Bir seneye yaklaşan geniş ve düzenli bir hazırlıktan sonra, ATATÜRK, yeniden Başkomutan sıfatıyla ordunun başına geçerek 26 Ağustos 1922 sabahı başlayan Büyük Taarruz ve onu izleyen 30 Ağustos 1922’deki Başkomutan Meydan Muharebesi ile 200.000 kişilik Yunan ordusunu dört taraftan sardı ve düşmanın büyük kısmını imha etti. 1 Eylül 1922’de “Ordular! İlk Hedefiniz Akdeniz’dir, İleri!” emrini verdi ve arta kalanını batı yönünde izleyerek 9 Eylül’de İzmir’de denize döktü. Bu muharebeler esnasında Yunan Başkomutan Vekili General Trikopis ve bazı yüksek rütbeli düşman subayları esir aldılar.
Memleketi düşman istilasından temizleyen bu büyük askeri zaferleri takiben, siyasi faaliyetlere önem veren ATATÜRK, demiştir ki:
-…”Ordularımız, asıl kuvvetleri ve bütün harp gereçleri ile dört yüz kilometreyi on gün içinde aşıp geçtiler. Diyebilirim ki, süvari tümenlerimizle piyade birliklerimiz düşmanı ezip İzmir’e yürümekte birbirleriyle yarış etmişlerdir. İzmir rıhtımında süvarilerimizin kılıçları denizde resim gibi şekillenirken, piyadelerimiz Kadife Kale’de Türk bayrağını semaya yükselttiler. Türkiye Büyük Millet Meclisi Ordularının, harp tarihine verdiği son harekât örneğinin kıymeti, bu harekât bütün saflarıyla tetkik edildikten sonra ve belki bugün değil yarın anlaşılabilecektir. Büyük orduların yürüyüş birimi yanlış hatırlamıyorsak, günde 20-25 kilometredir. Bundan dolayı, askerlerimize İzmir ‘e kavuşmak için her gün bu mesafeyi aşıp geçirten kuvvet kaynağının, ne yüce bir vatan aşkı olduğunu anlamak güç değildir.”
ATATÜRK, o günleri şöyle anımsar:
-…”Düşmanların İzmir’e çıktıkları ve bütün vatanı parçalamaya karar verdikleri günlerde idi ki, İstanbul’dan çıkarak Samsun’a gelmiştim. Bu güzel ve kıymetli şehirde yabancı askerler ve subaylar dolaşıyordu. Bu güzel şehir ahalisinin dâhil ile irtibatı, Merzifon’da bulunan yabancı askerlerle kesilmişti. Karadeniz’e açık olan bu şehir ve onun vatanperver halkı, düşman toplarıyla tehdit altında bulunuyordu. Fakat bütün bunlara rağmen ben, Samsun’u ve Samsun halkını gördüğüm zaman memleket ve millete ait bütün tasavvurlarımın, kararlarımın herhalde başarılması mümkün olduğuna bir defa daha kuvvetle inandım. Samsunluların hal ve vaziyetlerinde gördüğüm, gözlerinde okuduğum vatanperverlik, fedakârlık, ümit ve tasavvurlarımı olumlu görüşe eriştirmeye kâfi gelmişti. ”
Mustafa Kemal (ATATÜRK), Mondros Ateşkes Antlaşması’nı imza edildiği gün Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına getirildi ise de artık yapacak bir şey kalmadığından ve bir müddet sonrasında bu Grup Kumandanlığı kaldırıldığından 13 Kasım 1918’de İstanbul’a gelmişti. Memleket ve milletin içinde bulunduğu şartlar ağır idi. Ülkenin birçok bölgeleri tıpkı İzmir gibi İtilaf Devletleri tarafından işgal edilmiş, düşman donanması İstanbul sularında demirlemişti. Padişah ve hükümet, düşmanlara âlet olmuş, âciz ve şaşkın bir vaziyette idi.
Mustafa Kemal (ATATÜRK), bu şartlar altında tek ve gerçek kurtuluşun Anadolu’ya geçerek Milli Mücadele bayrağını açmak olduğunu gördü. Bu sırada, kendisini İstanbul’dan uzaklaştırmak amacıyla, Anadolu’da 9. Ordu Müfettişliği teklifi edildi. Mustafa Kemal (ATATÜRK), kendisine geniş salâhiyetler tanıyan bu vazifeyi kabul ederek deniz yoluyla 19 Mayıs 1919 günü Samsun’a çıktı. İstanbul’dan ayrılışından bir gün önce, 15 Mayıs 1919’da İzmir de Yunanlılar tarafından işgal edilmiş bulunuyordu.
