…”Hatırlar mısın anne? Bakın ben neler olacağım demiştim. İşte ilk basamağı.”
…”Gerçek olgunluk verebilecek asıl mektep (okul) kıtalardır.” (Yarbay Mustafa Kemal, “Zabit Kumandan ile Hasb-ı Hâl”, Minber Matbaası 1334 (1918).”
Prof. Dr. Cemal Taşkıran, “Yüzyıllardır Harbiye” adlı kitabının ön sözünde Mekteb-i Harbiye’yi şöyle tanımlamaktadır: “Harbiye bir tarihtir. Harbiye bir felsefe, bir disiplindir. Harbiye bir yaşam biçimidir. Harbiye gelenektir. Harbiye kökü mazide olana atidir. Harbiye milliliktir. Harbiye evrenselliktir. Harbiye milletimizin özüdür. Harbiye Türk’tür, Türkiye’dir.”
Mekteb-i Harbiye, yenilikçi sultan 2.Mahmut döneminde açılan, batı tarzı, modern bir okuldu. Osmanlı döneminde açılan Enderun Mektebi ve diğer askeri mektepler, Harbiye’nin öncüsü olmuş okullardı. Sultan 2.Mahmut’un katılımıyla 1835’te açılan ve aynı yıl öğretime başlayan okul, açılışından itibaren Osmanlı eğitim kurumlarının en moderni oldu. “Mekteb-i Ulum-ı Harbiye, Mekteb-i Fünun-ı Harbiye” gibi farklı adlarla da anılan okul, Meşrutiyet sonrası siyasi olayların, siyasi görüşlerin tartışıldığı ve bazı önemli siyasi olaylarda bizzat yönlendirici bir kurum olacaktı. Birinci Dünya Savaşı sırasında Pangaltı’daki Harbiye Binası (günümüzde Harbiye Askeri Müzesi) hastane olarak kullanılmıştı. Cumhuriyet’in ilanından sonra Harbiye’nin askeri ve siyasi nedenlerden ötürü 1928 tarihinde Başkent Ankara’ya taşınması kararlaştırılmıştı.
Mustafa Kemal, 1898 yılının Aralık ayında, Manastır Askeri İdadisi’ni birincilikle bitirmiş ve orta öğrenimini tamamlamıştı. 1899 yılının Mart ayına kadar Selanik’te bulunan genç Mustafa Kemal, İstanbul Pangaltı’daki Harbiye Mektebi’nde (o zaman ki adı Mekteb-i Harbiye Şahane) yükseköğrenimine devam edebilmek için notları kendisiyle aynı olan Selanikli Ahmet Tevfik ile birlikte Selanik’ten vapura binip İstanbul’a hareket etmişti. Böylece bütün çocukluğunun ve ilk gençlik yıllarının geçtiği Makedonya’dan ilk defa ayrılıyordu.
-Duhulü: 1 Mart 1315 (13 Mart 1899)
-Apolet numarası: 1283
-Diploma numarası: 5998
-Diploma töreni ve diplomaların verilişi: 12 Kânunusani 1317 (25 Ocak 1902).
Bunlar, Mustafa Kemal ATATÜRK ’ün Harp Okulu’ndaki künye bilgileriydi. Harbiyeli Mustafa Kemal, buradaki ‘1315 Duhulüler Mahsus Künye Defteri’ne “Selanik‘te Koca Kasım Paşa Mahalleli gümrük memurlarından müteveffa Ali Rıza Efendi’nin mahdumu uzun boylu, beyaz benizli Mustafa Kemal Efendi SELANİK(!) 96” olarak kaydedilmişti.
Mustafa Kemal, Harbiye öğrenimine başladığı sırada okul komutanı, 24 yıl burada komutanlık yapmış olan Mustafa Zeki Paşa, ders nazırı ise daha sonra Çanakkale’de kendisine kolordu komutanlığı yapacak olan Esat Paşa’ydı. Fransızca öğretmeni Necip Asım Bey, talim öğretmeni Rahmi Paşa, Binbaşı Fazıl Bey, sonra korgeneral ve milletvekili olan Yüzbaşı Naci Bey, Harp Okulu’nda kişiliğini etkileyen ve O’nu hayata hazırlayan öğretmenleri arasında yer alıyordu. Kendisi gibi Manastır İdadisi’nden gelenler, Mustafa Kemal’in ilk arkadaşlarıydı. Çocukluk arkadaşı, rüştiye ve idadide birlikte okuduğu Mustafa Nuri Conker, Lütfi Müfit Özdeş, Ali Fuat Cebesoy, Kazım Karabekir, Kazım Özalp, Ali Fethi Okyar, kendisini takip eden arkadaşlarıydı.
Mustafa Kemal, 21 Ekim 1904 Cuma günü Kurmay Yüzbaşı olarak yeminini etmiş, birkaç ay atama için beklediği günlerde, Ali Fuat Cebesoy’un Kuzguncuk’taki baba evinde misafir kalmış, Kurmay Yüzbaşı üniformasını yine Ali Fuat Cebesoy ile birlikte Mercan yokuşunda askeri terzi olan Altın Makas’ta tadilatını yaptırmış, fakat terziden alamadan tutuklanmıştı.
Yaşar Gürsoy’un “Atatürk ve Can Yoldaşı Nuri Conker” adlı kitabında Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal’in tutuklanması hakkında aşağıdaki şu not verilmiştir:
“…Mustafa Kemal, Beyazıt semtinde bir Ermeni’den kiraladığı evde oturuyordu. Ali Fuat Cebesoy ile birlikte yanında iki arkadaşı, Harbiye’den kovulmuş; gidecek yeri olmayan bir genç vardı. O genç, eylemleri ve okudukları yasak kitapları saraya ihbar etti. Mustafa Kemal, Ali Fuat ve yeni yüzbaşı çıkmış iki arkadaşı da tek tek sorguya çekildi.
