İkisini de çok özledim. Beni dualarla cepheye gönderirlerken ruhumu, delip geçen son bakışları her an aklımda.
Bazen her zaman olduğundan daha bir sancılı olurdu onlardan ayrılmak, bazen de vicdan azabı gelir boğardı, beklenmedik bir anda.
Sanki kendimi bildim bileli askerdim. Her gidiş istisnasız buruk olurdu ama, en çok canımı acıtan da kızımdan son ayrılışım olmuştu. Puslu, grinin bütün tonlarının hakim olduğu bir gündü.
Yağmur o kadar nazlıydı ki, ara sıra yağıyor birkaç damla, sonra çok yorulmuş gibi vazgeçiyordu umarsızca. Yani,o da benim gibi ne yapacağını bilemez haldeydi.
Gidiş vakti, bu çelişkili günün sonunda gelip çattı. Dolan gözlerimi görmesinler diye, bir an önce arkama dönüp gitme telaşı sarmıştı her yanımı. Onlardan uzaklaşarak, cepheye doğru attığım her adım bu kadar zaruri, bu kadar haysiyetli olmasaydı, kalmam için yalvaran bakışlarına rağmen nasıl gidebilirdim?
Elimde, her zaman benimle olan eski dostum, namusumu, onurumu ve hasretimi kilitlediğim kahverengi, iki kenarı da eriyip iyice sararmış bavulumla, kapının dışına çıkmış birkaç adım atmıştım ki “baba” diye seslenip peşimden koşuşunu, beni durdurup son bir defa boynuma sarılışını unutamıyorum.
“Baba, biliyorum savaşa gidiyorsun, düşmanları yenmeye, vatanımızı kurtarmaya gidiyorsun. Seninle gurur duyuyorum. İstanbul sana emanet bilesin. Bizi merak etme.”Dedi gözlerimin içine bakarak.
Henüz sekiz yaşındaydı kızım. Çocukluk anıları; yanında olamayan ve hep ölüm haberini beklediği bir baba ile gözünün önünde, sessiz sedasız oynadığı evcilik oyununu çoğunlukla bir öksürük nöbeti yüzünden tükürdüğü kanla, küçücük yüreğine korku ve çaresizlik salarak bozan anası olmamalıydı.
Topraklarımın üzerine kirli eller,bir türlü doymayan aç gözler bulaşmamış olsa, namus bekçiliği yapmak için kolay olanı seçip karımla küçük kızımın yanında kalırdım. Ama milletin namusu benim namusum demekti. İşte bu sebeple, kokuları burnumda, çaresiz bakışları hatıramda saklı kadınlarımı terk etmek kor alevlerle yaksa da her yanımı, baş koymayı borç bildiğim Türk toprağından daha önemli olamazdı.
Bana en fazla ihtiyacı olduğu zamanlarda onu kendisinden çok daha büyük dertlerle baş başa bırakıp çekip gitmek, gidebilmek içimde bedeli ödenemeyecek kadar büyük bir ıstırap çekmeme sebep olsa da, amacına ulaşamadan öldürdüğüm her düşman askeri, olmam gereken yerin bu cepheler olduğuna daha da inandırıyorlardı beni.
Küçücük, soğuk elleri ellerime yapışmış, bana “gitme baba, beni yalnız bırakma bu dertle yalvarırırm” demesi gerekirken,o narin görüntüsüne tezat, vakur haliyle karşıma dikilip,yaşadığı şehri emanet etmişti bana.Tebessüm ederek sindirmeye çalıştıysam da emanetini, sözleri öyle çarptı ki ayakta durmakta zorlandım, karşımda devleşen küçük yavrumun önünde, dizlerimin üzerine bıraktım kocaman bedenimi.
Anasından aldığı kara gözlerinin içine diktim kan rengi gözlerimi. Sıkıca sarıldım daha önce hiç yapmadığım gibi. Sırtındaki kemikler bir hançerin keskin yanı kadar acıttı silah tutmaktan nasır tutmuş ellerimi. Kafamı iyice sokarak boynuna evlat kokusunu içime çektim önce. Boğazımdaki sancılı düğümler gözlerimden akmasın diye ne kadar mücadele etsem de beceremedim. Hızlı hızlı elimin tersiyle gözlerimden süzülen yaşları silmeye çalıştıkça,deli gibi akmaya başladılar.Oysa, kızım da öyle öğretmemiş miydim?,erkekler ağlamazdı.
