Atatürk:
-…”Çok kereler Fatih’in karşısında kaldığı meseleleri düşündüğüm zaman, ben de aynı hal çarelerine varmışımdır. Yalnız Fatih, benim karşısında kaldığım hadiseleri nasıl hallederdi, bunu çok merak ederim. İkinci Mehmet büyük adamdır, büyük!” demiştir.
Kendisini “Bizans’ın tüm topraklarının efendisi ve Bizans tahtının sahibi” olarak gören, henüz 22 yaşında 1451’de, babası II. Murad’ın tahtına oturan, 1481’de ölümüne kadar bu tahtı elinde tutan ve 29 Mayıs 1453’te İstanbul’u fethettiği için, “Fatih” unvanı ile tanınan yedinci hükümdar II. Mehmet’in özlü sözleri arasında en yaygın olarak bilineni:
(…) Ey Konstantiniye !Ya Sen Beni Alırsın, Ya Ben Seni Alırım,” sözüdür.
İstanbul şehri, coğrafi konumu nedeniyle bin yıllardır hemen her milletin ilgisini çekmiş bir yerleşim yeridir. Doğu ile Batı arasında geçiş noktasında bulunan şehir ayrıca ticaret yollarının da kesiştiği noktadadır. Bunun yanı sıra şehrin sahip olduğu kültürel zenginlik şehre duyulan ilginin başka bir yönünü oluşturmaktadır. Bu sebeplerden dolayı her zamanda ve her millet için ayrı bir cazibe merkezi olan İstanbul, tarih boyunca değişik Milletlerin eline geçmiş ve yönetim merkezleri olmuştur. İstanbul şehri Osmanlılardan önce de Türkler tarafından kuşatılmıştır. Türklerin ilk İstanbul kuşatması Alanlar tarafından gerçekleştirilmiştir. (Ayrıntılı bilgi için bkz. Yusuf Behçet. “İstanbul’u İlk Muhasara Eden Türkler” Darülfünun Edebiyat Fakültesi Dergisi, Sayı. 2-3. (Ağustos-Teşrin-i Evve] ]339), s. 149)
Anadolu ‘nun XIV. yüzyıldaki bozuk ekonomik durumu Osmanlıların Rumeli topraklarına geçmelerinde önemli etken olmuştur. Bu sıkıntılı durum, Osmanlıların ekonomik sıkıntı içinde olan Müslüman Türk unsurlar tarafından da yoğun bir şekilde destek bulmasını sağlamıştır.
Ekonomik sebeplerden dolayı, Çorlu, Edirne ve Vize’nin alınması ile coğrafi açıdan Bizans’ ın Balkanlarla ilişkisini kesen ve olası Hıristiyan yardımının gelmesine engel olan Osmanlılar, bir taraftan da hem Anadolu’dan hem Rumeli’den Bizans’ın ekonomik hayat bağlarını kesmiş, hatta Balkanların zengin ekonomik çarkını kendi lehine çevirmiştir. Rumeli’ye geçen Osmanlıların Bizans’a askeri ve siyasi alandaki darbesi ekonomik alanda da kendini gösterince, 1302-1453 yılları arasındaki yaklaşık yüz elli yıllık bir dönem sonunda, Osmanlının Bizans’a vurduğu darbe yıkıcı bir hal almıştır.
Orhan Bey’den başlayarak Osmanlı Türkleri için bir amaç halini alan Fetih, ilk beş Osmanlı hükümdarının yaklaşık yüz yıllık saltanatları sürecinde İstanbul, iki kez Bayezid, bir kez Musa Çelebi (I. Bayezid’in oğlu) ve bir kez de II. Murat tarafından olmak üzere dört kez kuşatılmış ancak ele geçirilememiştir.
İstanbul, Osmanlılar tarafından ilk kez 1395 yılında I. Bayezid tarafından, kuşatılmış, Macarların Sofya’ya saldırmaları sebebiyle kuşatmayı kaldıran I. Bayezid, kışı Bursa’da geçirdikten sonra yaz geldiğinde İstanbul’u ele geçirmek üzere 1396’da tekrar harekete geçmiştir. Üçüncü İstanbul kuşatması ise 1412’de I. Bayezid’in oğlu Musa Çelebi tarafından, 1423’te ise I. Mehmet’ten sonra tahta geçen II. Murat tarafından gerçekleştirilmiş ancak 1453 yılına gelinceye kadar gerçekleştirilen dört kuşatma da değişik sebepler bahane gösterilerek başlamış ve farklı sebeplerle kaldırılmıştır.
Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyet Halk Partisi’nin 15 Ekim 1927 Cumartesi günü, T.B.M.M ‘nin toplantı salonunda toplanan ve 23 Ekim 1927 Pazar gününe kadar devam eden “2’nci Büyük Kongresi’nde yaptığı uzun ve teferruatlı konuşmasının kitaplaştırılmasından meydana gelen Nutuk’un III. Cilt’ sayfa 1183’de:
(—) “Hiçbir millet, milletimizden ziyade yabancı unsurların itikat ve adetlerine riayet etmemiştir. Hatta denilebilir ki, diğer din sahiplerinin dinine ve milliyetine riayetkâr olan yegâne millet bizim milletimizdir. Fatih İstanbul’da bulduğu dini ve milli teşkilatı olduğu gibi bıraktı. Rum Patriği, Bulgar Eksarhı ve Ermeni Kategigosu gibi Hristiyan din reisleri imtiyaza sahip oldu. Kendilerine her türlü serbestlik verildi. İstanbul’un Fethinden beri, Müslüman olmayanların elde ettikleri bu geniş imtiyazlar, milletimizin dinen ve siyaseten dünyanın en müsaadekâr ve civanmert bir milleti olduğunu ispat eder en bariz delildir,” demiştir.
Büyük Selçuklu Devleti, Kınık Boyunun mensubu ve lideri Selçuk Bey tarafından 1020’li tarihlerde temeli atılmış, yeğenleri Tuğrul ve Çağrı Beyler tarafından 1037 yılında Devlet haline gelerek bağımsızlığını ilan etmiştir. Büyük Selçuklu Devletinin Anadolu’yu fethi ile başlayan Türk tehlikesi, Osmanlıların Avrupa’da ilerlemeleriyle büyük bir korku halini almış, bu korkunun tesiriyle Katolik ve Ortadoks Kiliseleri birleşme zemini aramaya başlamışladır.
İki kilise arasındaki ayrılık o kadar fazla olmasına rağmen, Osmanlı idaresi o kadar adaletlidir ki, Katolik ve Ortadoks Kiliselerinin birleşme kararının verileceği günlerde söylenen:“İstanbul’da kardinal külahı görmektense, Osmanlı sarığı görmeyi tercih ederim” sözü dikkate şayandır.
29 Mayıs 1453 günü Türkler İstanbul’u fethettikten sonra, Hıristiyan halka karşı olan tutum ve hareketleriyle bu sözün ifade ettiği anlamı kat ve kat aşmışlardır. Bizzat Fatih’in fermanlarıyla, çökmek ve dağılmak veya Katolik Kilisesinin himayesine girmek üzere bulunan Ortadoks Patrikhanesi kurtarılmış, dağınık ve perişan bir halde olan Ermeni kilisesi İstanbul’da yeniden kurulmuştur.
“Fatih Sultan Mehmet’in Galata Ahidnamesi:
“İstanbul’un fethinden sonra, Galata ileri gelenlerinin şehrin anahtarlarını kendisine vermelerinden sonra Fatih Sultan Mehmet’in halka sunduğu ahitnameye göre Galata halkı dini inanç ve ayinlerini eskiden olduğu gibi devam ettirecekler; aileleri, mal ve mülkleri konusunda hiçbir endişe duymayacaklar; özgür ve güvenli bir şekilde seyahat edecekler; yıldan yıla vergi ödeyecekler; kiliselerde ayinleri gerçekleştirebilecekler ancak çan çalamayacaklar; yeni kilise yapamayacaklar, kiliseleri camiye çevrilmeyecek; gümrük vergileri ödendiği müddetçe ticaret yapmalarına kimse engel olmayacak; hiç kimse Müslüman olmaya zorlanmayacak; kendi seçtikleri kişiler tarafından işlerini yürütecekler. (Kaynak: Fatih Devri Kanunnameleri, Ahmet Akgündüz s.478, 30 Mayıs 1453)”
Aşağıdaki görselde, Fatih Sultan Mehmet’in Bosna ruhbanlarının dini hayatlarını serbestçe sürdürmeleri hakkındaki fermanını görmekteyiz.
Fatih’in bu fermanında;
—“fermanı kendileri için çıkardığı Bosna rahiplerine, bunların kiliselerine ve yapacakları ibadet ve ayinlere hiç kimsenin mani olmamasını, bu kimselere herhangi bir sıkıntı ve zahmet verilmemesini emrediyor. Buna göre bu din adamları kendi muhitlerinde rahat bir şekilde yaşamaya devam edecekler canlarına ve mallarına hiç kimse tarafından halel getirilmeyip kiliselerinde mutatları olduğu veçhile ibadetleriyle meşgul olacaklardır. Hariçten bu kimselerin yanlarına gelecek misafirler için de aynı güvenlik ortamı temin edilecek, devlete olan itaatleri sürdükçe adı geçenler emniyet ve huzur içinde yaşamaya devam edeceklerdir. A.)DVNSDVE.d 14-2, s.1 25. Safer.883 28 Mayıs 1478”
Türk tarihçi Enver Behnan Şapolyo, 1961’de yayımlanan “Osmanlı Sultanları Tarihi” isimli eserinin 11-12’nci sayfasında:
—“Osmanlı padişahlarının Osman Gazi’den Kanuni’ye dek hepsinin anneleri ve birinci kadın efendileri Anadolu Türkmen kızları idi. Bunlar “Hatun” adı ile anılmışlardır. Anası ve babası Türk olmayanları Kanuni’ye dek tahta çıkarmamışlardır. Bu göreneği Kanuni, Hürrem Sultan’ı sevmesi yüzünden bozmuştur. Kanuni’den I. Ahmed’e dek padişah kadınları Hristiyan cariyelerinden idi. Bunlara Sultan unvanı verildi. I. Ahmed’den sonra padişahlar Müslüman Gürcü kızları almaya başladılar. Ruslar Kafkasya’yı ıstila ettikten sonra, buradan Türkiye’ye göç eden Müslüman Çerkez kızlarını eş almağa başladılar. Bunlara da “Kadın Efendi” unvanı verildi.” demektedir.