Sorgu sırasında Ali Fuat hiddetlendi:
“Sultan’ın üniformasını giyen birine, Sultan’dan daha aşağı rütbeli biri elini kaldıramaz!”
Babası sayesinde aklından çıkarmadığı o bilgi dayaktan kurtulmasına yaradı. Ama Mustafa Kemal epeyce hırpalandı…
Soruşturma bitene kadar birkaç ay hapiste kaldılar. Okul müdürü (Mustafa Zeki Paşa), işlenen suçun bir gençlik hevesinden öteye gitmediğini savundu, öğrencilerine nazik davranılmasını istedi. Sonunda, gençler İstanbul’dan sürülmek koşuluyla serbest bırakıldı; Mustafa Kemal ve Ali Fuat, Şam’daki 5’nci Ordu’ya gönderildi. Her ikisi de Harp Akademisi’nde üç yıl okuduktan sonra 11 Ocak 1905’te Mümtaz Yüzbaşı olarak mezun oldu. O tutuklama ve Şam tayini Mustafa Kemal Nuri Conker’i ayrı düşürdü. Ama fazla sürmeyecekti…”
Yıldız Sarayı Mabeyin Dairesi’ndeki sorgulama sırasında bizzat Sultan Abdülhamit’in sorgu odasına kadar geldiği ve görünmeyen bir yerde Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal’in cevaplarını dinlediği rivayeti, ta 1931 yılında liseler için hazırlanan “Tarih” kitabından beri dillerdedir ama ATATÜRK ‘ün kendisi bize bundan hiç bahsetmemiştir. İzmir’de 27 Ocak 1923’te Annesi Zübeyde Hanımefendi’nin mezarı başında yaptığı konuşmada şunları söylediğini biliyoruz:
…”Zavallı validem, bütün millet için mefkûre (ülkü) olan İzmir’in mukaddes topraklarına tevdi-i vücut etmiş (verilmiş) bulunuyor. Arkadaşlar, ölüm hilkatin en tabii bir kanunudur. Fakat böyle olmakla beraber bazen ne hazin tecelliler arz eder. Burada yatan validem zulmün, cebrin bütün milleti felaket uçurumuna götüren bir keyfi idarenin kurbanı olmuştur. Bunu izah ettim. Müsaade buyurursanız hayat ıstırabının biraz, birkaç noktasını arz edeyim.
Abdülhamit devrindeydi, (1320 (1904) tarihinde mektepten henüz erkân-ı harp (kurmay) yüzbaşısı olarak çıkmıştım. Hayata ilk hatveyi (adımı) atıyordum. Fakat bu hatve, hayata değil zindana tesadüf etti! Hakikatten beni birgün aldılar ve idare-i müstebidenin (baskı yönetiminin) zindanına koydular. Validem bundan ancak mahpesten (hapishaneden) çıktıktan sonra haberdar olabildi. Ve derhal beni görmeye şitab etti (koştu). İstanbul’a geldi. Fakat orada kendisi ile ancak 3-5 gün görüşmek nasip oldu. Çünkü tekrar idare-i müstebidenin hafiyeleri, cellatları ikametgâhımızı sarmış ve beni alıp götürmüşlerdi. Validem ağlayarak arkamdan takip ediyordu. Beni menfama (sürgün yerine) götürecek olan vapura bindirirlerken benimle görüşmekten men edilmiş olan validem, gözyaşları ile Sirkeci rıhtımında elem ve kederler içinde terkedilmiş bulunuyordu. Menfada (sürgünde) geçirdiğim seneleri anam, hayatını ıstırap ve gözyaşları içinde geçirmiştir.
Başka bir nokta daha;
Mütareke zamanında Anadolu’ya geçtiğim zaman, validemi mustarip bir halde (acı çeker durumda) İstanbul’da terke mecbur olmuştum. Yanında kendisinin terfik ettiği (refakat ettiği) bir adamım vardı. Bunu Erzurum’dan İstanbul’a gönderdiğim zaman validem bu adamın yalnız geldiğinden haberdar olduğu dakikada benim hakkımda Halife ve Padişah tarafından verilmiş olan idam kararının infaz edildiğini zannetmiş ve bu zan kendisini felce duçar etmişti. Ondan sonra bütün mücadele seneleri onun hayatını elem ve ıstırap içinde geçirmişti. Padişah ve hükümetinin ve bütün düşmanların daima tazyik ve işkencesi altında kalmıştı. İkametgâhı bin bir türlü sebep ve vesilelerle basılır, taharri edilir (aranır), kendisi iz’aç olunurdu (rahatsız edilirdi). Validem 3-5 senenin gece ve gündüzlerini gözyaşları içinde geçirdi. Bu gözyaşları ona gözlerini kaybettirdi. Nihayet pek yakın bir zamanda onu İstanbul’dan kurtarabildim. Ona kavuşabildim ki artık maddeten ölmüştü. Yalnız manen yaşıyordu.
Validemin ziyanından (kaybından) şüphesiz çok müteessirim. Fakat bu teessürümü izale eden bir husus vardır ki o da anamız vatanı mahvı ve harabeye götüren idarenin artık bir daha gelmemek üzere mezar-ı âdeme (yokluk mezarlığına, hayattan silinmeye) götürülmüş olduğunu görmektir.