“Nezahat, sen artık büyüdün kızım.”dedim, bir türlü tonunu ayarlayamadığım, sürekli kesilen bir sesle.
“Annen hasta olduğu için seni ona değil, onu sana emanet ediyorum. Yorulmasına izin verme, sen güçlü bir çocuksun. Ben dönene kadar annene analık yapacak, onun bütün bakımını üstleneceksin. Sana itimadım sonsuz yavrum.”
Beni ilk defa ağlarken gördüğünden olacak önce duraladı. Sonra yutkundu zorlukla, o hapsedebilmişti göz yaşlarını içine, benim yapamadığımı o yapmış; yüzünde cenk etmeye hazır bir askerin kararlı ifadesi, dikti gözlerini suratıma.
“Baba, anam bana emanettir. Vatan da sana.Yolun açık olsun.”
Gencecik karım ince hastalığın pençesinde kıvranıyordu. Her gelişimde biraz daha eridiğini görmek tarifsiz bir kedere boğuyordu beni. Onu kaybetme ihtimalini aklıma getirmek istemesem de en son gelişimde umutlarım azalmış, bir hal çaresi bulamamış olmam da dimdik duruşum altındaki ezikliğimi gizleyememişti.
Onlara göstermemek için kapının dışında sabahlara kadar ağlamak işe yarasaydı çoktan iyileşmişti Hadiye’m. Elimden hiçbir şey gelemiyordu artık. İkisini de önce Allah’a sonra da komşuların merhametine emanet ederek bırakıp gitmek, hem de ölmeye gitmek, içimdeki korkusuz yüreği bile, yaktığım her sigaranın uçup giden dumanıyla beraber yavaş yavaş yok ediyordu. Asıl düşman karımın ciğerlerini işgal etmişti ama maalesef kocaman ellerimle düşmanın gırtlağına yapıştığım gibi onun boğazını sıkamıyordum. İşte, çaresizlik buydu. En azından şimdilik.
Silah sesleri ancak durmuştu. Karanlık basınca her iki taraf içinde gün doğar, bütün gün bedenlerimizi ve ruhumuzu saran gergin ve dikenli teller bizi terk eder, bir sonraki günün şafağına kadar rahat bırakırlardı. Şimdi kadınlarıma bir ses vermek zamanıydı artık.Her zamanki çadırım,gazı iyice azalmış lambanın aydınlatabildiği kadar bir ışıkla aydınlanmış,arka ayağı engebeye denk gelmekten bir türlü kutulamamış,her bir hareketimde sallanan masamın başına oturmuştum. Saman sarısı kağıdın üzeri hasretimle dolmaya hazırdı artık.
Hadiye’m 22.Nisan.1915
Sıhhatimi merak etmeyin, dualarınız sayesinde afiyetteyim, müsterih olun. Sizin hasretiniz hariç bir sıkıntım yoktur.
İşgalciler topraklarımızın üstüne tünemeye karar verdiklerinde Türk milletinin gücünden habersizdiler. Hatta bizi küçümsemiş, kara taarruzuna gerek olmadığını bile düşünmüşlerdir. Hesaba katmadıkları şey bizim bu savaşı bir millet olarak,iman gücümüzle vermiş olmamızdır.
”Başlarında lider olmadan hiçbir işe yaramaz,hatta baş uçlarında kandil yanmadan uyuyamaz bu Türkler”demişler, fakat 18 Mart gününün akşamı cehennem ateşinden kaçılamayacağını anlayıp büyük bir yara alarak geri çekilmişlerdir.