Mustafa Kemal (ATATÜRK) ‘ün Anadolu’ya kutsal görevi için geçtiği günlerde sizce İzmir’in işgaline engel olunabilir miydi?
Bu sorunun yanıtını, Milli Mücadele sırasında ve sonrasında meydana gelen olayların izleri sürülerek, büyük bir çaba ve titizlikle doğru olanı bulmaya çalışmış, doğrunun da izi sürülerek farklı düşüncelere de yer vermiş olarak hazırladığı Ahmet Hür hocamızın Puslu Yayımcılık tarafından yayımlanan “50 Soruda Milli Mücadele” adlı eserinde buluyoruz;
Soru: 17
– İZMİR’İN İŞGALİNE ENGEL OLUNABİLİR MİYDİ?
…”İzmir’in Yunanlılar tarafından işgali tartışmalı bir konudur. Paris Antlaşmasına dayanılarak, Rum / Yunan azınlığının çan ve mal güvenliğini korumak için yapıldığı söylenen işgalde aslında, Yunan Devletinin işgal için çok da hazırlıklı olmadığı iddiası pek de hafife alınacak iddia değildir. Yunanlıların İzmir’in işgalinde, özellikle o dönem Avrupa’nın en büyük silah tüccarı 1849 doğumlu Sır Basil Zaharoff’ün katkısı önemlidir.(1)
İzmir’in işgaline izin verilmesinin gizli nedeni, İtalyanların kendi başlarına fiili bir işgale kalkmalarından korkutması olduğu genel olarak kabul edilir. Rum / Yunan azınlığının çan ve mal güvenliği gerekçesi ise, doğru bir gerekçe değildir! Zaten daha sonra müttefiklerde bu gerekçenin doğru olmadığını kabul etmek zorunda kalırlar.
“12 Ekim 1919 ‘da İstanbul’daki Müttefikler arası Komisyonun İzmir’in Yunanlılar tarafından işgali hakkında vermiş olduğu rapor şu sözlerle başlıyordu;
‘Yapılan soruşturma göstermiştir ki mütarekeden beri Aydın (İzmir) vilayetindeki Hıristiyanların genel durumları memnunluk vericidir ve güvenlikleri hiçbir zaman tehlikeye düşmemiştir.
İzmir’in işgali, yanlış bilgilere dayanılarak Barış Konferansı tarafından emredilmişse, bunun ilk sorumluluğunun, yukarıda belirtilmiş olan gerçekler hakkında yanlış bilgiler vermekte ısrar etmiş olan hükümetler ve kişilere ait olması gerekir.
Onun için, bu işgalin hiçbir şekilde haklı olmadığı ve Türkiye ile Müttefikler arasında imzalanmış bulunan Mütarekenin şartlarını ihlal ettiği muhakkaktır.’’’(2)
İzmir de oturan Avrupa kolonisi, İstanbul İngiliz Yüksek Komiserliği, bu delice kararın doğuracağı tehlikeler üzerinde dikkati çektiler. Kabine üyesi Lord Curzon bile, 18 Nisan 1919 muhtırasında şöyle diyordu,
—“ Selanik kapılarının beş mil dışında asayişi sağlayamayan Yunanistan ‘ın Aydın vilayetindeki bağış ve güvenlik sağlamakta nasıl görevlendirilebileceğini anlamıyorum.”(3)
Ancak, İzmir’in işgalinde Yunanın bir direnişle karşılaşmaması da ayrı bir konudur.