Validem bu toprağın altında;
Fakat hâkimiyet-i milliye (ulusal egemenlik) ilelebet payidar olsun. Beni teselli eden en büyük kuvvet budur. Evet, Hakimiyet-i Milliye ilelebet (sonsuzluğa değin) devam edecektir. Validemin ruhuna müteahhit olduğum (yüklendiğim) vicdan yeminini tekrar edeyim;
Validemin (metfeni) mezarı önünde ve Allah’ın huzurunda ahd’ı peyman ediyorum (and içiyorum), bu kadar kan dökerek milletin istihsal ve tespit ettiği hâkimiyetin (egemenliğin) muhafaza ve müdafaası için, icap ederlerse validemin yanına gitmekte (ölmekte) asla tereddüt etmeyeceğim. Hâkimiyet-i milliye (ulusal egemenlik) uğrunda canımı vermek, benim için vicdan ve namus borcu olsun.”
Dr. Abdullah Manaz, “KÖSÜ Mustafa Kemal: Orta Doğu: Bir Askeri İstihbarat Teşkilâtı Romanı” adlı kitabında Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal’in Hapis ve Sürgün günlerini şöyle aktarmıştır:
…”Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal, kimseye yük olmak istemiyor ve bir an önce kendi ev düzenini kurmak istiyordu. Ahıskalı’ya söylemişti bir ev bulması için. Ahıskalı, Beyazıt bölgesinde güvenli bir ev bulamadığı için hala araştırıyordu. Mustafa Kemal’in ise sabrı kalmamıştı. Bugün Cuma idi (28 Ekim 1904) ve Ahıskalı ile son durumu görüşecekti. Ali Fuat (Cebesoy) ile konuştu. Cuma tatilinde herkesin kendi ailesiyle baş başa olması gerektiğini söyledikten sonra izin alarak Kuzguncuk’taki evden ayrıldı. Beyazıt’ta İsmet Hoca’nın Sahaf dükkânına vardığında, içeride sadece Ahıskalı vardı. Mustafa Kemal merakla sordu:
…”Ne oldu Ahıskalı? İsmet Hoca yok mu? Sen yalnız mısın?”
Ahıskalı sakindi:
“- İsmet Efendi birkaç gündür rahatsız. Bu yüzden, erken gelip, dükkânı ben açtım. Siz bekliyordum.”
Kapıyı arkadan kilitleyip üst kata çıktılar. Kısa bir hal hatır sorduktan sonra konuşmaya başladılar. Önce Ahıskalı söz başladı:
“- Okulunuz hayırlısıyla bitti. Artık size Mustafa Yüzbaşım demem icap eder. Tebrik ederim. Ülkemize milletimize hayırlar getirsin.”
“…Sağ olasın Ahıskalı.” dedi Mustafa Kemal: “Ben de mutluyum okulun bittiğine. Artık daha hür sayılırım. Ama sorumluluğumun da arttığını düşünüyorum. Şimdi daha çok çalışmalı, daha büyük işler yapmalıyım.”
Ahıskalı karşılık verdi:
“- Haklısınız Mustafa Yüzbaşım. Sorumluluğunuz bir kat daha arttı ama daha rahat olmayacaksınız. Şimdi Erkânı Harbiye içerisinde daha çetin bir mücadeleniz olacak.”
Mustafa Kemal:
“… Doğru dersin Ahıskalı. Bir de işin o tarafı var. Okuldan sonra neredeyse bir haftadır Ali Fuatların yalısında misafir kalıyorum. Ama artık talebe değilim, bir subay olarak kendi evime taşınmalı, kendi düzenimi kurmalıyım. Bu konuda sıkıntılıyım. Bir ev bulabildin mi?”
Ahıskalı bu soruya hazırlıklıydı:
“- İstanbul’da çok sayıda yabancı var. Bu yüzden oteller, pansiyonlar bile nerdeyse tıklım tıklım dolu. Ev bulmak da bir o kadar zorlaştı. Kimileri evini kiraya vermek istemiyor. Her tarafta Sultan’ın adamları dolaşıp duruyor. Bir jurnal yüzünden evlerine el konulup hapse girmektense boş kalmasını yeğliyorlar. Kiralık olarak sadece birkaç yabancının evi var şu anda. Ama bu ecnebilere hiç güvenmiyoruz, biliyorsunuz.”
Mustafa Kemal’in sabırsızlığı ortadaydı:
“…Artık bekleyecek sabrım yok Ahıskalı. Bunlardan konu en uygun olanını tutmak istiyorum. Benimle birlikte okuldan mezun olmuş ve tayinini bekleyen iki arkadaşım daha var. Onlar da benden haber bekliyor. Nerelerde ev var?”
Ahıskalı Mustafa Kemal’in ev konusundaki kararlılığını anlamıştı:
“Yüzbaşım, bu çevreye yakın 4 boş ev var. Bunlardan ikisi Kapalı Çarşı’da kuyumculuk yapan Musevilere ait. Diğer ikisinin sahipleri de Ermeni. Onların birisi bir tüccar, diğeri ise yaşlı bir hanım. Buradan alacağı kirayla geçinmeye çalışıyor. Güvenlik açısından hiçbirinin diğerinden farkı yok.”
Mustafa Kemal hemen kararını verdi, çünkü bugün bu işi bitirmek istiyordu:
“…Tamam Ahıskalı. Esnaflar ve tüccarlarla uğraşmayalım. Bu yaşlı kadının evini tutayım. Sen bana adresini ver. Ben doğrudan gidip konuşurum, ya da arkadaşları gönderirim. Senin u konulara aracı olup deşifre olman doğru olmaz.”