Düşman devletlerin devasa gemilerinin bir bölümünün sular altına batırılmasının, geri kalanlarının da çaresizlik içinde geri çekilmeleriyle sonuçlanan zaferimizin ardından geride kalanlarımızla ve kayıplarımızın yerine gelenlerle şimdi daha da zor bir çatışmaya hazırlanıyoruz. Kara harekatı için artık sayılı günler kaldı.Ne kadar sürecek şimdiden tahmin etmek zor. Bundan mütevellit sizleri bir süre daha ziyaret edemeyeceğim ama ikinizi de temin ederim ki hiç habersiz kalmayacaksınız. Bu, çetin geçeceği muhtemel mücadeleyi tefferruatıyla ikinize de anlatacağım.
İşte denizde kazandığımız zaferi, karada da kazanabilmek için bütün gücümüzle hazırlanıyoruz. Bu muharebe bitecek ve Allah’ın izniyle düşmanlar geldikleri gibi geri gideceklerdir.
Kara harekatında zayiatımızın ziyade olmaması için her gece Cenabıhak’ka yakarsam da hepimizin fermanı ölümdür. Vacip ise hepimiz şehit olacak, milletin haysiyeti ve hürriyeti sağ kalacaktır.
Hayır dualarınızı üzerimizden eksik etmeyin. Hemen her gün, aynı mataradan su içtikleri arkadaşlarının parçalanmış cesetlerini sükunet içinde toparlayıp gömen askerlerimiz kadar milletimizin inancına da ihtiyacımız vardır. Bunu sakın unutmayın ve vatanın düşman ellerine teslim edilmeyeceğine olan inancınızı taşımaya devam edin.
Sıhhatinizin gidişatı ile ilgili malumatı sabırsızlıkla bekliyor, İkinizi de Allah’a emanet ediyorum.Gözlerinizden hasretle öperim.
Hafız Halit.
“Anne,babamdan mektup geldi.”
Ter içinde kalmış alnını,nemli tülbentle tekrar sildikten sonra, annemin bu haberle doğrulabileceğini ummuştum.
“Nezahat, mektup mu dedin? getir hemen.”Uzunca bir öksürük nöbetiyle savaşarak konuşmaya çalışmıştı.İniltileri dışında iki gündür ondan çıkan ilk ses de bu olmuştu.
Yormasın kendini diye koşarak yanına geldim,elimde babamdan gelen zarf ona doğru uzattım.
Beyaz yastığının içine günlerdir gömülü olan başını zorlukla kaldırdı. İyice zayıflamış esmer yüzünü sıkıntıyla ekşitirken, yavaşça doğruldu. Her gün biraz daha donuklaşan ve irileşen siyah gözleri biraz olsun parlamıştı aniden. Titreyen elleriyle mektubu elimden bir çırpıda alıverdi.
Karşısına dikildim, gözlerimi üzerinden ayırmadan, son bir hamleyle kendini toparlayıp satırları takip eden bakışlarını izledim.Bir daha sayfanın üstüne kaldırdı gözlerini,anladım ki tekrar okuyordu.Aynı bakışlar, aynı satırları, aynı hüzünle tekrar okumaya başlamıştı.Gitgide aşağıya doğru indi gözleri,bir noktada durdu öylece.Sonra tam karşısındaki açık yeşil duvarın üstüne çakıldı.Bir zamanlar elleriyle küçük sarı çiçekler işlediği parlak kırmızı kumaşa sarılı kuran’da takılı kaldı.Hiç boş değildi bakışları,ağzı kendiliğinden kıpırdanıyordu. Belli ki sessizce dua ediyordu. Başını tekrar mektubun üzerine düşürdüğünde merakımı bastıramamıştım artık.
“Anne,babam nasılmış? Ne diyor? Bana da okur musun?”Cevap vermedi. Ya da veremedi.
Kafasını geriye yasladığını gördüm önce.İki eliyle sarmaladığı mektubu göğsüne yasladı,gözlerini kapatsa da sıkıca,yaşların dışarıya süzülmesini engelleyememişti.Annem ağlıyordu sessizce..Acaba,babama bir şey mi olmuştu.Şimdi onun yanında olsaydım,çatılmış kaşlarıyla etrafa bakan suratını görebilseydim keşke.
“Anne,ne oldu?Neden ağlıyorsun?Anne korkuyorum”
Ellerini tutup sarsmaya başladım. O kadar korkmuştum ki ilk aklıma gelen şey babamın ölmüş olduğuydu. Kemikleri iyice dışından belli olan zayıf parmaklarının ucuyla gözyaşlarını sildikten sonra,zorlukla cevap verdi.
