“Vicdanın senin kıblendir, onu sakın kaybetme Türkiye’m” diye başlamak istiyorum bu makaleme.
Seçtiğim başlık siz okurlarımızı yanıltmasın, psikolojik bir deneme yazmaya çalışacak değilim. Bir süredir kafamda dolanan fikirlerimin, Ankara’daki tren kazası sebebiyle bir zirve noktasına ulaşması dolayısıyla; bildiğim, öğrenebildiğim kadarı ile bilim felsefesi yapmaya, sitemimi göklere duyurmaya, bağırmadan bağırmaya çalışacağım.
Türkiye Uzay Ajansı, hızlı trenle hızsız kontrol lokomotifinin, sinyalsizlik/sistemsizlik sonucu aynı demir yolunda kafa kafaya çarpıştığı gün, kararname ile kuruldu. Kazada maalesef hayatını kaybeden dokuz vatandaşımız arasında Ankara Ünv. Astronomi bölümü öğretim üyesi Prof. Berahitdin Albayrak da vardı. Devlet mekanizması, kazanın müsebbiblerini araya dursun, kazanın kendisi de ülkemizde uzunca bir süredir zaten devam etmekte olan bir takım fikir münakaşalarının da tekrar zihinlerimizde belirmesine sebep olmaktaydı:
Uzay ajansımızı kim yönetecekti? Burada “kim” diye sorduğum şey, bir şahısın adı değil, bir zihniyet sorgulamasının anahtar kelimesidir.
Yetkililer kazayla ilgili “sinyal sisteminin parasını da ödemiştik halbuki” mealinde açıklamalar yaptılar. Vatandaşların kafası daha da delici sorularla dolmaya başladı: Ya işletilmeye çalışılan araç, raylar üzerinde ilerleyen elektrik motorlu bir araç olmasaydı da çok yüksek yanıcılıkta yakıtla göklere yükselen, milyarlar değerinde, on yıllar emeğinde bir araç olsaydı?
Kurulan uzay ajansımızın başkanlığı konusunda, sosyal medyada vatandaşların esprilerine şahit olduk, memleketimizin işsiz astronomları, kurulan uzay ajansının kapısında paspas yapmaya razı hale getirildi fakat söz konusu uzay ajansımızın yönetimi olduğunda, tarikat şeyhlerinin bu yönetime aday oldukları yönündeki şakalaşmaları bile ciddiye alabilir, bunların doğruluğundan bir an şüphelenir hale getirildik. Adı geçen ve 1986 Challenger faciasını “cinler” marifetiyle kendilerinin yaptığını iddia eden medrese eğitimli zihniyetin, Allah’ın dini üzerinden sosyal statü ve para kazananların önde giden bir isminin, bir de astronomi lisansı olması ihtimalinde, benim gibi bilimsel dünya görüşlü, işsiz astronomlara memleketimizde nefes alacak yer kalmıyor sanırım. Tarikat şeyhi karşısında, uzay ajansı kariyeri imkânı konusunda hiçbir şansım olmadığını üzülerek görüyorum. Ömrümüz boyunca, yıllar boyunca peşinden koştuğumuz şeyi, kendini süper kahraman zanneden ehliyetsiz birilerinin ellerimizden koparıp alması bu dünyanın düzeni sanırım fakat bu düzene esastan itiraz ediyorum: Dünya üzerinde Allah’ın dini üzerinden para kazanmaya yetkili bir tane insan evladı var mıdır? Bu, cevaplaması gereken bir sorudur.