Ahıskalı fazla bir itirazda bulunmadı:
“-Tamam Yüzbaşım. Ev Gedik Paşa’da. Yaşlı kadın da hemen yan binada oturuyor.” dedi. Evin yerini tarif etti. Bugün fazla bir konu yoktu. Mustafa Kemal Ahıskalı ile vedalaşıp ayrıldı.
Mustafa Kemal, evi arkadaşlarında Çanakkaleli Mustafa İzzet ve Trabzonlu Halil Rıfat ile birlikte tutmayı düşünüyordu. Trabzonlu nüktedan ve ağzı güzel laf yapan biriydi. Mustafa Kemal bundan ötürü ev tutma işini ona havale etmeyi planladı. Öğleden sonra arkadaşlarıyla buluştu ve durumu anlattı.
Gerçekten de Trabzonlu Halit Rıfat çok becerikliydi. 1 Kasım’da gitti, yaşlı kadından evi kiraladığı gibi eksik birkaç eşyayı da ondan almayı başardı. Birkaç gün içinde eve yerleştiler. Artık kendilerine ait hem kalacakları hem da toplanıp çalışacakları bir mekânları olmuştu. Kısa zamanda arkadaşları durumdan haberdar olmuş ve hayırlı olsun demek için eve gidip gelmeye başlamışlardı. Taşınma, gelen gidenler derken Mustafa ile Ahıskalı 4 Kasım’daki görüşmeyi gerçekleştiremediler. Mustafa Kemal, Ramazan vesilesiyle Çanakkaleli ve Trabzonlu arkadaşları memleketlerine gideceği için önümüzdeki hafta yalnızdı. Daha rahat görüşme imkânları olacaktı.
Okulun bitmiş olması sebebiyle yeni kişilerle de taşınıyorlardı. Bunların içinde birkaç aydır görüştükleri ordudan atılmış “Fethi” adında biri de vardı. O da Mustafa Kemal’in çevresine girmiş, birçok faydalı bilgiler getirmiş ve güvenlerini kazanmıştı. Fethi uzun süredir, kendilerine Saray’dan haber getirecek güvenilir birisi olduğundan bahsediyordu. Evi tuttuklarına göre artık dışarıda da teşkilatlanma zamanı gelmişti. Mustafa Kemal, Fethi’nin de ısrarı üzerine 6 Kasım Pazar günü bu kişi ile tanışmaya karar verdi.
Fethi Saray’dan tanışmak isteyen kişinin Mabeyin ’de çalıştığını söylemişti. Mustafa Kemal, Fethi ile arkadaşın evlerine davet etti. Fakat Fethi, arkadaşının yoğun işleri olduğunu ve Galata’da bir kahvehanede buluşmak istediğini haber verdi. Mustafa Kemal, “Sarayda çalışan birisi neden ulu orta bir kahvehanede buluşmayı istesin, ev daha güvenli değil mi?” diye düşündü. Ancak Fethi’ye güveniyorlardı fazla kurcalamak istemedi. Neticede kahvede oturup çay içeceklerdi.
Pazar günü daha çok ecnebiler dışarıda olurdu. Galata’da bir kahvehanede buluştular. Fethi’nin getirdiği kişi, ondan dört beş yaş büyük, iri yapılı, esmer suratlı kendinden emin birine benziyordu. Kahvehanenin uzak bir köşesine oturdular, çaylarını söylediler. Fethi sürekli konuşuyor, gülümsüyor ama Salim olarak kendini tanıtan Mabeyinci çoğunlukla susuyor, arada bir zorla gülümsediği oluyordu. Genellikle havadan sudan konuştular. Jurnalcilerin cirit attığı bir ortamda kahvede özel bir şey konuşmak mümkün değildi. Daha çok Mustafa Kemal’in askerlikten sonra neler yapacağı, nerelere tayin olmayı beklediği, niçin Beyazıt bölgesine taşındığı, evin durumu gibi konularda muhabbet sürdü. Yaklaşık bir saat kadar oturdular. Muhabbet Mustafa Kemal’i fazla sarmamıştı. Tanıştıklarına memnun olduklarını söyleyip vedalaştılar ve ayırıldılar.
Mustafa Kemal, aslında Saray’ın entrikalarından pek de hoşlanmazdı. Yokuştan aşağı yürürken kendi kendine: “Saray’ın dedikodularına ne ihtiyacımız olur ki en kısa zamanda Ahıskalı ile durumu görüşmeliyim.” diye düşündü.
9 Kasım’da Ramazan ayı başlıyordu. Nasıl olsa yalnız olduğu için 11 Kasım Cuma günü hem buluşurlar hem de iftar edebilirlerdi.
1904 senesinin 10 Kasım günü Perşembe idi. Ramazan’ın ikinci günüydü. Mustafa Kemal evde yalnızdı. Ev arkadaşları Arife günü memleketlerine gitmişlerdi. İftar için bir şeyler hazırlamaya başlamıştı. Annesinin etli bamya, karnıyarık yemekleri gözünde tütüyordu ama yapma imkânı yoktu. Her zamanki gibi en güzel ve en sevdiği yemekler kuru fasulye ve pilavdı onun için. En kolay tatlı da irmik helvasıydı. Zaten Türk yemeklerinin formülü belliydi:
…”Önce soğanı zeytinyağında kavuracaksın, ardından biraz salça, tat versin diye bir kaşık tereyağı, tuzu biberi derken ardından bir gün önceden ıslatılıp şişmiş kuru fasulyeleri katınca yemek pişmeye hazır oluyordu. İrmik helvası desen, püf noktası tereyağında güzelce kavurup şerbetini koymaktı.”