“Kızım, merak etme baban iyiymiş. Birkaç güne kadar karada savaşmaya başlayacakmış. Bu yüzden bir süre yanımıza gelemeyecekmiş. Artık gelişi aylar sonrayı bulur.”
“Sen ağlayınca, ben de kötü bir şey olduğunu sandım. Neden ağladın anne?
Cevap vermedi, mektubu özenle katlayıp, başını tekrar koyduğu yastığının altına soktu.Yavaşça arkasını döndü.Uyuduğunu düşünmüştüm ki, bir şey daha mırıldandı.”
“Üşüyorum.”
Karada muharebe başlayalı neredeyse bir ay olmuştu. İlk günlerde bunun bir savaş değil,sonu hiç gelmeyecek bir kıyamet olduğunu sanmıştım.Ölmemek mümkün olamazdı.Düşmanla aramızdaki siperler bazen sekiz metreye kadar iniyordu.Kafalarımızın üstünden,yanından,kulağımızın dibinden sürekli mermiler geçiyordu.Ayaklarımızın dibine bir askerin kopan kolu, bacağı ,ya da kafası düşüyor,şanslı olanlar ise parçalanmadan ölüyorlardı.Her bir kopmuş insan parçası duygularımızı biraz daha uyuşturuyor,acıyıp üzülmek ya da iğrenmek yerine daha çok saldırmak için bir sebep oluyordu.
Toprak kahve rengini kırmızıya gömmüştü. Her yer, her adım ceset kaynıyordu.Bazen onların üstünde savaşmak,ya da onların üstüne düşerek ölmek gerekiyordu.Şehit olan her askerin yeri hemen dolduruluyordu.Bazen yeni gelen asker daha hiç ateş açamadan ölüyordu.Savaşamadan savaşta ölmek, sadece bu kıyamete münhasır olmalıydı.Bu bir savaş olamazdı.Evet bu kesinlikle bir kıyametti.
Hiçbirimiz hayatta kalmayı düşünmüyorduk, aklımızda olan tek şey daha fazla düşman öldürmekti. Tek duamız mümkün olduğu kadar çok öldürüp öyle şehit olmaktı.
Sıcakların basmasıyla beraber kan kokusu daha bir ağırlaşmıştı. Sinekler her yanımızı işgalciler gibi sarmıştı. Yediğimiz kuru ekmeklere bile ortak oluyor, ağızlarımızın içlerine kadar girmeyi başarıyorlardı.Onlardan tiksinmek ve hiç susmayan vızıltılarına eskisi kadar sinirlenmek artık mümkün değildi.
Taarruz anında, bir dakika öncesi ya da bir dakika sonrası yoktu hiç birimiz için. Açlık, uykusuzluk, sıcak, susuzluk gibi doğal ihtiyaçları unutalı çok olmuştu. Allah’ın verdiği son nefes tüketilinceye kadar savaşılacaktı ve öldürdükten sonra ölünecekti.
Böylece geçip giden günlerin arasında, yatağıma yattığım anda aklıma ilk gelen karımla kızım oluyordu.Her an onlarla ilgili kötü bir habere hazırlamaya çalışsam da kendimi,bir türlü korkumu yok edemiyor,en fazla görmezden gelebiliyordum. Gündüzleri içinde yaşadığım kabus yerini, derin bir sükunete bırakıyordu.Başımı koyarak,kalleş işgalcilerden korumaya çalıştığım İstanbul,sırtımdan vurmasın istiyordum.
O akşam henüz çadırıma girmiştim ki, her zamankinden farklı bir duruşla dışarıda beliren gölgenin beni bu gece uyutmayacağını hissetmiştim.
Ayaklarım geri geri gitmek istese de kapıya doğru ilerlemeye başladım. Ben gittikçe o benden uzaklaşıyordu sanki. Küçücük çadırım dev bir alana dönüştü birden. Kapımda duran felaketime ulaşamayayım diye yardım edercesine, dört bir yanı genişledi,dönmeye başladı hızlıca.Tutunacak bir yer aradı gözlerim,bulamadı.Ben gidemeyince o bana geldi.