M.Çağatay Uluçay, 1971’de Türk Tarih Kurumu tarafından yayımlanan “Harem” isimli eserinin 39-40 sayfalarında:
—“Osmanlı Hükümdarları, ilk zamanlarda, bulundukları yerin şöhretli kişileri, Anadolu Beylerinin, Bizans İmparatorlarının, Sırp ve Bulgar Krallarının kızlarıyla evlendiler. Bu evlenmeler, Hissi olmaktan çok siyasi idi. Osmanlı Devleti, akrabalık yoluyla kuvvetlenmeye veya karşısındakinden miras isteyerek topraklarını ele geçirmek amacını güdüyordu. İsfendiyaroğulları’ndan kız alarak Trabzon Rum İmparatorluğu’na ve Akkoyunlu Devleti’ne, Germiyanoğulları’ndan kız alarak Karamanoğulları’na, Dulkadıroğulları’ndan kız alarak Memluklar’a karşı dost, akraba bir beylik araya perde olarak konmuş oluyordu. Bulgar ve Sırp Kralları ile yine siyasi sebepler yüzünden akrabalıklar kurulmuştu. Bununla beraber, cariyelerle de evlenmeye devam ediliyordu.
Burada yalnız bir nokta dikkati çekiyor; Padişahların Bizans İmparatoru, Sırp ve Bulgar Kralları ailesinden aldıkları prenseslerin adlarını değiştirmedikleri olduğu gibi bırakmış olduklarıdır: Tamara (Mara), Teodora, Aspurça, Despina (Maria – Olivera) Mara gibi…
Bu evlenmelerin, Bizans İmparatorluğunun yıkılmasına kadar devam ettiğinin görüyoruz. Osmanlı hareminde devşirme sistemi, Fatih Sultan Mehmet ile başlamış, hanedanın yıkılmasına kadar, padişahların cariyelerle evlenme usulü devam etmiştir. Padişahların, bu sistemdeki evlenmelerinde, şeriatın hükümlerine uyularak nikâh yapılmamıştır. Esasen buna gerek de yoktu. Çünkü şeriat hükümlerine göre, cariye padişahın malı idi, ona istediği gibi tasarruf edebilirdi.”
Osmanlılar da ilk zamanlarda, tıpkı Selçuklularda olduğu gibi kadınlarına ve kızlarına “Hatun” diyorlardı. Genellikle bu terim XVI. Yüzyıla dek kullanıldı ve bundan sonra “Kadın” ve “Kadın Efendi” terimleri kullanıldı. Osmanlı tarihinde Sultan adı ile anılan ilk kadın Yavuz’un karısı, Kanuni’nin annesi Hafsa Sultan’dır. Bu tarihten sonra, yalnız padişah annelerine “Sultan” denilmiştir. Kimilerinin sandığı gibi, erkek doğuran Kadın Efendilere Sultan adı verilmemiştir. Bunun istisnaları da olduğu görülmektedir. Kimi padişah anneleri, oğullarının hükümdarlığından önce ölmüşler, Kadın Efendi diye anılmışlardır. Fakat oğlu padişah olunca isimleri derhal Sultan’a çevrilmiştir. Ancak analıklar için Sultan terimi kullanılmamıştır. Son Sultan Kadın Efendi, Abdülaziz’in annesi Pertevniyal Valide Sultan’dır.Osmanlı hareminin en yüksek makamı, Valide Sultanlıktır. III. Murad zamanına dek “Mehd-i ulya” denirmiş. III. Murad, saygı ile “Valide Sultan” demiş, bundan sora da hep öyle denilmiştir.
İlk Osmanlı padişahlarının kızlarına tıpkı Anadolu Selçuklularında olduğu gibi “Hatun” denilirken, Fatih’ten sonra “Sultan” denildi. Yine bu zamanda bazı sultanların adları bilinmemekte, onun yerine “Devlet Hatun” gibi terimler kullanılmaktadır. Osmanlı padişahlarının kızlarına daha çok Arapça isimler veriliyordu. Ayrıca Farsça isimler verildiği de görülmektedir. Şehzadelerde “Sultan”, ismin önüne geldiği (konulduğu) halde, kızlarda isimden sonra gelirdi. Eğer bir sultan küçük yaşta ölürse, ondan sonra doğan kız çocuğa da aynı ismin verildiği görülmektedir. Hatta birçok padişahlarbunda ısrar etmişler, birkaç kızlarına aynı ismi vermişlerdir. Bu geleneğin, tarihin cereyan edişine göre III. Ahmed ile başladığı anlaşılmaktadır.