Mustafa Kemal, yemekleri ve helvayı titizlikle hazırladı, safrasını kurdu ve iftarı bekledi. Yarım saat sonra ezan okunacaktı. Çok geçmedi birbiri ardına müezzinlerin ezanları duyulmaya başlandı. Beyazıt Camii’nden, Nuri Osmaniye’den ve hatta Sultan Ahmet’ten bile ezan seslerinin duyulduğu olurdu. Önce sudan bir yudum alıp iftarını açtı, ezan sesleri okunup yankılanırken yemeğine başladı. Kuru fasulye annesinin yemeklerine benzemese de lezzetli olmuştu. Tereyağında iyice kavurduğu için pilav da kıvamındaydı.
Sıra helvaya geldi. Helvadan bir kaşık almıştı ki kapıya adeta tekmeler gibi vurulduğunu duydu. “Bu iftar vaktinde kimdir bu saygısız?” diye düşündü, kaşığını bırakıp kapıya yöneldi. Huzurlu bir Ramazan akşamında insanın aklına kötü bir şey de gelmiyordu. Büyük bir merak içinde kim olduğunu bile sormadan kapıyı açtı. Karşısında elinde tabancalar bulunan fesli, iri yarı, bıyıklı iki sivil ve arkalarında tüfekli üç beş asker gördü. Ne olduğunu anlayamamıştı:
“…Ne oldu ihtilal mı var?” diye sordu.
Sivillerden birisi cevap verdi:
“-Selanikli Mustafa’yı arıyoruz.”
“…Benim, Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal.” dedi.
Sivillerden biraz daha şişman olanı sert bir ifadeyle karşılık verdi:
“-Paşamız sizi istiyor, bizimle geleceksiniz.”
Mustafa Kemal bir anlam vermedi. “Acil bir durum mu var?” diye düşündü içinden:
“…Hangi Paşamız?” diye sordu.
“-Zülüflü İsmail Paşa!” diye ikisi birden cevap verdiler.
Mustafa Kemal durumu anlamıştı artık. Anlaşılan yeni jurnaller olmuştu ve Zülüflü İsmail Paşa ile bizzat karışılacaktı. Sakin ve askeri tavrını bozmadı:
“…Bekleyin, iftar ortada, kıyafetimi giyer gelirim.” dedi.
Kapının açık kalmasını istediler.
Mustafa Kemal gidip önce sofrayı topladı, ardından Kurmay Yüzbaşı kıyafetini giydi. “Tayinden önce bugün nasipmiş demek ki giymek!” dedi kendi kendine. Askeri üniformasıyla dik, gururlu ve sakin bir şekilde kapıyı kilitleyip evden çıktı.
Evin biraz aşağısında biri üzeri kapalı, diğeri açık iki fayton bekliyordu. Öndekinin pencereleri siyah perde ile kapalı ve biraz daha yeniydi. Mustafa Kemal sivillerle birlikte öndeki faytona, askerler de arkadakine bindiler ve yola çıktılar ama perdeler kapalı olduğu için nereye gidildiğini anlamak imkânsızdı. Tümseklerde zıplayan, kâh yavaşlayıp kâh hızlanan fayton yolculuğu gürültülü ve yorucuydu. Yaklaşık iki saat sonra fayton durdu, konuşmalar ve gürültülerin ardından fayton tekrar hareket etti, beş dakika sonra yeniden durdu. Faytonun kapısı açıldı, Mustafa Kemal indi ve karşısında avlusu büyük gaz lambaları ile kısmen aydınlatılmış ve bir dizi nöbetçilerin olduğu yüksek ve geniş bir köşk gördü. Köşkün girişi herhalde diğer tarafta olmalıydı. Alaca karanlıkta biraz yürüdüler, köşkün tam ortasında aşağı inen taş merdivenler vardı. Burası muhtemelen köşkün arka kapısına gidiyordu. Mustafa Kemal’in yanında sadece iri siviller kalmıştı. Kapıyı yumrukladılar ve içeriden açıldı. İçeri girdiklerinde geniş bir salon ve sağında solunda iki kapı vardı. Soldaki kapıdan içeri girdiler. Koridor boyunca sağda ve solda demir parmaklıklı üçer tane uzun oda seçiliyordu. Koridorun sonunda yine büyük bir salona ulaştılar. İçeride eski ama gösterişli koltuklar, bir iki tane uzun masa, masalarda ve duvarlarda asılı gaz lambaları vardı. Salonun neredeyse diğer yarısı boştu ve boş bölümün duvarında nasıl olduğu kestirilemeyen, hasırlarla örülmüş pencere gibi bir boşluk vardı. İçeri girdiklerinde, büyük masada epeyce şişman biri oturmuş uyukluyor gibiydi. Onlar girince toparlandı kendine gelmeye çalıştı. Siviller, koltuklardan birini işaret ederek Mustafa Kemal’e oturmasını söylediler.
Mustafa Kemal nereye geldiğini bilmiyordu. Burası Zülüflü Paşa’nın makamı olamazdı. Olsa olsa bir köşkün bodrum katına yapılmış bir tahkikat merkezine benziyordu. Mustafa Kemal bir saat kadar da burada bekledi. Ardından salonun kapısı açıldı ve içeriye gür saçları giydiği mor püsküllü fesinin altından taşan paşa kılıklı birisi girdi. Üzerinde birçok nişanlar, madalyalar takılmıştı. Hemen arkasında biri daha vardı ki Mustafa Kemal hemen tanıdı. Bu adam beş gün önce Fethi’nin kendisine Mabeyinci olarak tanıttığı Salim’den başkası değildi. Mustafa Kemal artık durumun vahametini kesinlikle sezmişti. Fethi ve isminin Salim olduğu bile şüpheli bu şahıs Zülüflü Paşa’nın hafiyeleriydi. Paşa kılıklı şahıs da mutlaka Zülüflü Paşa olmalıydı.