“Komutanım İstanbul’dan bir telgraf geldi size.”
Belimdeki silaha davrandım hemen.Yoktu,bulamadım.Oysa düşmanlardan birisi karşımdaki askerin elindeydi,az sonra bana acımadan kıyacaktı,o beni yok etmeden, ben onu öldürmeliydim.
Onu silahımla öldüremeyeceğimi hatırlayınca, titreyen dizlerimle tökezleyerek önünde çakıldım ve hayatımın en büyük acısına teslim oldum.
Albay Hafız Halit Bey’e (20.Mayıs.1915)
Emin olunuz ki,bu haberi size ben bildirmek hiç istemezdim ama görevim gereği bunu yapmak zorundayım.
Maalesef, zevceniz Hadiye Hanım,amansız hastalığına yenik düşmüş,dün öğle vakti Hakkın rahmetine kavuşmuştur.
Cephede olmanız durumundan dolayı defin işlemine katılamayacağınızı düşündüğümden, zevcenizin toprağa verilmesiyle ilgili her türlü vazife tarafımdan yerine getirilecektir.Kızınız Nezahat de siz savaştan dönene kadar himayemdedir.Kendisine öz evlatlarım gibi babalık edeceğimden şüphe etmeyiniz.
Muhtar………..
“Komutanım iyi misiniz?”
Karşımda,birkaç saat önce omuz omuza savaşırken emirler yağdırıp aslan kesilerek titrettiğim askerim,gözlerimde bir çocuk gibi durdurmayı beceremediğim yaşlar.
İşte bu koskocaman çelişki bir kez daha hayatın ne olduğunu fısıldamıştı kulağıma.
Kocaman olmuş ürkek bakışları çarpınca sırılsıklam olmuş zavallı gözlerime, karar vermem gerektiğini anladım.Ya acıma teslim olup insan olacak ya da allahsız düşman karşısındaki asker olacaktım.
“Komutanım…?”
“Yarın sabah iki günlüğüne İstanbul’a gidiyorum asker.Siz siperdeyken de gözüm üstünüzde olacak.Yüzümü yere düşürmeyin,hepinizi tek tek kendi ellerimle vururum.”
“Emredersiniz komutanım.”
Evimi gördüğümde, ilk fark ettiğim kapının dışına düzensizce bırakılmış,az çok tanıdığım ayakkabılar, kızımın yalnız olmadığının müjdesini verdiklerinden yersiz bir huzur hissetmiştim.
Bir yabancı gibi usulca yaklaşıp, içeriden gelen sesleri dinledim.Okunan duaları duydum önce,sonra daha derinden gelen kesik bir ağlama sesi.Nezahat’imin sesiydi bu.Bütün cesaretimi toplayarak kapıya vurdum.
Sisli ve kalabalık odanın tam ortasına yatıyordu Hadiye’m. Ölü bedeni küçücük bir çocuk gibi duruyordu.Sanki beyaz çarşafa sarınmış ufak bir engebeden ibaretti.Canlı hatıraları üşüşünce bir bir aklıma,gülüşünde buruk sevincimi,ağlayışında acımı ve pişmanlıklarımı yaşadım.
Odadan içeri adım attığım anda bütün dualar susmuş,okunan kitaplar bir bir kapanmıştı.
Hiç kimseyle göz göze gelmeden hızlıca yanına gelip başucunda dizlerimin üstüne düştüm.Elim hiç titremeden bir çırpıda yüzünü açtım,gri beyaz soğuk alnına son bir öpücük kondurup kulağına tek bir cümle fısıldadım.
“Vatanı kurtarıyordum..”
Babam eve geldiğinde annem öleli bir gün olmuştu. Son günlerinde hiç konuşamaz,bir yudum su dahi içemezdi.Komşuların sıklaşan ziyaretlerinden çok,zaten günler öncesinden gönderdiği ruhunun yokluğu anlatmıştı bana annemin yakın bir zaman içinde öleceğini. Anasızlıkla nasıl baş edeceğimi bilemesem de babamı karşımda görmek çok iyi gelmişti.Artık annem yoktu ama hep gurur duyduğum babam her gün ölümün kıyısında yürümesine rağmen hala hayattaydı.