37 Osmanlı padişahının (Halife II. Abdülmecid de dâhil) toplam olarak 265’i erkek, 245’i kız olmak üzere 510 çocukları olmuştur. Bu çocuklardan, henüz 22 yaşında iken babası II. Murat’ın tahtına oturan, 1451’den 1481’de ölümüne kadar otuz yıl boyunca tahtı elinde tutan ve 29 Mayıs 1453 günü İstanbul’u fethettiği için, “Fatih” unvanı ile tanınan yedinci hükümdar II. Mehmet’tir.
Ahmet Rasim’in kaleminden çıkmış, Osmanlı Tarihi adlı eserin I. cildinde, Osmanlı İmparatorluğu’nun yedinci hükümdarı II. Mehmet’in annesi için “Sırp Prensesi Maria” yazılıdır. Sosyal bilimler alanında dünyada sayılı 2000 bilim adamı arasında gösterilen Halil İnalcık’ın Türkiye İş Bankası Yayınları tarafından 2005’te yayımlanan eseri “Tarihçilerin Kutbu” s.459’da ise: “Fatih’in annesinin cariyeye ve Hıristiyan olduğunu” yazmaktadır.
Yazımın hemen başında, Padişahların Bizans İmparatoru, Sırp ve Bulgar Kralları ailesinden aldıkları prenseslerin adlarını değiştirmedikleri olduğu gibi bırakmış olduklarına dikkati çekmiş, yapılan bu evliliklerin, Bizans İmparatorluğunun yıkılmasına kadar devam ettiğini, Osmanlı hareminde devşirme sisteminin, Fatih Sultan Mehmet ile başlayıp, hanedanın yıkılmasına kadar, padişahların cariyelerle evlenme usulü devam ettiğini ve bu sistemdeki evlenmelerde, şeriatın hükümlerine uyularak nikâh yapılmadığını da eklemiştim.
Bu durumda, Osmanlı İmparatorluğunun 7. Hükümdarı II. Mehmet (Fatih) ile babası II. Murad’ın bilinen künyesine bir göz atmanın faydalı olacağını düşünüyorum.
6. Osmanlı padişahı sultan ıı. Murad ;
Unvanı: ”Muradi, Koca Murad Gazi, Hüdavendigar, Gıyâseddin, Ebu’l – Hayrat (Muazzam eserleri dolayısıyla).”
Doğum tarihi ve yeri: “807/Haziran 1404, Amasya”
Ölüm tarihi ve yeri: “855/3 Şubat 1451, Edirne”
Ölüm sebebi: “Beyin Kanaması.”
Tahta çıkışı: “824 / 25 Haziran 1421/848/1444 (ilk çıkış), 850/ Ağustos 1446 – 855 / 18 Şubat 1451 (ikinci çıkış)”
Tahtan inişi: “855 / 18 Şubat 1451”
Babası: “Mehmet I. (Çelebi)”
Annesi: ”Amasya âyanından Divitdar Ahmet Paşa’nın kızı Şehzâde Hatun”
Eşleri:“Mara (Sırp Despotunun kızı), Hüma, Hadice (Halime), Hundi.”
Oğulları: “Mehmet II. (Fatih) (1432 – 1481), Alâeddin Ali (1425 – 1443), Ahmed (Büyük), İsfendiyar, Hasan, Orhan (Bu son şehzade, 1432’den sonra doğmuş, 1450’den önce ölmüşlerdir.), Ahmet (Küçük) (1450 – 1451)”
Kızları:“Hadice (1425 ‘?’ – ?), Fatma (1430 ‘?’ – ?), Şehzade (1440 ‘?’ – 21.X.1480)”
7. Osmanlı Padişahı sultan ıı. Mehmet;
Unvanı:”Fatih, Ebü’l – Feth, Gazi Hünkâr, Fatihince ruhlu bir şairdi. “Avni” mahlasıyla şiirler yazmıştır.”
Doğum tarihi ve yeri:“836 / 30 Mart 1432 Edirne”
Ölüm tarihi ve yeri:“4 Rebiülevvel 886 / 3 Mayıs 1481, Maltepe / Gebze”
Ölüm sebebi: “Diyabet (Şeker)”
Tahta çıkışı: “848 / 1444 Ağustos – 850 / 1446 Ağustos, (ilk çıkış), 16 Muharrem 855 / 18 Şubat 1451 – 886 / 1481, (ikinci çıkış)”
Tahtan inişi: “886/3 Mayıs 1481”
Babası: “Murad II.”
