Şu fotoğraftaki muhteşem dengeye, tasarıma ve sanata bakın.. Sizce gezegenimizin, her şeyi düşünebildiklerini düşünen bir takım “mühendislerin” müdahalesine ihtiyacı var mı? Hiç oldu mu? Yoksa Tanrı’nın bu muhteşem tasarımına, kaotik farkındalığın ustalık eserine müdahale edebileceklerine inanacak kadar küstah olabilen bazı “bilim insanlarının” bu gayretleri suç mu sayılmalı? Hatta belki de tecavüz..!
Ülkemiz için yepyeni, Dünya’da ise yıllardır tartışılan bir konuya girmek istiyorum: Dünya’da “Chemtrails -Geo engineering” olarak bilinen, Jeo mühendislik veya iklim mühendisliği olarak tercüme edebileceğimiz yeni bir terim çıkıyor pek çok yerde karşımıza. Konuyu dört yıldır araştırmış, Dünya çapında öncü araştırmacılarından bizzat dinlemiş bir kardeşinizim. Fazla şüpheci, fazla materyalist veya akademik söylemin dışına çıkamayan arkadaşları baştan uyarayım: Ben de “dur şunu bir çürüteyim” diye çıkmıştım yola.. Vardığım noktada ise yakayı biraz gevşetip “adamlar haklıymış” demekten kendimi alıkoyamadım.
Siz, siz olun, sabit fikirli olmayın. Size çok saçma gelebilecek bir iddia ile ortaya çıkan insanların bile bir mantık sahibi olduklarını, şüphelenmeye yeterli ipucu ve iddia etmeye yeterli kanıtları olmadan böyle teorileri dillendirmeye cesaret etmeyeceklerini unutmayın. Teoriler arasında, bir noktada, bir tercih yaptığımız doğrudur fakat biz bu tercihi daima mutluluk ve hayır yönünde kullanıyoruz elbette.
Gökyüzündeki değişikliğin farkında mıyız ? Gök mavisi nasıl bir renktir?
Orta yaş üzeri insanlara soralım, çocukluklarından hatırladıkları gök mavisi ile bugün gördüğümüz gök mavisi aynı mı? 1990’lar sonrası gökyüzümüzün renginin giderek “beyazımsı bir bulanıklık” halini aldığının farkında mıyız? Yağmur sularımız ne kadar temiz? Birileri bütün Dünya’ya bir şeyler püskürtüyor olsaydı bunun kanıtlarını yağmur sularında bulabilirdik öyle değil mi?
İklim olaylarını manipüle etmek için bazı teknolojiler geliştirildi mi? Bu teknolojilerin temelinde, gökyüzüne birtakım metallerin püskürtülmesi mi yatıyor? HAARP benzeri sistemlerin kabiliyetleri nelerdir? Bu yöntemler deneniyor mu, kullanılıyor mu? Gökyüzüne bir şey mi püskürtülüyor? Cevabını arayacağımız soruların birkaçı bunlar.
Yukarıdaki fotoğrafı iki yıl kadar önce ben çektim, neredeyse her gün görmeye alıştığımız, sıradan bir görüntü aslında. Peki ne kadar doğal?
Peki ya gök mavisi? Gök mavisi nasıl bir renktir? Orta yaş üzeri insanlara soralım, çocukluklarından hatırladıkları gök mavisi ile bugün gördüğümüz gök mavisi aynı mı?
Uçaklar zengin bir hidrokarbon olan Kerosen yakıtı yakarlar, bu yakıtın yanması sonucu karbondioksit ve su buharı açığa çıkar.
2 C12H26(l) + 37 O2(g) → 24 CO2(g) + 26 H2O(g); ∆H˚ = -7513 kJ
Amerikan Ulusal Okyanus ve Atmosferik Yönetim Ajansı NOAA’nın tanımlamasına göre, 1400 oC de gerçekleşen bu yanmanın yaklaşık 900 oC sıcaklıkta açığa çıkan ekzoz gazları, ortam sıcaklığının -30 oC veya daha soğuk olması ve rölatif nemin %70 veya daha yüksek olması durumunda yoğunlaşarak yoğunlaşma izi (condensation trail – contrail) denilen izlerin oluşmasına sebep olur. Tıpkı çok soğuk bir günde kendi nefesimizi görebilmemiz gibi.