Beni kime emanet edeceğini çok merak ediyordum.Hayatımın bundan sonraki kısmını nerede ve kiminle geçireceğimi bilmiyordum henüz.Aslında burada kimsesiz kalmak beni çok korkutuyor ve üzüyordu.Artık babamla konuşmanın zamanı gelmişti.
Bugün,annem gömülmüş,herkes yine evimize toplanmıştı.Babam yanındakilerin konuşmalarını hiç duymuyor gibi,ağzından tek bir kelime çıkmadan bir köşede yıllardır duran küçük tahta sandalyenin üstünde, eline tutuşturulan bir bardak çayla yere bakarak oturuyordu.
Yavaşça yanına gidip, karşısına dikilerek beni fark etmesini bekledim bir süre. Öylece, saçlarında yeni yeni çoğalmaya başlamış beyazlarına bakarken,kafasını kaldırdı aniden.Düşünmüş ve kararını vermişti.Ben sormadan o söyledi;
“Nezahat,eşyalarını topla kızım benimle cepheye geliyorsun.”
Bir an için acımı unutacak kadar sevinmiştim.Babamın yanında olacaktım,hep onu görebilecektim sonunda.Sonra bir sürü asker de olacaktı..Evet savaş yapılıyordu ama bende işe yarayabilirdim mutlaka.Bazen yaralananlarla ilgilenir,bazen de yemek pişirmeye yardım ederdim.Hatta silahları bile yakından görebilecektim,belki babam bir tabanca tutmama bile izin verirdi.Allah annemi almıştı ama babama kavuşturmuştu beni.
Daha önce utandığım için çok istesem de hiç yapmamıştım ama şimdi yanağına kocaman bir öpücük kondurdum babamın. O da beni öptü alnımdan, şöyle hafifçe sırtımı sıvazladıktan sonra,
“Toparlan bakalım, yarın şafakla yola çıkıyoruz.”dedi.
İkimizin de elinde birer küçük bavul, kaderimize doğru yola çıktık..
Anasının öldüğü andan itibaren hep aklımda bu soru vardı; kızımı kime nasıl emanet edeceğim? Ne zaman döneceğim belli değil, döner miyim dönmez miyim o da belli değilken bir kız çocuğunu akrabam dahi olmayanların insafına terk edip de nasıl savaşabilirdim?
Götürdüğüm yer, kan ve barut kokusundan ibaret, her an insanların öldüğü bir cehennemdi ama en azından benim cehennemimdi. Başka hiçbir yolu yoktu. Kızım benimle gelecekti.
Yol boyunca, babam cephede nasıl yaşanıldığını,benim neler yapmam gerektiğini anlatıp durdu.O anlattıkça içimdeki sevinç yerini korkuya bırakmaya başlamıştı.
“Biliyorsun kızım,cephede yaşamanın bazı kuralları olacaktır.Ben yanında değilsem kesinlikle çadırdan dışarı çıkmayacaksın.Düşmanla karşılıklı saldırı anlarında sana gösterdiğim yere saklanacak ve ben gelip seni çıkarıncaya kadar da olduğun yerde bekleyeceksin.Bu bazen saatler sürebilir.”
“Tamam baba.”
Beni nelerin beklediğini az çok anlamaya başlamıştım. Hayalini kurduğum bir hayat olmayacağı kesindi ama olsun babamın yanında olacaktım.
(Çanakkale…)
Cepheye vardığımızda şaşkınlıktan ağzım açık kalmıştı.Her yer o kadar kalabalıktı ki,bazıları kümeler halinde yere oturmuşlar,iştahla ne olduğu anlaşılamayacak kadar bulanık görünen yemeklerden yiyorlar,bazıları sürekli hareket halinde ayrı ayrı yönlere doğru gidip geliyorlardı.Birkaçının ellerinde kocaman silah vardı,birkaç tanesi de ayakta ciddi ciddi konuşuyorlardı.Sanki birbirinin tıpatıp aynısı olan bir sürü erkek,bir araya gelmiş,aynı kıyafetleri giymiş,saçları aynı boyda kesilmiş,aynı sesleri çıkarıyorlardı.Aralarındaki konuşmalar sanki hep aynı şeyi anlatıyordu.Birisi hariç.