Paşa ağır adımlarla sallanarak salonun ortasında Mustafa Kemal’in tam karşısında durdu. Mustafa Kemal ayağa kalktı fakat selam vermedi bekledi. ‘Salim’ koşarak Mustafa Kemal ile Paşa’nın arasında kenardan konuştu:
“-Paşam, Selanikli Mustafa Kemal bu.”
Paşa havalı bir şekilde kendi çevresinde döndü, bir ileri bir geri gitti, sonra Mustafa Kemal’in önüne geldi, söze başladı:
“-Meşhur Selanikli Mustafa Kemal sensin demek ki. Birkaç yıldır seni merak eder dururdum. Zatı Şahanemiz aleyhinde yazılar yazdığın, arkadaşlarını da örgütlediğin malumumuzdu, şimdi de Ermeni çeteleriyle iş mi çeviriyorsun?
Mustafa Kemal, duyduğu suçlamaya hele de Ermeni çeteleriyle adının birlikte anılmasına içerlemişti. Yüzü asıldı, kaşları çatıldı ve dik ve kararlı bir şekilde cevap verdi:
“…Ben Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal. Hiçbir Osmanlı Subayı, böyle bir suçlamayı ve ihaneti asla kabul edemez. Kim hangi hakla ve delille böyle bir iftirada bulunabilir?”
“-Ben İsmail Paşa.” dedi, nihayet kendini tanıtmıştı: “Sonunda kendini ele verdin. Sorgulanacak ve bütün yaptıklarını itiraf edeceksin.”
Mustafa Kemal:
“…Bu alçakça ithamı şiddetle reddediyorum.” dedi.
İsmail Paşa yine odanın içinde bir iki dolandı, bir şeyler söylemek istiyordu ancak biraz da çekindiği bir şey var gibiydi. Sonra yaveri olduğu kişiye dönerek:
“-Artık vazife sizin. Sorgulayın ve sonucu bana bildirin.” dedi, hızlı adımlarla salondan çıktı. Yaver, iki siville birlikte odada kaldı. Ne diyeceğini, Mustafa Kemal’e ne soracağını bilmez gibiydi. Mustafa Kemal’e doğru bir iki adım attı, tam bir şey söylemek isterken Mustafa Kemal konuştu:
“…Salim desem, doğru olmadığını biliyorum. Demek ki benimle tanışmanızın arkasındaki asıl sebep buymuş? Beni niçin getirdiniz ve neyle suçluyorsunuz?” diye sert bir ifadeyle sordu.
Yaver, yanındaki sivillere baktı. Onlar da Mustafa Kemal’in sert çıkışından biraz afallamışlardı. Yaver, bozuntuya vermemek için sert bir tavır takındı:
“-Hünkârımıza yönelik suikast planına siz ve arkadaşlarınız da dâhil olmuşsunuz.” dedi.
Tavırlarından Yaverin subay değil askerlikten gelme alaylı biri olduğunu anlamıştı Mustafa Kemal. Hemen karşılığını verdi:
“…Nereden çıkardınız? Böyle bir ihanet teşebbüsüne beni nasıl dâhil edersiniz?”
Yaver ayaktaki tereddütlü halini örtmek için bir koltuğa oturdu:
“-Beyazıt’ta bir ev kiralamışsınız. Hem de tam Hünkârımızın Hırkayı Saadet Ziyareti için geçeceği yolun üzerinde. Ev Ermenilerin. Zatı Şahanelerine o yolda saldırı yapılacağını öğrendik. O yol üzerinde sizden başka şüpheli yok.” dedi.
Mustafa Kemal aynı kararlılıkla sürdürdü konuşmasını:
“…Beni Erkânı Harbiye Mektebi’nde herkes tanır, hiç kimsenin beni böyle bir suça bulaştırmasına tahammül edemem. İstanbul’da binlerce, Osmanlı sarayında ise yüzlerce Ermeni var. Beni şüpheli yapan, yaşlı bir kadının evini tutmak mı? Yoksa beni bir şekilde suçlamak veya tart etmek için Harbiye’den ayrılmamı mı beklediniz?”
İthamlar ve Mustafa Kemal’in cevapları bir süre daha devam etti. Konuşmalar sürerken masada oturan kişi de sürekli notlar alıyordu. Bir sonuç alamayan Yaver sonunda pes etti ve sorgulamanın yarın devam edeceğini Mustafa Kemal’in de burada kalacağını söyleyip, acele çekip gitti.
Gece yarısını geçmişti.
Mustafa Kemal’i koridorda gördüğü odalardan birine koydular ve kapısını kilitlediler. Burası adeta özel bir hapishane gibiydi. Odada ahşap düz bir sedir, bir dolap, bir masa, bir sandalye, duvarda küçük bir kitaplık ve içerisinde üç beş kitap vardı. Köşede hamam ve tuvalet olduğunu düşündüğü küçük bir bölme ve hemen girişinde bir lavabo ve ibrik bulunuyordu. Odanın muhtemelen avluya bakan duvarının tavana yakın kısmında demir parmaklıklı küçük bir pencere vardı. Gaz lambası odanın girişindeki parmaklıklara bir kol uzaklığında duvara asılmıştı. Arada bir hafif rüzgârda dalgalanıyor, gölgeler tavanda adeta dans ediyordu. Mustafa Kemal, böyle bir durumla karışılacağını bilmediği için sadece üniforması ile gelmişti. Çok geçmedi, içerideki şahıs elinde sarı pamuklu içlikler, basit bir giyecek, bir büyük bir küçük havlu ve terlikler getirdi.