Şimdi soğuk bir kış günü sokakta yürüdüğünüzü hayal edin. Geriye dönüp baktığınızda saatler boyunca yürüdüğünüz yolda kilometrelerce uzunlukta bıraktığınız nefesi gördüğünüz oldu mu? Mümkün değil, çünkü bu yoğunlaşma izi bir iki saniye içinde yok olur. Havacılıkta da bu böyledir, bir uçağın bıraktığı yoğunlaşma izleri, tecrübeli uçuş eğitmeni Jeff Nelson’ın söylediği üzere, uçağın boyunun 30-40 katı kadar uzar ve birkaç saniye veya en geç bir dakika içinde yok olup gider. Yani en azından geçmişte böyleydi. Günümüzde bir şeylerin değiştiği açık.
Soru: Su buharının havada en fazla ne kadar süre görünür kaldığına gözlerinizle şahit oldunuz?
2 saniye mi? 5 saniye mi?
Havada 7-8 saat görünür kalabilen su buharını benzer koşullarda laboratuvarda gözlemleyebilir miyiz? Mümkün değildir. Geçmişte bir dakika içinde dağılan yoğunlaşma izlerinin son 30-35 yıldır havada görünür kalmaları ve hatta iklim değişikliğine sebep olmaları normal bir durum değildir. İklim bilimciler, sivil havacılığa ait jet izlerinin, yapay bir bulutlanmaya sebep olduğu ve Dünya’nın aldığı Güneş ışığı miktarını düşürdüğünde hemfikirler. Hemfikir olunamayan konu şu:
Bu durum bir “tesadüf” mü yoksa “kasıtlı” olarak mı yapılıyor?
Marvin Herndon, Jasper Kirkby, Rosalind Peterson gibi bilim insanları bu durumun normal olmadığı görüşünde. Bu izlerin, gizlice yürütülen bir iklim mühendisliği faaliyeti olduğunu düşünen çok sayıda araştırmacı mevcut. Nükleer kimyager Prof. Marvin Herndon’un bu konuda yayınladığı iki makale mevcut. İngilizce bilenler 2 dakika sürecek bir internet araması ile bu makaleleri bulabilirler.
Peki bu durumun gizli ve kasıtlı yürütülmesi mümkün mü? Birileri uçak yakıtlarına bir şeyler katarak bu izlerin görünür kalmalarını mı sağlıyor? Peki, neden?
80’li yıllardan bu yana bu izlerin havada saatlerce görünür kalmaları, yayılıp genişleyip Sirrus bulutlarını oluşturmaları pek çok insanın dikkatinden kaçmıyor. NASA, NOAA, IPCC gibi kurumlar bu izlerin karbondioksit ve su buharı olduğunu söylemeye devam ediyorlar. Fakat bir yandan da uçak yakıtına alüminyum ve birtakım maddelerin katılması yoluyla bu jet izlerinin görünür kalma sürelerini uzatmak ve yapay Sirrus bulutları oluşturmak gibi yöntemlere ait patentler dolaşıyor internette. US 5003186 A Welsbach Stratosferik Bulut Tohumlama Patenti gibi. Bu patent, alüminyum kullanılarak küresel ısınmaya karşı yapay bulutlar oluşturma amaçlı alınmış bir patent. Bunun gibi yüzlerce patent mevcut.
İşin garibi ise Dünya’nın her yanından, giderek artan sayıda yağmur suyu analizinin, yüksek miktarlardaki alüminyum varlığını kanıtlaması. Yağmur suyundaki alüminyum, tarıma, insan sağlığına ve canlılığa zarar veriyor ve giderek artan sayıda aktivist, bu duruma metalize edilmiş jet yakıtlarının sebep olduğunu düşünüyor.