Annesi:“Hüma Hatun”
Eşleri:“Gülbahar (öl. 1492), Gülşah (öl. 1474), İrene (öl. 1453), Çiçek (öl. 1498), Siti Mükrime (öl. 1467), Anna (öl. 1470) (Eğriboz valisinin kızı), Anna (Trabzon – Rum İmparatorluğundan), Tamara (doğ. 1441), Helen (1442 – 1470), Akide, Esmahan, Maria ve ismi saptanmayan 5 tane daha.”
Oğulları:“Bayezid II. (1447 – 1512), Cem (1459 – 1495), Mustafa (1450 – 1474) (Ortaçağ’da doğan son Osmanoğlu), Nureddin”
Kızları: “Gevherhan(1458 – ? ) (Yeniçağ’da doğan ilk Osmanoğlu), Ayşe”
Johann Wilhelm Zinkeisen, “Osmanlı İmparatorluğu Tarihi” isimli eserin I. cilt, sayfa 593 ‘te:
—“II. Mehmet, babasının tahtına 22 yaşında bir genç olarak, kalbinde hükümdarlığın cazibesini iki kez boşuna tatmasını sağlayan kıskanç bir kadere duyduğu öfkeyle çıktı. Karakteri bu yüzden karanlık ve içine kapalı bir yana sahip oldu ve ruhunun derinlerinde taşıdığı nefret, babasının en sadık hizmetkârlarını, genç tahtının en önemli dayanaklarını bile kaprisleri karşısında titretti. Yeni efendisinin öfkesinden en fazla korkan Veziriazam Çandarlı Halil Paşa’ydı, zira onun çabaları sayesinde II. Murat iki kez Manisa’daki gönüllü sürgününden yönetimin ve askeri kuvvetlerinin başına dönmüştü. Bu yüzden II. Mehmet Edirne’ye geldikten bir gün sonra bütün saray ve devlet ricalinin önünde biatları kabul ederken, tahtın basamaklarına tereddütle yaklaştı. Ancak hükmetmek için doğan II. Mehmet, her şeyden önce kendine hâkim olmayı bildiğinden ve acele kararlar vermek istemediğinden, Çandarlı Halil Paşa’nın elini öpmesine izin verdi ve babasının diğer kulları gibi, onunda makamında kalmasını onayladı.
Babasının ilk hükümdarlık yıllarında huzursuzluklarından ders alan II. Mehmet, kendi aile üyelerine daha sert davrandı. Daha çok küçük yaşta hayatta olan tek kardeşi Ahmet, ertesi gün II. Mehmet’in emri üzerine boğduruldu ve II. Murat’ın na’şıyla birlikte törenlerle defnedilmek üzere Bursa’ya gönderildi.
Küçük Ahmet’in Sinop hâkimi İsfendiyar Bey’in kızı olan annesi saraydan çıkarıldı ve daha sonra Anadolu beylerbeyi olan İshak Paşa’yla zorla evlendirildi. II. Murat’ın henüz hayatta olan ikinci eşi, Sırp Despotu Georg’un kızı (Mara) da aynı akıbete uğradı.
Ancak olacakları önceden tahmin eden ve bu yüzden II. Murat’ın ölüm haberi üzerine, taziyelerini bildirerek, kızını geri istemek üzere Edirne’ye derhal bir elçi heyeti gönderen despotun intikam alabileceğine duyduğu korku, Despot Georg’un,Hunyadi’yle kolayca barışılabileceği ve yeniden Osmanlı İmparatorluğu’na akın etmeye ikna edebileceği de düşünülünce, II. Mehmet’i daha da sindiriyordu.
Bu yüzden despotun isteğine uygun olarak sadece “üvey annesini onurlu bir biçimde göndermeyi kabul etmekle kalmayıp, hediyelere boğarak görkemli bir maiyetle kendisine belirli bir ikamet yeri ve padişahın hazinesinden götürülmesini sağladı.” Bu fırsatta Sırbistan ve Osmanlı Devleti arasında mevcut barış ve dostluk antlaşması yenilendiğini” yazmaktadır.
Prof. Dr. A. Süheyl Ünver, Cumhuriyet gazetesi 16 Ekim 1943, s.2’de yayımlanan makalesinde:
“Fatih’i doğuran kadın (Huma Hatun) diye meşhurdur; Ahmet Rasim, tarihinde Sırp Prensesi Mara’yı annesi olarak sayarsa da yanlıştır!”
“Fatih’in doğduğu seneyi ve hatta ayı ve günü birbirinden farklı yazıyorlarsa da doğduğu yeri çok defa araştırmaya alışık olmadıklarından yazmıyorlar. Başvurduğumuz kaynakların bunu göstermemesi bizi bir takım tahminlere sevk etti. Bizde bu hususta ilk tahmini yürüten yirmi beş sene Edirne’de oturup oradaki Tunca Sarayı ve şehir hakkında bugün Türk Tarih Kurumu kütüphanesine mal edilen eserleri hazırlayan Dr. Rıfat Osman merhum da Fatih’in Edirne’de o beldeyi alan I. Murat’ın sarayında doğduğunu mehazını bilmeyerek zikrediyor. Dr. Rıfat Osman’ı bu tahmine yürüten kaynağı öğrenemedik. Fatih’i doğuran kadın (Huma Hatun) diye meşhurdur; Ahmet Rasim, tarihinde Sırp Prensesi Mara’yı annesi olarak sayarsa da yanlıştır!
