Hâkimiyeti Milliye gazetesi 1 Aralık 1928’den itibaren tamamen Türkçe (Latin harfleriyle) yayımlanmaya başlamış, 16 Ekim 1935’ten itibaren Ulus adını almıştır (!).
2.) Gazeteci ve yazar Sinan Meydan, Atilla İlhan’ın belirtmediği (?) gazete tarihini yorumlayarak; Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Meclis’teki konuşmasının 20 Ağustos 1937 tarihinde yapıldığını belirtmektedir. Atilla İlhan’ın haberine göre Bombay Chronicle gazetesinin haber tarihi ise 27 Temmuz 1937’dir; yani Sinan Meydan’ın yorumladığı tarihten bir ay öncesindedir (!).
3.) Gazeteci ve yazar Sinan Meydan’ın yorumladığı tarihte yani 20 Ağustos 1937’de Atatürk, Ankara’da değil, İstanbul’dadır (!).
4.) Cumhurbaşkanı Atatürk, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Yasama Yılı Açılış Konuşmalarını 1 Kasım’da yapmaktadır. Atatürk’ün 1 Mart 1924’ten itibaren Yasama Yılı Açılış Konuşmalarına: “https://cdn.tbmm.gov.tr/TbmmWeb/Yayinlar/Dosya/6f21ca57-329f-445e-8048-01866e909cad.pdf” adresinden ulaşılabilmektedir. Metinler incelendiğinde görülecektir ki Atatürk’ün Filistin’e ait bir konuşması yoktur! Ama belgesi vardır: 030 10 266 793 25-2 (!).
5.) Ayrıca o dönemde Filistin ile ilgili 30 Mayıs 1937 tarihinde Burhan Belge’nin Beyrut gazetesine verdiği röportaj ve sonrasında yazdığı makaleyi yayımlayan Ulus gazetesi haberinde: “Bölge halkının kurtulması için laikliği ve kadın haklarının benimsenmesi gerektiğini ve Kemalizm’in yüceliğini anlatmaktadır. Bu anlatım, o dönemki Türk dış politikası konusunda bilgi vermektedir. Buna göre; “kurtuluşun ilk yolu laikliğin benimsenmesi ve kadın hakları gibi konularda daha çağdaş olunmasıdır.”
6.) Atatürk’ün değişmez İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Türk Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasından sonra, “Kasım 1922 / Temmuz 1923” tarihleri arasında gerçekleştirilen Lozan Barış Konferansı’na üye olarak katılmıştır. Baş Murahhas İsmet Paşa, Lozan’a vardığında, yabancı basını takip edebilmek amacıyla hangi üyenin hangi yabancı gazeteyi takip edeceğini bir iç genelgeyle belirlemiştir. Buna genelgeye göre Şükrü Kaya, İtalyanca gazeteleri takip edecektir. Üyeler her sabah gazete haberlerini Türkçeye çevirecekler ve olağan işlerine dış basın değerlendirmesi yapıldıktan sonra döneceklerdir. Lozan’da Türkiye’nin tezlerini dile getirdiği konular ise;
“Yabancı Vakıf Mallarının Nasıl Değerlendirileceği,
“Batı Trakya’da Oturanların Durumu,
“Mübadele, Azınlıkların Geleceği,
“Trakya Sınırının Askerden Arındırılması,
“Bulgaristan’ın Ege Denizine Çıkışı,
“Filistin Yahudilerinin Geleceği, Tarihi Eserler ve Kutsal Emanetler” idi.
İtilaf Devletleri, Lozan Konferansı’nda Filistin’in içişlerine karışmak ve buna Türkiye’yi de ortak etmek istemişlerdir. Filistin’de yerleşmiş bulunan Yahudilerin, kanunda belirtilecek olan şekil ve şartlar uyarınca bir bildiri düzenleyerek, Filistin uyrukluğunu edinme haklarının olmasını teklif etmişlerdir. Şükrü Kaya, Misakı Millî (*)’nin Arap ülkelerinin kendi kaderlerini kendilerinin saptamaları hakkını tanımış olduğunu savunmuş ve bu ülkelerin kendilerine uygun düşen kanunlar yaparak bu durumu çözüme kavuşturacaklarını ifade etmiştir. Türkiye, onların kanunlarına karışma iddiasında değildir. Türk Temsilci Heyeti, kendileriyle böyle bir konu hakkında madde görüşmesinin veya başka bir şeyin istenmesine Şükrü Kaya vasıtasıyla karşı çıkmıştır (!).