Bilim, gerçeği aramaktır
Bu amacın tarih boyunca iki yöntemi olmuştur: Birincisi dışarı bakmak yani mühendisliktir. İkincisi ise içeri bakmak yani spiritüalizmdir. Bu ikisinin en tepedeki sonuçlarının aslında birbirinin aynısı olduğunu kabul etmeye günümüzde bilim dünyası tarihte hiç olmadığı kadar yakındır. Bu en tepedeki sonuç ise, evrenimizin bilinmeyenlerle dolu olduğudur, ya da başka bir deyişle “Dünya, bildiğimiz gibi değildir” O halde kurulan milli uzay ajansımız ile her şeye sıfırdan başlamayı ve evrenimizi, Dünyamızı ilk defa görüyormuşçasına okumayı öneriyorum. Tane tane ve bu defa milli bir çerçeveden. Kurulan milli uzay ajansımızın, elinde binlerce yıllık bir geleneği olan bayrağımızı taşıyacağını hatırlatarak, bu bayrağın metafizik sabotajcı, teröre meyilli medrese zihniyetinin ellerine değil, gönüllü fedailerin ellerine verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Teröristlerin ellerine bayrak veren devletler, bayraklarını değiştirmeye mecbur kalabilirler. Fedailerin ellerine bayrak veren devletler ise daima büyük işler başarmışlardır.
Uzmanlık gerektiren işlerin, ehil olmayan ellere emanet edilmesi ve kaçınılmaz olarak fiyaskoya dönüşmesi, Dünya üzerinde hiç kimseyi şaşırtmayacaktır. İnsanları şaşkına çevirecek olan şey, günün birinde yaşanacak olan bir paradigma devrimi ile emanetlerin sahiplerine iadesi ve nitelikli kamu yöneticilerinin yetkili konumlara gelmesini sağlayacak olan düşünsel devrimi başlatacak olan ilk kıvılcımları görmek olmalıdır. Böyle bir düşünsel devrim, Tanrı’nın bir topluma yardım etmesi gibidir. Benim dünya görüşüme göre Tanrı, bir topluma yardım etmeye karar verdiğinde, onlara içinde bulundukları zulme karşı savaşma cesaretini verir. İçinizde bu cesareti bulamıyorsanız, Tanrı henüz size yardım etmemiştir. Her yanlışı düzeltecek, her adaletsizliği giderecek bir kurtarıcının göklerden gelmesini bekleyen toplumların tümü hüsrana uğramışlardır. Her yanlışı düzeltecek olan devrim, zirvede, göklerde yetişen nadide bir çiçek değil, kömür madeninin en dibinde türeyen endemik bir bakteri gibidir, sistemin geri kalanı için bu bakteri bir anomalidir, bir zararlıdır.
Milli uzay ajansımızın gelecekte yetiştireceği kahraman astronotlarından da bahsedelim biraz. Astronot kavramı, şu andaki toplumsal algılamamıza o kadar uzak bir kavramdır ki, toplumumuzun, ilk astronotlarımızı “göklerde gezdiği için para kazanan adamlar” olarak algılaması gayet muhtemeldir. Gelecekteki astronotlarımıza, daima milli ve yerli kalmalarını, şanlı tarihimizdeki gözü kara fedailerimizi örnek almalarını ve deyim yerindeyse “belalarını aramalarını” tavsiye edebilirim ancak. Fedailerin huzuru olmaz. Huzur içinde yaşamış ve ölmüş insanları tarih kitapları yazmaz. “Aşılmaz” denilen sınırları aşarak tarih kitaplarına girenler, daima belalarını aramış olan fedai ruhlu kahramanlardır. Yeterli bütçe sağlandığı takdirde ve sabırlı bir çalışmayla, milli uzay ajansımızın neler başarabileceğini zaman gösterecektir. Tarihin kazananlarını yarınlar açıklayacaktır.
Türk kültürünü, Türk medeniyetini, çağdaş uygarlıklar düzeyine çıkarmak ve onları aşmak için yapmamız gereken, şu anda kendimize gülmeyi bırakıp ciddiyetle harekete geçmektir. Çok büyük işler başardığımız zaman, canlı yayınlarda geri sayımlar yaptığımız zaman, medeniyetimizin temsilcilerini ve binlerce yıllık bayrağımızı göklere ve ötesine taşıdığımız zaman ve tüm Dünya’ya “işte Türk, işte uzay” diyebildiğimiz zaman, işte o zaman kendimize gülmeye yine devam ederiz ve bu gülüş tüm Dünya halklarının saygı duyacağı bir gülüş olur.