Yunan Başbakanı Venizelos bile, İzmir’in çok kolay işgal edilemeyeceğini düşünüyor, bunun için 10 Mayıstaki oturumda, İtilaf Devletlerine Türklere, çıkarmadan en fazla 12 saat önce haber verilmesini, bu durumda dahi Türklerin ne yapabileceğini kestirmenin zor olduğunu ve işgal için tehlikenin hep var olduğunu belirtmektedir.(4)
“Böylesine bir karşılamanın sorumluları da vardı;
Bunlar İzmir Valisi İzzet ile Kolordu Komutanı Ali Nadir Paşa’ydı. İşgali önceden bilmelerine rağmen tek kurşun dahi atmadan, hiçbir tepki göstermeden koskoca şehri düşmana olduğu gibi teslim etmişlerdi.”(5)
Yunanlıların İzmir’i işgal ettiği gün, İstanbul Hükümeti ise memurların yol masrafları konusunda tartışma yapıyordu. 15 Mayıs’ı 16 Mayıs’a bağlayan gece, İzmir Kolordu Askerlik Dairesi Reisi Albay Süleyman Fethi Bey, acil olarak Harbiye Nazırı ile telgrafta görüşmek istedi. Harbiye Nazırı Müşir Şakır Paşa, Erkânı Harbiye Reisi Fevzi (Çakmak) Paşa ve Ahmet Fevzi Paşa birlikte Harbiye Nezareti telgrafhanesine geldiler.
Bundan sonraki gelişmeleri Yılmaz Çetiner’in “Son Padişah Vahdettin” kitabından okuyalım;
—-“Telgrafın metni şuydu,
“Paşam, İzmir Limanına girip demirleyen düşman donanması Amirali Colthrope, ateşkesin 7. Maddesine göre, İzmir istihkâmlarının teslimini istedi. Karaburun’dan gelen haberlere göre, körfez dışında içleri asker dolu birçok Yunan nakliye gemisi beklemektedir. İstihkâmları biz verir vermez Yunanlılar işgal edecekler. Halk galeyan halindedir. Müsaade ederseniz biz bu isteği reddederek elimizdeki kuvvetlerle İzmir’i müdafaa edeceğiz. Kuvvetimizde buna elverişlidir. Ferman sizindir…”
Harbiye Nazırı Müşir Şakir Paşa bu telgrafı okur okumaz ayağa kalktı ve:
…“Haydi, evlatlar Allah muvaffakiyet versin! Tanrı yardımcınız olsun” dedi ve gözlerinden akan yaşları silerek telgraf memuruna:
—“Onlara bu sözlerimizi yaz!^ dedi.
Telgraf memuru, “Paşam, emrinizi bir kâğıda yazınız da aynen tekrar edeyim!”
O zaman kumandanlar arasında kısa bir müzakere geçti. Şakır Paşa:
—“İzmir’i Yunanlılara teslim etmek olur mu?” diyordu.
Küçük Fevzi Paşa (Ahmet Fevzi Paşa) ise:
—“Şayet Yunanlılar İzmir’e çıkarsa Babıali vasıtasıyla protesto ederiz” görüşündeydi.
Şakir Paşa, sapsarı bir yüzle ve sinirinden titreyen elleriyle şu telgrafı yazdı:
“Amiral Calthrope’’ün ateşkesin 7.Maddesine istinaden vuku bulan talebini yerine getiriniz… Ben Babıâli’ye gidiyorum… Lazım gelen teşebbüsatta bulunacağım.”(6)
Yılmaz Çetiner kitabında Harbiye Nazırı Şakir Paşa’yı Yunanın işgaline karşı mücadele etmek ve karşılık verme taraftarı olarak gösterip, Ahmet Fevzi Paşayı ise işgale karşı çıkmayan gibi göstermektedir. Erkânı Harbiye Reisi Fevzi (Çakmak) Paşa ile ilgili ise bir şey söylenmektedir. Bu yazıdan çıkan sonuç; Fevzi (Çakmak) Paşa’nın da işgale karşı çıkmadığıdır. Yoksa hem Harbiye Nazırı işgale karşı çıkarken sadece Ahmet Fevzi Paşa’nın (küçük Fevzi) isteğinin olması mümkün değildir. Nitekim aynı kitabın 117. Sayfasında bu sefer Fevzi (Çakmak) Paşa’yı öven ve Harbiye Nazırı Şakır Paşa’yı veren bir bölümle karşılaşıyoruz.Şöyle ki;
…“Cevat Paşa (Çobanlı), Fevzi Paşa’nın kırgınlığı nedeniyle ayrılmasından sonra Erkânı Harbiye Reisliğine getirilmişti…