Mustafa Kemal, “Beni burada tutmaya kararlı gibiler” diye düşündü. Yatağa oturdu, fena sayılmazdı, en azından uyurken rahat edebilecekti. Çizmelerini çıkarıp, üniformasıyla yatağa uzandı. Aklından bin bir düşünce geçmeye başladı: “Sultan her Ramazan ayının on beşinci günü Topkapı Sarayı’na Hırkayı Saadet ziyaretine giderdi. Sultan’ın geçeceği güzergâhta günler öncesinden hafiyeler görevlendirilir ve suikast keşfine çıkarlardı. Sultan suikast korkusuyla hafiyelerini yetkilerle donatır, cesaret verir, onlar da Sultan’ın korkusunu besleyecek jurnaller ve şüphelerle bunu iyi kullanıp yerlerini pekiştirirlerdi. Bu korkular Sultanı da adeta Saray’a hapsetmişti. Saray’dan nadiren çıkar ve çıktığında ise yer yerinden oynardı. Nazırlardan, Saray’daki en küçük vazifelilere kadar herkesin akıbeti bir ihbarın ucundaydı. Ustalıkla düşünülmüş bir yalan, bu yalanı destekleyen birkaç delil, şüphelinin hayatını karartabilirdi. Azledilme, sürgüne gönderilme ve hatta idam bile söz konusu olurdu. Bu yüzden herkes birbirinden kuşkulanır, devlet işlerinde kimse inisiyatif kullanamaz, herkes Sultan’ın ağzından çıkacak hikmetli sözlere bakardı. Şurayı Devlette bile akıllı bir öneride bulunmak cesaret isterdi ve her sözün kötüye yorumlanma ihtimali mümkündü. Bu yüzden, herkesin dinlendiği veya izlendiği korkusuyla Saray’da insanların alçak sesle konuştuklarını duymuştu.”
Mustafa Kemal’in kafasındaki düşünceler bitmiyordu:
“Arkadaşları durumdan haberdar olmuş muydu? Kendisinin bile bilmediği bu yeri kim bilebilirdi ki? Üstelik kendisini aldıklarında buna şahit olacak kimse de yoktu. Annesini düşündü. Annesi, onun Erkânı Harbiye Mektebini bitirdiğini bile bilmiyordu belki. Şimdi tayin olup olmayacağı bile şüpheliydi. Belki de kendisini bu suçlarla ordudan atacaklardı. Gönlünden tayinim Edirne veya Makedonya olsun, Anneme de yakın olur, zaman zaman gider gelirim’ diye düşünürken bilmediği bir mahpusta herkesten ve her şeyden habersizdi. Üstelik yarın Cuma günüydü ve Ahıskalı ile buluşacaktı. “Belki bir ihtimal Ahıskalı nerede olduğumu araştırabilir” diye aklına geldi. Mustafa Kemal bu düşüncelerle ancak sabaha karşı uyuyabildi.
Ertesi gün, bir sonraki gün derken tam bir hafta geçti. Mustafa Kemal’e düzenli olarak yemekleri getiriliyor, Yaver günde bir iki saat uğrayıp bir şeyler soruyor, cevabını aldıktan sonra çaresiz dönüp gidiyordu. 18 Kasım günü ilginç bir gelişme oldu.
Cuma günüydü.
Cuma ezanı okunduğunda, her zamanki görevli çıkmış yerine bir başkası gelmişti. Bu adam kırk yaşlarında, uzun boylu, karakaşlı, çekik gözlü, temiz kıyafetli ve fesli birisiydi. Yemeğini getirdi, masanın üzerine bıraktı. Kapıya doğru baktı sonra elini sanki gösterir gibi masanın üzerine koydu ve:
“-Yüzbaşım, Ahıskalı’nın selamı var. En kısa zamanda size bir haber getirecek.” dedi ve beklemeden odadan çıkıp gitti.
Vazifeli kişi elini masanın üzerine koyduğunda parmağındaki yüzük Mustafa Kemal’in dikkatini çekmişti. Hamdi Efendi’nin kendisine verdiği ve Ahıskalı’nın da taktığı yüzüğün bir benzeri bu kişinin de parmağındaydı. Mustafa Kemal’in içi biraz rahatlamıştı. “Bu iyi bir habere işaret” diye düşündü. Arkadaşlarından bir haber alamamıştı ama Ahıskalı’nın durumdan haberi olduğu belliydi. Bunula birlikte Kasım ayının yirmi üçüne, yani Ramazan ayının on dördüne kadar yaverin düzenli gelişleri ve soruları devam etti.
Ramazan ayının on beşinci günüydü. Mustafa Kemal o gün büyük gürültülerle uyandı. Binanın dışından araba ve at sesleri, koşturmalar ve daha kestiremediği birçok sesler geliyordu. Ne olduğuna önce karar veremedi. Sonra bugünün Hırkayı Saadet Ziyaret Günü olduğunu hatırladı. Bir süre sonra, her yer derin bir sessizliğe büründü. Her gün düzenli gelen Yaver de ortada gözükmüyordu. Mustafa Kemal yatağına uzanmış dinlenirken dalıp gitmişti. Aniden, odanın parmaklıklı kapısının açıldığını duydu. Doğruldu, kapıdan birisi girdi. Bu kişi, beş gün önce kendisine yemek bırakan ve Ahıskalı’dan haber getiren görevliydi. Yine tertemiz giyimi, kibarlığı ile Mustafa Kemal’in yanına geldi, elinde beş altı tane kitap vardı. Kitapları masanın üzerine bıraktı. Kitaplardan temiz ciltli yaldızlı olan birini seçti. Mustafa Kemal’in önüne sürdü ve üzerine elini koyarak konuştu:
“-Yüzbaşım. Okumanız için bazı kitaplar getirdim. Hemen bir göz atın, beğenmediklerinizi tekrar götüreceğim. İncelemeniz için salonda bekliyorum” dedi. Parmağında yine aynı yüzük vardı.
