Bugüne kadar 3 benzer konuda yazdım bu köşede. Şimdi, onlara hiç benzemeyen ve fakat belki de, özünde benzeyen bir başka konudan bahsetmek istiyorum; Yaratış…
İnsan, akıllı varlık. Var edilen, içine ruh ve akıl yerleştirilen canlı. Üzerinden hüküm, belli yerlerde kaldırılan ve kendi kararlarını, seçimlerini yaşamasına izin verilen “Tanrı suretinde yaratılmış” ve “Tanrı’nın, şah damarı kadar yakınında olan” bilinçli organizma.
İnsan bu kadar yüce iken, neden bu kadar aciz! Bu dualite neden. Kader dediğimiz, aslında alnımızda yazan o yazı değil de, ruhumuza serpiştirilmiş miniminnacık tohumlar mı. Bahçevanları biz… O yüzden mi “ne ekersek, onu biçiyoruz” Öyle ise, o tohumları, her şeye rağmen, pozitif düşünce ve duygularla yeşertip, büyütecek olanlarız.
Bu şekilde kendini yaratabilen insan, aksi halde kendini yok da edebiliyor. Bu dualite değil işte, bu tamamen seçim. Üstelik, kendini kendinden yaratabilen insan, çevresini de bu şekilde yaratabiliyor. Dünyamızın bugün böyle olması, kendini bulamamış, yaratamamış ya da kendinden bile vazgeçmişler yüzünden mi.
Şimdi, Dünya’ya bi süre ara verip, kendi küçük çapımıza dönelim. Ve tabi kendimize dürüst olalım. Kendimize soralım; ne istiyorum, aradığım nedir. Hatta bunu gözümüze hoş gelen bir deftere, gözümüze hoş gelen bir kalem ile yazıp, cevaplayalım. Kendimizle dertleşip, yazdıklarımızla kendimizi terapi edelim. Tek şart, kendimize dürüst olmak.
İlk sorulardan sonraki soru, bunlara ulaşmak için neler yaptığımız veya yapmadığımız olmalı. Fırsatlar mı yarattık yoksa ayağımıza kadar gelen fırsatlara burun mu kıvırdık. İsteklerimize ulaşmak için, karşımıza çıkartılan basamakları algılayamadık mı bu yüzden. Kimse pat diye hedefine kavuşamaz. Adım adımdır ve mâkul olan da bence budur. Kolay kazanılmış zaferler kolay kaybedilir ya da kıymeti bilinmez. Öğretici değillerdir.
Yaşam boyunca yaşadığımız her şey, bir tür inisiye edilme hâlidir. Zorluklar, bilinci de, bedeni de olgunlaştırır. Olgunlaşan bilinç, yeni nesillere bunu miras bırakır. Sağlam, güvenli ve bilinçli toplumlar, halklar bu şekilde var olur.
Çocukluğumda, sokağa çıkıp arkadaşlarımla oyunlar oynarken annem, her dakika beni balkondan kontrol etmek zorunda kalmazdı. Yeri geldiğinde komşu teyzeler göz kulak olurdu, bazen de bakkal amca.. Toplumun bir erdemi vardı. Vicdanı… Bugün bu ne kadar mümkün.
Giderek bencilleşen toplumlarda, bireye baktığımızda ruhundaki o kozmik tohumu yeşertemediğini, kendini her an kendinden yaratamadığını ve tıkandığını görebiliriz. Bu yüzden kendine küser, hayata küser ve kendini bilenleri, kendini yaratabilenleri sevmez. Hatta onlar da mutsuz olsun diler.
Bu insanlarla, negatif enerjileriyle, toplum içinde sürekli karşılaşıyoruz değil mi. Onlar, toplu taşıma araçlarında “neden düğmeye basmadın” diye azarlayan şofördür kimi zaman, “durağı geçtin, dursana ya” diye bağıran yolcudur bazen de. Apartmanda yaptıkları gürültünün farkında olup da umursamayan, uyarmak için gittiğinde “çocuk bu, yapacak tabi” diyenlerdir. Markette alışverişi bitirdikten sonra kasada, market arabasıyla sıraya girip, ödemesini yaptıktan sonra o arabayı sırada bırakıp sırayı tıkayanlardır. Asansörde karşılaşıp selam verdiğinde, sadece kafa sallayan, bazen de yokmuşsun gibi davrananlardır. Örnek çoktur. Kendi hayatlarınızdan düşünün. Peki siz bunlardan biri misiniz kimi zaman. Neydi tek şart; kendimize dürüst olmak.
Hayat aslında yaşanabilir ve kolay. Küçük mutluluklar üzerine kurulu. Küçük mutluluklar zamanla, yenilerini ve daha büyüklerini de getirir. Kendinden doğmak budur. Tıpkı doğa gibi.. Her kış yaprak döker, kurur fakat ruhunun tohumunu her bahar kendinden doğurur. Yaratır kendini. Bundan güzel ders olur mu bize. Tanrı bize bu gücü, seçimi vermiş. Neden bugün, hemen şimdi ruhumuzu yeşertmeye başlamıyoruz. Baharla birlikte kendimizi de karşılayalım. Hoş geldin diyelim. Ve bunu çevremize de bulaştıralım. Bir virüs gibi bulaşsın. En güzel virüs, kendini yaratmak olsun.