Konu tüm dünyada “Chemtrail” komplo teorisi olarak duyulmuş olsa da iklim bilimcilerin küresel ısınmaya karşı dünyaya önerdikleri Stratosferik Partikül Enjeksiyonu, Güneş Işınımını Yönetme Programı gibi “Geoengineering – iklim mühendisliği” yöntemleri, iddialar ile ciddi benzerlikler taşıyor ve Chemtrail iddialarının çok da “komplo teorisi” olmadığını gösterir nitelikte.
Peki nedir Geoengineering – İklim mühendisliği ?
Günümüzde bir grup iklim bilimcinin, küresel ısınmaya karşı bir önlem ya da en azından fosil yakıtlardan, yenilenebilir ve sürdürülebilir farklı alternatif enerji kaynaklarına geçiş sürecinde insanlığa zaman kazandırabilecek bir fikir olarak “önerdikleri” bir uygulamadır. İklim bilimcilerin Stratosferik Aerosol Enjeksiyonu (SAI) veya Güneş Işınımını Yönetme Programı (SRM) olarak adlandırdıkları uygulamalardır. İklim bilimciler bu tür programların bir “öneri” olduğunu, günümüzde uygulanmadıklarını iddia ederler.
29 Haziran 2016’da gerçekleşen Concil on Foreign Relations (CFR) toplantısında konuşan CIA başkanı John Owen Brennan, İklim mühendisliği fikrini, küresel iklim değişikliğinin etkilerine karşı ciddi bir uygulama potansiyeline sahip bir teknoloji olabileceğini, özellikle Stratosferik Aerosol Enjeksiyonu konusunun kendisinin de kişisel ilgisini çektiğini söylüyor ve insanlık tarihi boyunca volkanik püskürmelerin atmosfer üzerindeki etkisini taklit edecek bir uygulama olarak, stratosfere yansıtıcı partiküller yerleştirilmesiyle küresel ısı yükselişinin önüne geçilebileceğini, üstelik bu sürecin oldukça düşük maliyetli ve uygulanabilir olduğunu anlatıyor.
İklim modifikasyonu ve bulut tohumlamayla ilgili pek çok patent bulunmaktadır.
1920’lerden başlamak üzere ve günümüze kadar pek çok iklim modifikasyonu yöntemi, cihazı veya aerosol formülleri patentlenmiştir. http://www.geoengineeringwatch.org/an-extensive-list-ofpatents/ adresinde 150’ye yakın patent listelenmiştir. Bu patentlerden bazıları yansıtıcı partiküller olarak bazı metal oksitlerin veya kimyasal maddelerin kullanımını içermektedir.
İklim Mühendisleri Bizlere Ne Teklif Ediyorlar?
Oxford Üniversitesi, Oxford Matrin School’un gerçekleştirdiği “21. yy’ın Mücadeleleriyle Uğraşmak” sempozyumunda konuşan Prof. David Keith iklim mühendisliği konusunun fikir olarak yeni olmadığını, fakat bu konuda konuşmanın bir tabu olduğunu, bunun sebebinin bu tür programlara karşı duyulan korku olduğunu fakat 2006 yılı itibariyle artık bu tür fikirlerin toplum önünde ve açıkça konuşulabildiğini ve bunun da olumlu bir gelişme olduğunu söylüyor. Peki nedir bu tartışılması istenen fikirler? Fosil yakıtların yakılmasıyla giderek yükselen karbondioksit oranlarının sebep olduğu iddia edilen küresel ısınmanın veya günümüzdeki adıyla söyleyecek olursak “küresel iklim değişikliğinin” etkilerini yavaşlatmak amacıyla, stratosfere yansıtıcı partiküller içeren bir çeşit aerosol salınması !