Getirilen kitaplar arasından Tevfik Fikret, Namık Kemal ve Abdülhak Hamit’e ait olanları seçti. Sonra gayri ihtiyari, görevlinin önüne sürdüğü kitabı alıp incelemek istedi. İlk sayfasını açtığında içinde yazılı uzun bir not gördü. “Herhalde içinde unutmuşlar” diye düşünürken içinden okumaya başlamıştı bile:
“-Yüzbaşım. Hırkayı Ziyareti vesilesiyle Sultan’a karşı düzenlenecek bir suikast girişimi haberi alınmış. Haber doğru. Gizli Ermeni çetelerinden Joris liderliğindeki bir grup, Sultan’a silahlı saldırı yapmayı planlamış ve güzergâh üzerinde bir ev kiralamış. Ancak, Sultan güzergâhını bugün değiştirecek ve ziyaret gerçekleştirilecek. Sizi de bu suikast girişiminin içinde olmakla suçlayarak gözaltına almışlar. Sizin dışınızda Ali Fuat, Firlepelei Ali Fethi, Kırşehirli Lütfi Müfit ve birkaç arkadaşınızı daha sorgulamışlar. Sizi şu anda Yıldız Mabeyn Köşkü’nün bodrum katındaki Tahkikat bölümünde tutuyorlar. Diğer arkadaşlarınızı is başka yerde sorguya çekmişler.
Bugün ziyaret sebebiyle köşk neredeyse tamamen boşalmış durumda. Sultan, Sadrazam, Şeyhülislam, Paşalar ve Devlet Erkânı ile birlikte bütün hafiyeler akşama kadar Topkapı bölgesinde olacaklar. Bu yüzden köşkteki güvenilir bağlantılarımızla size bu notu iletme fırsatımız olacak.
Tereddüttünüz olmasın. Köşkteki durumu yakından takip ediyoruz. Canınıza kastedilecek bir durum için de planlarımız hazır. İstediğimiz an sizi oradan kaçırabiliriz ancak bu hal sizin aleyhinize olur ve ordudan uzaklaştırırlar, kaçak duruma düşersiniz. Bize güvenin ve sabırlı olun.
Bugünden itibaren artık sorgulanmayacaksınız, diğer arkadaşlarınız serbest bırakıldılar. Suikastçıların Yıldız – Dolmabahçe arasında kiraladıkları evi tespit ettik. Durum açıklığa kavuştu ve sizin üzerinizde bu konuda bir şüphe kalmadı. Bununla birlikte sizi oraya getirenler kendilerini temize çıkarmak için bir süre daha orada tutma gayreti içindeler. Bazı sorgularınızın Sultan’ın da özel bir bölümden dinlediğini öğrendik. Sultan nezdinde olumlu irtibatlar kurduk.
Bayramda tekrar haberleşeceğiz.
Bu notu okuduktan sonra kitapla birlikte iade ediniz.
Selam ve Hürmetlerimle
B.”
Mustafa Kemal masanın üzerinde kalan kitaplara baktı. Bir tanesi Namık Kemal’e aitti fakat onun birçok kitapları yasaklanmıştı. Vatan ve Millet Şairi Namık Kemal’i ta ilkokul yıllarından beri çok severdi. Onun Vatan Kaidesini hem kendisi ezberlemiş hem de arkadaşlarına mutlaka ezberlemelerini öğütlemişti…”
Yazar Hüseyin Hakkı Kahveci’ye göre, …”Velhasıl, “yıldızının parladığı anlar”dan birindeydi. Günün birinde bugünkü İstanbul Üniversitesi merkez binasında İsmail Hakkı Paşa, Padişahın kararını kendisine şöyle bildirecekti: “…Şimdiye kadar büyük yeteneklere sahip olduğunu gösterdin… Ama öte yandan, kendinin ve üniformanın şerefini lekelemiş durumdasın… Siyasete ve Padişahınıza karşı vatan hainlerinin yıkıcı propagandasına karıştın. Arkadaşlarını da aynı şeyi yapmaları için teşvik ettin. Buna rağmen Efendimiz merhamet göstermeye karar verdi. Ve seni affetti. Yalnız tayin beklediğin Edirne ve Makedonya değil, Şam’a gönderileceksin.” Bu bir başlangıcın yani gizlenen başlangıcın örtbas edilmesiydi. Aslında “inisiyasyon” dediğimiz sürecin başlangıcıydı. Çünkü seçilmişti. Yaşadıkları bazı testler denilebilirdi. Affeden Padişah, fakat affedilmesini isteyen ise Kadim Türk Devleti idi. (Bakınız: “Atatürk’ün Katilleri”, Destek Yayınları, 9. Baskı. Sf:33.)
11 Ocak 1905 Çarşamba günü Harp Akademisinden Kurmay Yüzbaşı olarak mezun olmuştur. Kara Harp Okulu’nun 57’inci döneminde toplamında 13 kurmay, sınıfında ise 37 kurmay subayı arasından beşincilikle tamamlamış ve Kurmay Yüzbaşı üniforması ile çektirdiği bu fotoğrafın arkasına şunları yazmıştır: …”Hatırlar mısın anne? Bakın ben neler olacağım demiştim. İşte ilk basamağı.”