Huma Hatun, Bursa’da Muradiye camii yanında isabetli bir kararla müzece istimlak edilen bahçedeki hususi kitabeli ve zarif bir türbede yatmaktadır. Halk buraya (Hatuniye Türbesi) demektedir.
Prof. Dr. A. Süheyl Ünver, makalesinde bu türbeyi ziyaret ettiğini ve kitabesinin mühim ve camiden 100 metre ilerde olduğunu belirterek;
Fatih, annesinin Bursa’da metfun olması dolayısıyla Bursa’da doğduğu tahmininde bulunanlar da işitilmiştir. Fatih’in Bursa’da doğduğuna dair ufak bir emare ve rivayete dahi şimdiye kadar rastlamadık, lakin biz Edirne’de doğması üzerinde çok durduk. Zira II. Murat zamanında Edirne Payitaht idi ve Rumeli fütuhatıyla meşgul olan Padişah da sık sık orada idi. Son günlerde Sayın Esad Fuat Tugay’ın kütüphanesinde (Tevarihi âli Osman) adı altında şimdiye kadar gördüğümüz kaynaklara benzemeyen lakin onlardan toplanarak yapılan bir tarihe rastladık ve tetkik için lütfettiler. Onda şu kayıt vardı;
(Murat Han, yine gelip Edirne’de karar edip oturdu, (bu) hicretin sekiz yüz otuz iki yılında vaki oldu, ondan sonra Sultan Murad Han sefer etmeyip Edirne’de oturdu ve o yıl içinde Sultan Mehmedvücude geldi. (bu) hicretin sekiz yüz otuz dört yılında vaki oldu…).
Bu satırlar bize Fatih’in doğduğu seneye tekaddüm eden zamanlarda babasının Edirne’de iki sene kadar oturduğunu öğretiyor. Fatih’in 834 (1430) ‘da dünyaya geldiğini söylüyorsa da yerini bildirmiyor. Tarihler Fatih’in doğuşunu ekseriya 833 (1429) senesi 626 Recep arasında gösterirler(3).
Tarihlerimiz doğum yerini bildirmez ve doğuş senelerini de farklı kaydederken hatıramıza Fatih’in talihli zayiçelerle tespit olunmuştur diye birtakım rivayetler kulağımıza geldi. Filhakika yalnız Fatih’in değil birçok padişahların ve devlet ricalinin ve birçok zatların talihi ilmi nü cum esasına dayanarak bulunmuştur. Fatih’e dair bu zayice misallerle teeyyüt edince araştırmalar başladık.
Süleymaniye Kütüphane ’sinde Esad Efendi kısmında No. 1997 de kayıtlı münhasıran Fatih’in doğumuyla yaşadığı senelerin zayiçesini bildiren müstakil bir esere rastladık. Eserin ismi (Talihi MevludEbülfetih Sultan Mehmet Han) ‘dır. Elimize geçen bu nüsha Farsçadır ve İstanbul’da 885 (1480) de yani Fatih’in vefatından bir sene evvel Hataylı müneccim Ceylânihattıyle yazılmıştır. Baş tarafta talihi okunan Fatih’in 835 (1432) senesi recep ayının 26 sındasebt (cumartesi) gecesi olduğu kaydedildikten sonra sıra Fatih’in doğduğu yere geliyor. Burası da altıncı iklimin en güzel buka (kıt’a) larından biri olan Beldeyi Tayyibeyidarüssaltanatı (Edirne) dir. Bu kayda göre Fatih’in artık Edirne’de doğduğunu şüphesiz görüyoruz.
Üstad Fatin Gökmen’de, Rasathane Kütüphanesi’nde (No.204 / H.49)’da kayıtlı Müneccim Ankaralı Sadullah Efendi mecmuasında, Fatih’in (Taliii velâdeti Fatih Sultan Mehmed Han) ı yani doğum zayiçesini buluyor. Bize onu göstermek ve vermek lütfunda bulundular. Onun üzerimde ayrıca tetkiklerimize devam edeceğiz. Bu zayice de bize Fatih’in Edirne’de 835 (1432) senesi recebinin yirmi yedinci şenbenin gecesinde seher vaktinde saat sekizi dört dakika geçe geçe olduğunu yazıyor ve doğumu anındaki burçların vaziyetine göre talihini de bir şema ile gösteriyor. Bu kaydın da doğuş yerinin Edirne’de ve aynı senenin aynı ayında ve yalnız bir gün farkla göstermesi ve vakanın tarihlere rağmen doğruluğuna şüphe bırakmıyor.