Onu diğerlerinden ayıran iki şey vardı. Birincisi,diğerlerinin ciddi ifadelerine rağmen o gülümsüyordu.İkincisi de onun saçları da benimkiler gibi kınalıydı.Askerden çok bir çocuğa benziyordu,burada savaşabileceğine inanmak güçtü.Giysisi diğerleriyle aynı olmasa onun da benim gibi bir komutanın çocuğu olduğunu düşünecektim.
“Kınalı Ali,gel bakalım buraya.”Diye seslendi babam birden.
“Emredersiniz Komutanım.”
Bir çırpıda yanımızda bitti.İnce çelimsiz vücuduna göre biraz daha büyük bir kafası vardı.Ortası tamamen turuncuya boyanmış,kenarları kahverengimsi kalmış tuhaf kısa saçları,kocaman,korku dolu bakışlarıyla karşımızda öylece kalakaldı.
“Kızıma,senin şu cevizli sucuklardan getir bakalım.”
“Emredersiniz Komutanım.”Bir anda yok oldu karşımızdan.
“Baba,cevizli sucuk da ne?”
“Ye bakalım beğenecek misin?Bizim Kınalı’ya anası yollar köyden.”
Elinde sarı bir karton kutu geri geldi.
“Buyurun Komutanım.”
“Al kızım.”dedi babam. Elimi kutunun içine daldırıp bir tane aldım.İlk parçasını ısırdığımda aldığım lezzet muhteşemdi.Hemen bir tanesini hızlı hızlı yedim.O kadar çok beğenmiştim ki hepsini bana versin istedim.Babam iki tane daha alıp gönderdi Kınalı Ali’yi.
Bir ömür boyu sadece cevizli sucuk yiyerek yaşayabilirim diye düşündüm.Ondan ayrıldıktan sonra hayat boyu bir daha asla yiyemeyeceğimi bilmeden.(2139)
01-04-10
Akşam olmuş,ağır bir koku sarmıştı her yanımı.Renkler de solmuştu birden bire.Artık nerede olduğumun daha bir farkındaydım.Babam çadırının içinde benim için hazırlattığı yatağımı gösterince uyku vaktinden çok uyanma vaktinin geldiğini anlamıştım.Yıllar sürecek ve ne zaman biteceği belli olmayan bir uyanmaydı bu.Yaşayacağım yer hem baba hem de asker ocağıydı bundan sonra.
O gece deliksiz bir uykuyla ertesi gün yaşayacağım vahşete hazırlanmıştım haberim olmadan.
Daha önce hiç duymadığım kadar büyük bir gürültüyle,ağzımdan çıkmak üzere olan kalbimi susturmaya çalışarak çığlık çığlığa fırladım yataktan.Babam delirmiş gibi sağa sola dönüp duruyordu.dışarıdan bağırışlar kulaklarımızı sağır edecek kadar acı ve korku doluydu.
“Komutanım,komutanım saldırıya geçtiler…”Babamın suratında korkunç bir telaş,sanki daha önce hiç düşünmemiş,bir o kadar da hazırlıksız yakalanmış gibi beni nereye saklayacağını aranıyordu.Oysa dışarıdan askerler hiç durmadan babamı çağırıyor,silah sesleri birbiri ardına ve hiç durmadan patlarken benim ağzımdan tek bir kelime dahi çıkmıyor öylece babamı izliyordum..
“Hayır,olamaz..vurdular..Halil öldü komutanım…komutanım….”
“Masanın altına gir Nezahat. Tamamen sesler kesilene kadar sakın çıkma.”Dedi ve çekip gitti babam.
İnsan sesleri biraz uzağımda…İnsanın acı dolu sesleri..Allah’a yakarmalar..bağırmalar..birbiri ardına içimi titreten “ah” iniltileri..Ölsünler istiyordum.Acı çekmeden şehit olsunlar..Bu “Ah”lara canım dayanmıyordu artık.Dışarıda herkes kan içinde yüzüyordu belli ki,belki birazdan bende ölecektim.Belki de babamdı o “ah”lardan birisini söyleyen.