Ve tam o gün, yani bir gece önce Sadrazamla beraberliklerinin ertesi günü görevi teslim alacaktı. Bu nedenle Mustafa Kemal (ATATÜRK) hem Fevzi (Çakmak) Paşa hem de Cevat (Çobanlı) Paşa ile beraberdi o an…
Fevzi Paşanın (Çakmak) ayrılmasının nedeni şu idi:
İzmir’e çıkmaya hazırlanan Yunanlıların adalara yığınak yaptıklarına dair raporlar geldikçe Fevzi Paşa böyle bir tecavüze silahla karşı konulmasını Harbiye Nazırı imzasıyla teklif etmişti. Bir gün Harbiye Nazırı Şakır Paşa, İzmir’deki kumandan tarafından telgrafhaneye çağrılmış…
O zamana kadar bu gibi durumlarda, Nazır, Fevzi Paşa ile birlikte giderken, o gün Erkânı Harbiye Reis’ine haber vermemiş…
Telgrafla kendisi görüşmeye başlamıştı. Kumandan; “Amiral Calthrope mütareke şartlarına göre İzmir’e çıkıp Kadife Kale’yi işgal edeceğim, diyor ne buyurursunuz,” diye sormuştu…
Şakır Paşa buna karşı, “Mütareke şartlarına uyalım,” demişti. “Fakat Paşam, daha sonra Yunanlılar İzmir’e çıkacaklarmış, buna ne dersiniz?” Harbiye Nazırı kızmış: ”Böyle şey olur mu? Hayal ediyorsun, vehmediyorsun,” cevabını vermişti…
Sonradan, telgrafların tümü tetkik edildiği zaman anlaşılmıştı ki Harbiye Nazırının talimatı ile Erkânı Harbiye Reisini ilk verdiği emirler tezat halindedir. Bu nedenle Fevzi Paşa’nın görevinde kalmasına imkân yoktu! Yerine gelen Cevat (Çobanlı) Paşa ise yine Fevzi (Çakmak) Paşa’nın yolundan yürüyecek bir şahsiyetti.”(7)
Görüldüğü gibi kitabın 15 sayfa sonrası tam farklı bir görüşü savunuyor. Yazılanlarda dip not veya alıntı olunduğuna dair bir bilgi olmadığı için, yazarın kendi çelişkisi olarak kabul etmek gerekiyor. 102. Sayfada söylenenler belgelenmediği için 107. Sayfada söylenenler ise, telgraf metinleri ile belgelenebileceği için Fevzi Çakmak Paşa’nın, İzmir’in işgaline karşı olduğunu ancak verdiği emirleri dinletemediğini, Harbiye Nazırı Şakır Paşa’nın ise, işgale göz yumduğunu söyleyebiliriz.
Bu konuda başka bir kaynakta, Albay Süleyman Fethi Bey’in, Nurettin Paşa yerine tayin edilen Alı Nadir Paşa’nın henüz İzmir’e gelmemiş olması nedeniyle kolorduya vekâleten komutanlık ettiği 17 Nisan 1919 günü karaya çıkan bir grup Yunan askerini zorla gemilerine yolladığını ve bu durumu Harbiye Nezaretine (Savaş Bakanlığı) bildirdiği söylenmektedir.
Bu sırada Harbiye Nezaretine vekâleten bakan Fevzi Çakmak Paşa’nın Süleyman Fethi Bey’e şu telgrafı çektiği bilinmektedir:
…“Yapılan teşebbüslere devam edilmekle beraber, diğer vasıtalarla alınacak sonuçlar beklenirse, devriyedeki asker sayısını çoğaltarak Yunanlıların İzmir’i işgal ettikleri söylentisini yaymaları ve bu söylentiyi bir oldubittiye getirmeleri beklenebilir. Bunun için yaptığımız teşebbüse devam etmekle birlikte, bir daha devriye çıkardığı takdirde, kesin olarak önleneceğinin Averof Süvarisine bildirilmesi…”(8)
Görüldüğü üzere Fevzi Paşa (Çakmak), İzmir’in işgalini kabul etmeyen bir komutandır.
İzmir’in İngiliz ve Amerikan desteği ile Yunanlılar tarafından işgal edilmesi için bir engelde, Albay Süleyman Fethi Bey’dir. Alı Nadir Paşa, gelip kolordunun başına geçince senaryo tamamlanmış, Yunanın nabız yoklamasına net tutum sergileyen Albay Süleyman Fethi Bey’de işgal günü kışladan çıkarılırken süngülerle öldürülmüştür. Yunan askeri 17 Nisan 1919 gününü unutmamıştır.