8.) Atatürk’ün değişmez İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, tarihi kaderin değil insanın ürünü olarak görmüştür. Tarihte olanlar insan iradesinin uygulamaları sonucu ortaya çıkmıştır. Bu konuda “biz tarihe kaza ve kaderin bir neticesi nazarıyla bakmadığımız gibi, tarihin böyle kaza ve kaderinden ve zaruri akıbetlerinden gelen hükümlerine de boyun eğmeği bir milletiz” diyerek her milletin kendi tarihini kendinin yaptığını düşünmüş, kötü neticeleri, o milletin kusurunun eseri ve amelinin cezası olarak görmüştür. “İyi neticelerse milletin yaptığı ve başardığı iyi işlerde aranmalıdır” diyen Şükrü Kaya, tarihe müdahale edilebileceğini de şöyle vurgulamıştır: “tarihin neticesinin zaruri ve mukadder olmadığı yine bir Türk tarafından, Türklerin eli ile ve Türklerin kanı ile ispat edilmiştir.”
9.) Ulusal Ant (Misakı Milli(*): İstanbul’da toplanan “Osmanlı Mebuslar Meclisi’nce 17 Şubat 1920 tarihinde kabul edilmiştir.
Osmanlı Mebusları (Milletvekilleri) Meclis üyeleri, devlet ve ulus bağımsızlığının, ancak haklı ve sürekli bir barışa kavuşmak için göze alınabilecek ödünlerin an son sınırını içeren aşağıdaki ilkelere eksiksiz uyulmak koşuluyla sağlanabileceği ve bu ilkeler dışında bir Osmanlı devlet ve toplumunun kalımlılığına olanak bulunmadığı inancına varmışlardır.
Altı Madde’den oluşan Ulusal Ant (Misakı Milli)’nin Sayın Hıfzı Veldet Velidedeoğlu tarafından Türkçeleştirilen metnin ilk ilkesi şöyledir:
“Madde: 1- Osmanlı ülkesinin, yalnız Arap çoğunluğunca oturulan ve 31 Ekim 1918 günü Ateşkes Antlaşması’nın yapıldığı sırada düşman ordularının işgali altında kalan bölümlerin yazgısı, halkın özgürce açıklayacağı oylara göre belirlenmelidir. Adı geçen Ateşkes sınırları içinde ise, din, ırk ve soyca birlik ve karşılıklı saygı, özveri duygularıyla dolu olan, sosyal ve toplumsal hakları ile bölge koşullarına tümüyle saygıyla bulunan Osmanlı-İslam çoğunluğunun oturduğu toprakların hepsi, eylemli ya da varsayımlı hiçbir nedenle bölünmez bir bütündür.”
Meclis-i Mebussan 12 Ocak 1920 Pazartesi günü açılmış, ancak padişah Vahdettin rahatsızlığı sebebiyle katılmamıştır. Vahdettin’in açış nutkunu (nutku iftitahi), Dâhiliye Nâzırı (İçişleri Bakanı) Damat Şerif Paşa okumuştur. (12 Ocak 1920 tarihli nutuk için bakınız: Osman Selim Kocahanoğlu, “Atatürk-Rauf Orbay Kavası”, Sf:213-14.) Vahdeddin’in nutkundan anlaşılacağı üzere seçimler sadece Anadolu ve Trakya’da yapılmış; Yemen, Hicaz, Irak, Suriye, Lübnan, Filistin, Libya, Ege Adaları ve Rumeli’den mebus gelmemiş; memalik-i şahane olarak nitelenen imparatorluk tarihe karışmıştır. Arap, Rum ve Ermeniler seçime katılmamış, Meclis, sanki milli parlamentoya çevrilmişti. (Not: Osman Selim Kocahanoğlu, “Hemen belirtelim ki, seçimler 1908 tarihli “İntihabatı Mebusan Kanunu” na göre yapılmıştır. Meclis-i Mebusan seçimlerine Rum ve Ermeniler katılmadılar, sadece İstanbul’dan Mişon Ventura Efendinin seçildiği görülür” demektedir.
Sonuç olarak Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün böyle bir konuşmayı ne zaman yaptığı tespit edilmemiştir. Çünkü Meclis’te yapılmış bir konuşmanın en önemli kaynağı Meclis Zabıtlarıdır. Meclis Tutanakları ve Zabıt Cerideleri okunamadığından eleştiriler devam edecektir. Fakat ne yazık ki, İsrail devleti kurulduğundan bu yana bölge yıllardır kan, barut, gözyaşı ve katliam altında…