David Keith bu konuşmasında öncelikli olarak ve sadece sülfürik asitten bahsediyor. Yılda birkaç milyon ton olmak üzere stratosfere püskürtülecek sülfürik asit ile volkanik püskürmelerin doğal olarak yaptıkları şeyi taklit edebileceğimizi, Dünya atmosferinin yansıtıcılığını artırmanın çok kolay ve az maliyetli bir çözüm olduğunu ve bu iş için sivil havacılıkta kullanılan uçakların kullanılabileceğini anlatıyor. Yılda yirmi milyon ton gibi bir miktarda sülfürik asidin, fosil yakıtlar yakmaya devam ederek her yıl dünya atmosferinin daha alt tabakalarına karışmasına sebep olduğumuz sülfürik asidin yalnızca yüzde ikisi kadar bir miktar olduğunu, 2020 gibi bu uygulamaya başlanırsa yaklaşık 50 yıl içinde küresel iklim değişikliğinin etkilerinin sıfıra düşürülebileceğini iddia ediyor. Sadece Amerikan hükumetinin değil İngiltere ve Çin hükumetlerinin de benzer çalışmaları ve uygulamaları olduğunu söylüyor. Ellerinde küresel iklim değişikliği modellemeleri olduğunu, fakat yine de alınacak sonuçların tam olarak öngörülemez olduğunu, kontrollü bir şekilde başlanacak sınırlı deneylerin öğretici olacağını belirtiyor. Devletleri ve firmaları, karbondioksit emisyonlarını azaltmaya ve hatta sıfıra indirmeleri gerektiğine ikna etmenin mümkün olmadığını dolayısıyla iklim mühendisliği ve Güneş Işınımını Yönetme Programı gibi uygulamaların, devletlerin önünde kaçınılmaz bir seçenek olarak bulunduğunu düşündüğünü ifade ediyor ve hatta bu tür programları uygulamanın sebep olacağı birtakım riskler ile, uygulamamanın sebep olacağı “korkunç” sonuçları karşılaştırmamız gerektiğini söylüyor.
Keith bu sunumunda alüminyum oksit önerisinden henüz bahsetmiyor ama kendisinin diğer sunumlarından da biliyoruz ki alüminyum oksidin sülfürik aside oranla 4 kat daha iyi bir yansıtıcı olması ve 16 kat daha az bir yoğunlaşma oranına sahip olması ve dolayısıyla havada daha uzun süre kalabilmesi sebebiyle, alüminyum oksit kullanmanın, sülfürik asit kullanmayla karşılaştırıldığında daha mantıklı olduğunu düşünüyor. Alüminyum oksit ile ilgili çalışmaya yeni yeni başlandığını ve bunun sadece bir fikir olduğunu ayrıca alüminyum oksidin halk sağlığı üzerinde herhangi bir etkisi olabileceğine dair bilimsel bir yayının olmadığını iddia ediyor ki ileride göreceğimiz üzere bu konuda kesinlikle yanılıyor. Alüminyumun insan ve çevre sağlığına, toprağa ve tarıma ve her türlü canlıya verdiği zararlar üzerine pek çok bilimsel yayın bulunmaktadır.
Aynı sunumun devamında izleyici sorularını yanıtlarken, bulut yoğunlaşması taneciği olarak alüminyum kullanımı ile ilgili bir soru gelmesi üzerine David Keith diyor ki “Eğer chemtrail iddialarında dile getirildiği üzere, çok yüksek miktarlarda alüminyumun şu anda Dünya’ya boca edildiğini görüşünü kastediyorsanız, bunun yanlış ve yasa dışı olduğunu biliyorum, şu anda yapılmakta olduğunu düşünmüyorum, fakat yapılıyor olsaydı bu kesinlikle yasa dışı ve yanlış olurdu ve ben de bunu engellemek için elimden geleni yapardım.”