İzmir’in işgalinden önce, 14 Mayıs günü, İngiliz Amiral Calthorpe hem Vali Kambur İzzet Paşa’ya hem de 17. Kolordu Komutanı Alı Nadir Paşa’ya bir nota vererek Foça, Urla, Karaburun ve Yenikale istihkâmlarının işgal edileceğini bildirdi. Bu iki beceriksiz ve korkak devlet adamı, insiyatif kullanmak yerine amiyane tabirle topu taca atarak sorumluluğu İstanbul Hükümetine yükleyerek durumu İstanbul’a bildirdiler. Alı Nadir Paşa’nın, Harbiye Nezaretine çektiği telgrafa Harbiye Nazırı Şakır Paşa, yapılanın mütareke gereği yapıldığını ve karşı gelinmemesini söylerken, Vali İzzet Paşa’nın Babıâli’ye çektiği telgrafa cevap bile verilmedi. Alı Nadir Paşa, Harbiye Nazır’ının emrine harfiyen uydu ve emrindekilerin uymasını sağladı.
Alı Nadir Paşa’nın yaptığı iki büyük hata onu hain ve işbirlikçi saflara koymamıza yol açmıştır. Birincisi; mevcut silah ve cephanenin iç taraflara taşınmasını emretmemesi ve düşmana teslim etmesidir. Daha da kötüsü, Kadife Kale ‘de bulunan cephaneliğin halk tarafından yağmalanmasını engellemeye çalışmasıdır. İkincisi ise; subay ve erleri kışlada toplayarak Yunan askerinin insafına terk etmesidir. Başka bir trajik komik olay ise, bazı kaynaklara göre, Alı Nadir Paşa’nın kışlada bulunan kolorduya ait parayı subayların maaşlarını ödeyerek Yunan ordusunun eline geçmesinin engelleme düşüncesidir. Yunan askeri İzmir’i işgal ederken Alı Nadir Paşa, subaylara aylıklarını dağıtmaktadır.
Bu konuda Pelin Böke “İzmir 1919 – 1922 Tanıklar” adlı çalışmasında Ali Nadir Paşanın böyle bir şey dahi yapmadığını, aylık (maaş) dağıtma işini, Miralay Süleyman Fethi Bey’in yaptığını tanıklara göre söylüyor.(9)
Ali Nadir Paşa ile ilgili diğer önemli bir nokta ise; Alı Nadir Paşa’nın Selanik civarını bir tek silah atmadan Yunan ordusuna teslim etmesi nedeniyle, Harbiye Nazırlığı tarafından korkaklık ve beceriksizlikle suçlanmış ve emekliliğe ayrılmış bir kişi olmasıdır. (Selanik şehrini Türk askerine tek mermi artırmadan teslim eden diğer bir korkak ve işbirlikçi de Kara Tahsin Paşa’dır.) Daha sonra emekliliğe ayrılmış olan Alı Nadir Paşa, Nurettin Paşa’nın yerine tayin olunmakta ve Selanik’teyaptığı gibi, İzmir’de de bir-tek kurşun atmadan İzmir’i Yunan ordusuna teslim ederek son hainlik görevini yerine getirmiştir.
İstihkâmlar işgal edildikten sonra, sıra İzmir’in işgaline geldiğini sokaktaki çocuk bile biliyordu. İşgali engellemek için kurulan ‘İlhak-i Red Heyet-i Milliyesi’ Vali İzzet Paşaya bir heyet göndererek, işgalin engellenmesini takıp ettiler. İşgalin olacağını bal gibi bilen Kambur İzzet Paşa, heyete:
—“Boşuna telaş ediyorsunuz. Heyecanınız lüzumsuzdur. Ortada endişe yaratacak bir durum yok. Bunlar hep İttihatçıların uydurdukları maksatlı söylentilerdir. Merak etmeyin, hükümet her türlü tedbiri alacaktır.”(10) demeye utanmıyordu.
İlginç olan İzmir’deki Hürriyet ve İtilaf Partisi üyeleri de vali gibi düşünüyordu. Onlara göre de direnmek yanlıştı ve olay ittihatçıların kışkırtması idi. İttihatçı düşmanlığı vatan sevgisinin üstüne geçmişti.
İzmir’in işgal edileceği anlaşılınca azınlıklar sevinirken, Türk toplumu ne yapacağını şaşırmış bir haldeydi. Gençler, çılgınca yakaladıkları veya tanıdıkları büyüklere “ölmeye hazırız bize baş olun, çarpışalım.” Diyorlardı. Ne yazık ki oradaki havayı direnmeye sevk edecek bir baş bulunamadı.