Eğer bu kayıtlar da yanlış ise Fatih için bu kadar emek çekerek ve bütün nücum esaslarına dayanarak yazılan bu zayiçelerin esas tarihleri de doğru değildir. Bir defa nü cum esaslarıyla böyle hükümler çıkarmak için, sene-ay-gün ve saatiyle doğduğu yeri de bilmek icap eder. Oraya göre bir hadisenin vukuu zamanındaki EcramıSemaviyenin vaziyetlerine ehemmiyet verilmiştir. Bunu bulmak için bilhassa doğduğu tarih de doğru olarak tespit edilmiş bulunmalıdır. Onu burada münakaşa etmiyorum. Lakin bu satırlar bize Fatih’in Edirne’de doğmasında şüphe bırakmıyor.
Her yaşadığı senenin ve talihine bakılan bu büyük hükümdarın istediği neticeleri veren seferleriyle ve diğer muvaffakiyetleriyle karşılaştırılırsa bu gibi zayiçelerin zamanlarında ne derece ehemmiyetli tuttukları anlaşılır. Fatih’in hayatı talihi hakkında Esad Efendi Kütüphanesindeki eser 885 (1480) senesinde yazılmakla beraber 886 (1481) senesinin yani Fatih’in öldüğü seneye ait de bazı hükümleri havidir. Hele bu sene de mühim bir hükmün yanına Türkçe olarak başka bir zamanda ve başka bier kalemle şu satırlar yazılmıştır:
—“Sahibi tali’i hümayun bu tahvilde sefer kastiyle İslamboldan hareket ve Gebze nam mahalde hasta olup anda merhum olmuştur. Nitekim Tevarihşinasana malumdur.”
Bu tali’imevlud eseri ve diğer nücumamüstenid eserlerde Fatih’in zayiçesi üzerinde çalışmalarımıza devam ediyoruz. Tarihlerimizde bulamadığımız en önemli bir noktayı bu eserde buluyor ve bahsi daha etraflı araştırırken bu ilk bulguyu da ortaya koyuyoruz.
Bu münasebetle şu mütalaayı da ilave etmeği faydalı buluyorum. Kütüphanelerimizde bulunan tarih kitaplarını resmen teşekkül eden bir komisyon tasnif ile neticelere varılmıştır. Biz de bu tarih tasnifine girmesi icap eden eserler meyanında Münşaat mecmuaları, divanlar, fetva mecmuaları ve bu kabil zayiçelerden bahis kitaplar da vardır. İşte bakmak hatıra gelmeyen ve hiç umulmayan bu iki eserde tarihlerimizin birbirinden farklı bildirildiği noktanın doğrusunu buluyoruz.
O halde bulduğumuzu hulasa edelim:
Fatih, Edirne’de orayı alan I. Murat’ın yaptırdığı, Yıldırım Beyazıd, Çelebi Sultan Mehmet ve babası II. Murat’ın bir takım dairelerle ve kasırlarla genişlettikleri Eski Saray’da 26 – 27 Recep 835 (1432) Cuma – Cumartesi gecesi seher vaktinde saat sekizi dört gece doğmuştur.”
“II. Mehmet, 1430 yılında Edirne’de Huma Hatun’dan mı doğmuştur? Sorusunun yanıtına, Münih Üniversitesi Profesörlerinden, Fransız Babinger, Paris 1954, Mohamet II Le conguêrant et son temps, s. 21’de:
(…)”Huma Hatun hakkında hiçbir yerde doyurucu bilgi bulunmadığını kaydettikten sonra onun “Stella” isimli bir İtalyan Prensesi olduğuna dair ispatlanmamış bir rivayet bulunduğunu,” yazmıştır.
Prof. Dr. Haydar Baş, İcmal Yayıncılık tarafından Kasım – 2017’de yayımlanan eseri “Hoş Geldin Atatürk” s.881…884’de;
“Osmanlı Padişahları İle Bir Kıyas” manşeti altında şunları kaydedermiştir:
—“Türkiye’de taşları yerinden oynatan Atatürk açılımımızın belki de en büyük faydası; haklıya hakkını teslim etmek olacaktır.Ehl-i Beyt soyunda gelen büyük bir zâtı sırf Anadolu coğrafyasındaki emelleri uğruna seviyesizce karalamak ve bu yalanlara nesilleri ikna etmek çok büyük bir plan ama cumhuriyet tarihi boyunca tuttu.Aynı cumhuriyet tarihi boyunca başka yalanlar da yutturuldu milletimize…
Osmanlı’nın küllerinden doğan genç cumhuriyet yıllarında hep büyük Osmanlı’yı, cennet mekân padişahları dinledik.İşin gerçeği ise maalesef bambaşka…
Mesela İstanbul’u fethettiği için hakkında hadisler uydurulan ve ismi anılacağı zaman “cennet mekân Fatih” denilerek övülen Fatih Sultan Mehmet’i ele alalım.
Atatürk, soyu sopu belli olmayan bir dinsiz diye anlatılırken, 2. Mehmet, İslam savunucusu yapılmıştı.