Sirrus Bulutlarının Modifikasyonu
Küresel ısınmayı azaltmaya yönelik olarak, sirrus bulutlarının modifikasyonu, suni olarak tohumlanmaları ve ışık yansıtıcılığının artırılmaları ile ilgili bilimsel yayınların sayısı oldukça fazladır. Bunlardan bazılarına kısaca değinelim. Desert Araştırma Enstitüsü’nün 2009 tarihli bir yayınında potansiyel bulut tohumlama materyalleri olarak gümüş iyodidten daha az maliyetli olması sebebiyle bismut tri-iyodid, potasyum perklorat veya alüminyumdan bahsedilmektedir. Tohumlama materyalinin hedef irtifaya yerleştirilmesi yöntemi olarak iki öneri sunuluyor : “Ticari hava yolları uçaklarının rutin olarak sirrus bulutları irtifasında uçuyor olmalarından dolayı, tohumlama materyali (1) jet yakıtı içinde çözünebilir veya karıştırılabilir, böylece yakıtla beraber yanarak tohumlama aerosollerini oluşturur. (2) veya doğrudan motor egzozunun sıcak gazları içine enjekte edilebilir böylece tohumlama materyali buharlaşır, sonrasında contrail içinde yoğunlaşarak tohumlama materyalini meydana getirmiş olur… Bu türden ulaştırma yöntemleri zaten var olduğu için, bu iklim mühendisliği yaklaşımı, diğer önerilen yaklaşımlara göre çok daha az maliyetli olacaktır.”
Peki sivil havacılığın iklim üzerindeki etkisi tesadüfi midir yoksa bu etki uçak yakıtlarının, alınan patentler doğrultusunda birtakım kimyasallar kullanılarak başkalaştırılması yoluyla, stratosfere suni bulut tohumlama aerosolleri serpilmesinin, planlanmış ve kasıtlı bir sonucu mudur? Amerikan Ulusal Okyanus ve Havacılık Yönetimi Ajansı NOAA sivil havacılık trafiğinin “sehven” (accidental) bir iklim değişikliğine sebep olduğunu iddia etmektedir. İklim mühendisliği karşıtları ise bu iklim değişikliği etkisinin, uzun yıllardan beri uygulanan, istemli ve planlı bir uygulama olduğunu, uçak yakıtlarının metalize edilmesi yoluyla suni bir bulut tohumlama programının yürütüldüğünü ve hatta egzoz emisyonları yoluyla suni bulut tohumlamanın yeterli görülmediği durumlarda ikinci bir tohumlama yöntemi olarak egzoz gazları içine doğrudan bir tohumlama materyali sıvısı enjekte edildiğini savunurlar. Her iki görüşü de kaynaklarıyla beraber irdelemeye çalışalım. NOAA makalesinde Zürih Atmosferik ve İklim Bilimleri Enstitüsü’nden Prof Martin Wild; Dünya yüzeyine gelen Güneş ışığı miktarındaki 1980 ortalarından bu yana meydana gelen yükselişten bahsediyor fakat son yıllarda bir düşüş gerçekleşmekte olduğunu söylüyor. Gökyüzünün koyulaşmasının veya beyazlaşmasının hem küresel iklim değişikliği üzerinde hem de bitki canlılığı, buzul erimeleri, su döngüsü ve Güneş enerjisi sektörü gibi pek çok konuda da etkili olduğunu söylüyor. Yapılan son bilimsel çalışmalar sonucunda yüksek irtifalardaki buz kristallerinin, su buharının ve bazı “diğer emisyonların” küresel iklim değişikliği üzerindeki etkisinden bahsediyor.