Haydar Rüştü (Öktem) “Mütareke ve İşgal Anıları” adlı yazılarında o günleri şöyle anlatıyor:
…“Askeri Kıraathanenin önüne geldiğimizde İhtiyat Zabitliğinden yeni terhis edilmiş olan Memduh Bey; pür heyecan, gözü yaşla dolu olduğu halde Necati ile benim yolumu keserek:
—“Haydar Bey, Allah aşkına bize baş olacak kimse yok mu? Siz bari önümüze düşünüz de bize yol gösteriniz. İşte biz fedayı cana amadeyiz!” dedi.
Bu temiz yürekli babayiğit gencin o geceki hali hiçbir vakit gözümün önünden gitmez ve feryat ve istimdadı daima kulaklarımda uğuldar durur.Bu gence ne cevap verebildik ki bizde bir başa muhtaç idik. Müheyyinane bir surette aldatılmış bir halkın aciz içinde çırpınan bir iki genci o zaman ne yapabilirdik. Hükümetin basında bulunanlar mutlak bir zaaf ve magri içinde piyan olarak halkı son dakikaya kadar aldatmakla düşmanları bile geri bırakmışlardı. Eğer Damat Ferit Kabinesi ile onun İzmir’deki valisi ve kumandanı Türk gençliğinin aylardan beri almak istedikleri tedbirleri -hiç olmazsa- her türlü vasıtalarla bozmasalardı şüphe yoktur ki o ana kadar İzmir ve havalisinde hatırı sayılır bir cephe-i müdafaa ve mukavemet teşkil eyler idi.
Bu iddiamda biraz daha ileri giderek söyleyebilirim ki;
Eğer o gece Hacı Hasan Paşa gibi timsali meskenet bir belediye başkanı yerine namuskâr, vatanın fedayı canı göze alır bir baş mevcut olup ta, Hacı Hasan Paşanın halkı Maşatlıkta uyuşturmasının, korkutmasının aksine olarak silah başına davet etse idi, iki üç bin delikanlıdan terekküp edecek İzmir’in aslan yürekli halkı, daha 15 Mayıs günü Yunan askerini Birinci Kordon’dan silip süpürebilirdi.
Çünkü Yunanın ne suretle, ne kadar korkak bir tarzda şehre asker çıkardığını, bir silah patlamasının Yunan askeri arasında ne dehşetli panikler vücuda getirdiğini 15 Mayıs günü gözlerimizle görmüştük.”(11)
Nurdoğan Taçalan bu konuda Albay Kazım (Özalp) Beyi de suçlamaktadır.(12) Albay Kazım izinli olarak İzmir’de bulunuyordu. Gençler kendisine de bu teklifi yaptıklarında kabul etmemiş, 15 Mayıs sabahı apar topar İzmir’den trende yer olmadığı halde, torpille kendine ve kardeşine yer buldurarak kaçmıştı. Kazım Özalp, Milli Mücadele adlı kitabında, kendisini şöyle savunuyor;
…“Bununla beraber şehir dâhilinde muvaffakiyeti bir müdafaanın imkânı yoktu. Bu olsa olsa bir gösterip hareketi olabilirdi. Esas itibarıyla silah alanlar kısmen şehir dışına çıkmakta, kısmen de aldıkları silahı her ihtimale karşı evlerinde muhafaza etmek üzere götürmekte idiler.
Kolordu kumandanı, subayların sabahleyin kışla etrafında bulunmalarını emretmiş ve İşgale karşı bir tertibat almamıştı. Subaylardan bazıları İzmir’i terk ettiler. Büyük kısmı emir bekler bir halde bulunuyorlardı. Bu hale göre kolordunun mukavemette bulunmayacağı muhakkaktı. Hatta kumandanlık, siyasi hapisleri çıkaran ve depolardan silahları alan halka karşı durulması için emirler bile vermiştir. Jandarma ve polis de aynı yolda emirler almışlardı. İftiharla açıklamam gerekir ki ne subaylar ne askerler ne jandarma ne de polisler bu gibi emirlere ehemmiyet vermemiş ve halk ile aynı fikirde olduklarını fiilen göstermişlerdir.