Mustafa Kemal için “anası babası belli değildir” denildiğinde; 2. Mehmet, İslam terbiyesinde yetişmiş mübarek bir ailenin şehzadesi idi.
Bakınız Fatih hakkında neler yazılmış:
“Fatih’in, Patrik Gennadiros’tan İncil’in yirmi bölümünün çevirisini yaptırdıktan sonra İslamiyet’ten şüphe duymaya ve içinde Hristiyan dinine yönelik bir eğilim başladığı söylentilerinin yaygınlığı dikkat çekmektedir.Buna göre Fatih’in Hıristiyan annesi, o daha çocukken bu ilginin tohumlarını attığı, Sultan’ın PaterNoster’i ezbere okuyabildiği, hatta gizlice İslam’ı reddedip Hristiyanlığa geçmiş olduğu söylenmekteydi. Bu iddiaların Venedikli diplomatların yer alması da dikkate değer bir durumdur. (Franz Barbinger, Fatih Sultan Mehmet ve Zamanı, Oğlak Yayınları, İstanbul, 2008, s.86.)”
Ünlü tarihçi Gibbons, Fatih Kanunnamesinde, “kuvvetli Bizans ve mutedil Türk tesiri” olduğunu, olduğunu, Osmanlılar üzerinde Arap tesiri başlayıncaya kadar hukuk sahasında Bizans örf kanunlarının hüküm sürdüğünü belirtmektedir. Gibbons, daha İstanbul’un fethinden önce Bizans tesirinin başladığı kanaatindedir. (Herbart Adams Gibbons, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu, İnkılap Yayınları, İstanbul, 2008, s.56.)”
İktisat tarihçisi Ömer Lütfi Barkan şu önemli tarihi tespiti yapar:
“Bizanslı Rumlar ve diğer Balkan milletleri sadece isim ve din değiştirerek tarih sahnesine yeni ırk ve millet ve üzerine yeni görevler almış olarak çıktılar. İslami bir renk ve cila altında eski Bizans’ı ihya ettirdiler. (Ömer Lütfi Barkan, “Bir İskân ve Koloni asyön Metodu olarak Sürgünler “İktisat Fakültesi Mecmuası, 1949 – 1950, Uysal Yayınevi, Ankara, s.525.)”
“2. Mehmet’in yani Fatih’in tarihçisi Bizanslı Kritovulos, Sultan’ın Rum danışmanları ThomasiosKatobolenos, Kyrites; 2. Mehmet tarafından atanan Patrik Gennadios, Bizans’ın devrik hanedanının üyeleri olan çeşitli Palaiologoslar, Osmanlı devlet üyeliğine katıldılar.(…) Kâtipler arasında İtalya’ya kaçmadan önce Rumi Murat adını alan Harmanios ya da filozof Amirutzes’in öz oğulları Aleksandros – İskender ve Basil – Mehmet Amirutsez anılabilir. (MichelBelivet, Ortaçağ’da Türkler, çev: Ela Güntekin, İnkılap Yayınları, İstanbul, 2005, s.181 – 182.)”
“Fatih İstanbul’un fethinden sonra kendisini Doğu Roma İmparatoru sıfatını benimsemiş, imparatorluğu (Bizans’ı) eski sınırlarında kurmak için seferlerini ve davranışlarını buna göre ayarlamıştır. (Halil İnalcık, Osmanlı Tarihi Üzerine Kamuoyunu İlgilendiren Bazı Sorular, Doğu – Batı Makaleler – I. İnkılap Yayınları, İstanbul, 2005, s.182)”
“Din değiştirmiş bir baş vezir, Hıristiyan kalmış annesi, Hıristiyan kalmış kardeşi ile ilişkiler, Fatih’in etrafında din değiştirmeye bile gerek duymadan ona danışmanlık yapanları öğrendikçe Türk tarihçilerin üstünü örtmeye çalıştıkları gerçekler ortaya çıkmaktadır. (İsmail Tokalak, Bizans Osmanlı Sentezi: Bizans Kültür Kurumlarının Osmanlı Üzerindeki Etkisi, Gülerboy Yayınevi, İstanbul, 2006, s.241.)”
Osmanlı padişahlarından Osman ve Orhan Bey’in dışındaki tüm sultanların anneleri Hıristiyan’dır.Diğer padişahların hanımları da Hıristiyan’dır.Bunların mekânı cennet; soyu Şems-i Tebrizi’ye dayanan Zübeyde Hanım’dan ve soyu İmam Rıza’dan gelen Ali Rıza Efendi’nin oğulları Mustafa Kemal kâfir, öyle mi?Allah bu millete iz’an ve iman nasip eylesin.”
Atatürk, Milli Mücadeleyi tanımlarken:
-…”Sevgili yurttaşlarım!.. Hepinizi sevgiyle selamlıyorum. Rahmetli annemle ilgili ve doğrudan şahsımla ilgili utanmazca yalanların üstünde durmayacağım. Bunlara cevap vermeyi milletimin çocuklarına bırakıyorum…”demişti.