İklim mühendisliği uygulamalarının, uçak yakıtı üreticisi şirketlerle ortak bir şekilde gizli olarak yürütüldüğüne dair, eski Ulusal Güvenlik Ajansı – NSA çalışanı, bilgisayar korsanı Edward Snowden’e ait olduğu iddia edilen bir mülakat, iklim mühendisliği karşıtları arasında sıkça paylaşılmaktadır. İddiaya göre Snowden, Dünya iklimini değiştirmek amacıyla gizlice yürütülen projenin detaylarını ifşa etmek için konuşmuştur. Küresel ısınmaya karşı mücadele kapsamında yürütülen “iyi niyetli” bir uygulama olarak, jet yakıtı üreticilerinin ve hükumetlerin gizlilik içinde yürüttükleri bir çalışma olduğunu, kendisinin bu çalışmayı deşifre etmesinin nedeninin ise konunun toplumda ve bilim dünyasında yeterince tartışılmamış olması ve muhtemel yan etkilerini hakkında çok az bilgiye sahip olunması olduğunu ifade etmiştir. Snowden ifadelerinde tıpkı CFR bildirisinde olduğu gibi, yürütülmekte olan iklim mühendisliği programının durdurulmasının sebep olacağı etkilerin, devam edilmesinin sebep olacağı etkilerle karşılaştırıldığında çok daha yıkıcı olacağı, bir yıl kadar kısa bir süre içinde kuzey Amerika ikliminin kontrolden çıkacağı ve oluşacak hasat zararının ciddi açlık tehlikelerine bile sebep olabileceğini belirtiyor.
Uçak yakıtlarının metalizasyonundan daha farklı olarak sülfürün bir yakıt katkısı olarak kullanılması ve egzoz gazları çıktısı olarak sülfür dioksit elde edilmesi, zaten bilinen ve uygulanan bir işlemdir. İklim bilimcilerin sülfürik asit ile ilgili saatlerce sunumlar yaptıktan sonra “aslında alüminyum oksit, sülfürik asitten çok daha iyi bir yansıtıcıdır” demeleri ile, NASA’nın yakıt katkısı olarak sülfürden alüminyuma geçiş çalışmalarını paralel olarak görmek gerekir.
Bu Daha Başlangıç !
Birilerinin onlarca yıldır, tüm Dünya çapında veya çok geniş ölçekte, bir takım yasa dışı ve gizli iklim mühendisliği faaliyetleri yürütüyor olduklarından şüphelenmemizin temel dayanağı, alınan patentler, bir takım bilim çevrelerinin bunu önermesi ve en önemlisi ise önerilen yöntemlerin izlerinin, İstanbul dahil Dünya’nın pek çok kentinde yağmur sularında bulunuyor olmasıdır.
Peki yağmur suyunda alüminyum bulunuyor olması başka bir şekilde açıklanamaz mı?
Elbette açıklanabilir. Yağmur suyundaki alüminyum, sanayi kirliliğinin bir sonucu da olabilir, biliyoruz ki alüminyum sanayide sıkça kullanılan bir metal. Fakat bu varsayımın çıkmazı, alüminyum miktarı ve sanayide pek de kullanılmayan strontiyum, baryum gibi patentli iklim mühendisliği elementlerinin de yağmur suyu analizlerinde bulunuyor olmasıdır. Strontiyumun İstanbul’da yağmur suyuna karışacak düzeyde sanayide bir kullanım alanı olduğunu sanmıyoruz. İstanbul’daki yağmur suyunda 50ug/L ye yakın bir değerde alüminyum bulmuştuk. Dünya’da ise bu değerler çok daha yüksektir. Amerika’dan gelen sonuçlar 200 – 300 ug/L düzeyindedir. 4000 ug/L ye varan tahlil sonuçları vardır. Biz en düşüğünü alalım ve tüm Dünya’da yağmur suyunun litresinde 50 mikrogram alüminyum bulunduğunu varsayalım ve basit bir hesap yapalım. Tüm Dünya’da bir yılda yağmur suyuna ne kadar alüminyum karışıyor?
Soru: Yağmur suyunun litresinde yaklaşık 50 mikrogram alüminyum varsa, bu durum bir yıl içinde ne kadar alüminyumun havaya karışmasıyla açıklanabilir?
Gerekli bilgiler:
Bir yılda Dünya’ya ortalama 505 000 km3 yağmur düşer. (Wikipedia)
1 ton = 1012 mikrogramdır.
1 km3 = 1012 litredir..