Bütün bu fedakâr hislere rağmen halkı şehir içerisinde çarpışmaya sevk etmek muvafık değildi. Çünkü düşmanın denizden ve karadan bütün harp vasıtaları ile yapacağı tazyiklere mukabele edecek esaslı teşkilat vücuda getirilmemişti. Eğer kolordu kıtaatı tam kuvvetiyle mukavemete iştirak ettirilseydi, derhal silahlı halk ile takviye olunup ve bir kumanda altında, müdafaa tertibatı alınırdı. Mamafih bu halde dahi şehir dâhilinde çarpışmayı kabul etmek doğru olmazdı.
İzmir’de yapılan bu hareketin, bütün Anadolu’da mukavemet tesiri meydana getirmek ve civar kazalardan toplanacak silahlı kuvvetlerin iştirakiyle İzmir’in kurtarılmaya çalışılmasını temin etmek yönünden faydası meydandadır.”(13)
Görüldüğü üzere Albay Kazım, aslında savunmaya yönelik bir şeyler yapılacağını kabul etmektedir. İzmir’in işgali tabak içinde Yunan askerlerine sunulmuştur. Albay Kazım’da inisiyatif kullanıp, bir savunma gücü örgütleyebilecekken, Menemene gitmeyi tercih etmiştir. Albay Kazım Özalp’i izinli olarak bulunduğu İzmir’de, işgale karşı direnecek bir cephe oluşturmadığı için suçlamak biraz ağır olmakla birlikte, insiyatif kullanmadığı için eleştirmekte de yanlış yapacağımızı düşünüyorum. Ancak Kazım Özalp’in Miralay Bekir Sami Bey ile Akhisar civarlarında kendilerine insanların destek olması üzerine, Bekir Sami Beyi orada bırakıp, trenle İstanbul’a kaçtığı da bir gerçektir.
“Özetlediğim ümitsiz ortam nedeniyle beraberimdeki Miralay Kazım Bey, İstanbul’a trenle hareket edeceğini söyledi.” Kazım Özalp’in çok cesur olmadığı, sıkıntıya pek gelmediği ve inisiyatif alma gibi bir derdi de olmadığı açıktır.Ancak konumuz, Kazım Beyin korkaklığı ya da gazeteciliği değil, İzmir’in işgal edilmesinin şartlarının olup olmadığını görmektir. Kazım Özalp’in yazdıklarından da anlaşılacağı üzere, İzmir’in işgalinin engellenebileceğini açıkça ortadadır. (Ahmet Hür, “50 Soruda Milli Mücadele”, Puslu Yayıncılık, s: 141-149)
1-“Cumhuriyetin Gizli Tarihi” İsmail Çolak. Gülnesli Yayınları, Ekim 2013, sf:115
2-“Türkiye” Arnould J. Toynbee. Cumhuriyet Gazetesi Yayını, Aralık 1999, sf:84
3-“ATATÜRK Anadolu’da” Tevfik Bıyıklıoğlu. Cumhuriyet Gazetesi Yayını, Mayıs 2000, sf:16
4-“ATATÜRK Anadolu’da” Tevfik Bıyıklıoğlu. Cumhuriyet Gazetesi Yayını, Mayıs 2000, sf:17
5-“Türk Devrimi Tarihi” İlhan F. Akın. Üçdal Neşriyat Yayınları, 1984, sf:63
6-“Son Padişah Vahdettin” Yılmaz Çetiner. Milliyet Yayınları, 1993, sf:102
7-“Son Padişah Vahdettin” Yılmaz Çetiner. Milliyet Yayınları, 1993, sf:117
8-“Ege’de Kurtuluş Savaşı Başlarken. NurdoğanTaçalan. Bilgi Yayınevi, Mart 2007, sf:226
9-“İzmir 1919 – 1922 Tanıklar” Pelin Böke. Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Ekim 2006, sf:78
10-“Ege’de Kurtuluş Savaşı Başlarken” NurdoğanTaçalan. Bilgi Yayınevi, Mart 2007, sf:245
11-“Mütareke ve İşgal Anıları” Haydar Rüştü Öktem. Hazırlayan Zeki Arıkan. TTK.1991, sf:68-69
12-“Ege’de Kurtuluş Savaşı Başlarken” NurdoğanTaçalan. Bilgi Yayınevi, Mart 2007, sf:251
13-“Milli Mücadele” Kazım Özalp. Türk Tarih Kurumu (TTK,) Yayını, 1998, sf:7
14-“Miralay Bekir Sami Günsav’in Kurtuluş Savaşı Anıları” Muhittin Ünal. Cem Yayınevi, Kasım 1994, sf:41
İsmet Erarpat.