Başarılar 🙂
Cevap 25 milyon tondur, tam da David Keith’in teklif ettiği rakamı bulduk!
Bir Boeing 777’nin yaklaşık 140 ton olduğunu düşünürsek, 25 milyon ton kütleyi, 180 bin adet yolcu uçağı olarak gözümüzde canlandırmaya çalışabiliriz. Yıllık olarak..
Peki yağmur suyunda alüminyumun bulunuyor olması, jet emisyonlarında alüminyum bulunduğunun kanıtı mıdır?
Hayır değildir. Böyle yüksek miktarlardaki alüminyumun varlığını açıklamanın en mantıklı yolu havaya karışan en büyük miktardaki emisyonun yani jet emisyonlarının içinde alüminyumu aramaktır, fakat yağmur suyundaki alüminyum varlığı, jet emisyonlarında alüminyum bulunduğunu kanıtlamaz. Bunu kanıtlamak için jet emisyonlarından örnek alıp tahlil etmek gerekir, ki iklim mühendisliği karşıtı yapımcı – aktivist Michael J. Murphy’nin ve yine iklim mühendisliği karşıtı bilim insanı Dr. Marvin Herndon’un bir sonraki hedefleri budur. Kiralayacakları küçük bir uçak, biraz modifikasyon, bir HEPA filtresi ve bazı zorunlu izinler sonrasında, doğrudan bir jet emisyonu kütlesinin içine dalacakları ve numune toplayacakları günü ve alınacak sonuçları merakla ve sabırsızlıkla bekliyoruz. Sanıyoruz gayretleri şu anda motorlu – paraşüt düzeyinde.
Akademik Çevreler Ne diyor?
IPCC’nin yayınladığı “Havacılık ve Küresel Atmosfer” adlı raporda “Jet uçakları motorları doğrudan metal parçacıklar yayabilir, bunun kaynağı motor erozyonu veya yakıta nadir miktarda metal karışmasıdır” gibi bir ifadeye rastlıyoruz.
NASA’nın, NOAA’nın, EPA’in, ve IPCC’nin resmi görüşü budur, kalıcı jet izlerinin karbondioksit ve su buharı olduğu, izlerin görünür kalma sürelerinin uçuş irtifasındaki rölatif nem ve sıcaklığa bağlı olarak 20 saate kadar uzayabileceği, jet emisyonlarında bulunan veya yakın bir gelecekte bulunabilecek, alüminyum, strontiyum gibi metal içeriğin ise ‘motor erozyonu’ veya yakıta ‘nadir’ miktarda metal karışması sonucu oluşan yakıt hataları olduğudur. Jet izlerinin görünür kalma sürelerinin, rölatif nem ve sıcaklığa bağlı olması, iklim mühendisliği karşıtı aktivistlerin yaptıkları gözlemler ile çelişmektedir. Aynı şartlar altında tamamen aynı motorların farklı davranması veya bir gün kalıcı izler gözlenirken, daha uygun şartların olduğu bir başka gün bu izlerin görünmemesi gibi.
Motor erozyonu iddiası ise insan zekâsı ile alay etmek gibidir. 50ug/L sonucunu motor erozyonu ile açıklamak, tüm Dünya’da yılda 25 milyon ton alüminyumun, yani 180 bin adet Boeing 777’nin havada sürtünerek yok olduğunu kabul etmek olur. Her yıl… 180 bin adet 777…
NASA, NOAA ve IPCC yetkilileri buna inanıyor olabilirler, fakat biz inanmıyoruz.
Mantığınızın kabul etmediği bir şeyi, sadece bilim insanları öyle söylüyor diye kabul etmek bilim değildir, dindir. Ve biz o dinden değiliz.
Yaptığımız gözlemler, elimizdeki veriler, bulduklarımız ve öğrendiklerimiz NASA’nın bize söyledikleriyle çelişiyor. Ve bu durum da bizi nihai bir soruya ulaştırıyor:
“NASA bize her zaman doğruyu mu söylüyor?”