Her bir top atışında toprak yerden yukarı doğru sarsılarak gümbürdüyordu. Beni ölümden koruyan tek şey üstümdeki çadır beziydi. Masanın altından emekleyerek çıktım.Belki babamı görebilirim diye ümit ederek kafamı çadırın kapısının arasından çıkardım.Önce yeri gördü gözlerim,olağanüstü bir şey yoktu. Kafamı yavaşça yukarı kaldırdığımda ise tozdan ,gri koskoca bir bulut bütün göğü karartmıştı.Alevlerin en tepe noktaları da aydınlatmasa etrafı, gece olduğunu zannedecektim.Göz gözü görmüyordu.Ne babamı ne de bir başkasını göremiyordum.Savaş ne kadar uzağımda olabilirdi ki?
Eğer cephede,savaşın içinde değilseniz,kulaklarınızın bugüne kadar duyduğu hiç bir şey gürültü olamazdı.Buradaki ses, insanın bedeninin içinde kopan bir gümbürtüydü,üzerine bastığınız zemin,vücudunuzun her bir zerresi,saç diplerinizden,ayak uçlarınıza kadar sarsıntıyla hissedilen bu ses…kıyametin ve savaşın sesiydi.İşte ben bu sesin içime saldığı korkuyla,kulaklarımı ellerimle kapatarak tekrar masanın altına hızlıca girip,gözlerimi kapattım.
Sadece ettiğim duaları duymak için,bağıra bağıra Allah’a babamı koruması için yakarmaya başladım.Ne kadar sürdü bilmiyorum.Dualarım bittiğinde,sesler de kesilmiş saatler geçmişti belli ki.
“Nezahat,kızım..”diye seslendi yavaşça,onun sesi,hayatta olduğunun müjdesi saatler sonra ilk kez kıpırdamama sebep oldu.
Masanın altında,sol köşesinde dizlerini suratına kadar çekmiş bir halde,elleriyle yüzünü kapatmış öylece duruyordu zavallı yavrum.Korkusuyla baş başa kalmıştı bütün bir gün.Kızımı korumak nasıl mümkün olacaktı bu patlayan silahların arasında bilemiyordum.Tek bildiğim Allah’a hiç olmadığı kadar onu sakınması için etmem gereken dualardı.
Bir sürü yaralı vardı dışarıda.Bir sürü de şehit vermiştik.Bugünkü saldırı beklenmedik bir anda ama hazırlıklı olarak yakalandığımız bir baskından ibaretti.Bir süre sonra gece baskınlarının olabileceği haberi de kulaktan kulağa yayılmaya başladığından savaşın en hararetli zamanına denk geldiğine üzülüyordum kızımın.Bunlara alışmak zorundaydı.Bu korkular onu bir gün korkusuz yapacaktı kuşkusuz.
“Baba..İyisin değil mi?”
“İyiyim kızım,gel saldırı bitti.Çıkabilirsin artık.”
Elimi uzatıp onu yavaşça dışarıya çektim. Bütün gün açlıktan sararmış, ağlamaktan kararmış suratını öptüm defalarca. Onu,İstanbul’a geri göndermek geçtiyse de aklımdan,hemen vazgeçtim.Güvende olabileceği tek yer,savaşın tam ortası,yani burasıydı.
Günler geçtikçe seslere de şehitlere de yaralılara da alışır hale gelmiştim.İlk günlerdeki korkularımın yerini daha çok hırs alıyordu.Babamlar bir arada konuşurken, söylediklerini dinliyor,onlar gibi ben de savaşmak istiyor,düşmanın karşısında bu toprakları ben de korumak istiyordum.Bir gün ben de silah tutmayı öğrenip ateş edebilmeyi çok istiyordum.Bir de babamı atının üstünde gördükçe,bana da at binmeyi öğretsin diye yalvarır olmuştum.Her zaman aynı cevabı veriyordu.
“Dur bakalım.”
Sıcaklar iyiden iyiye bastırmış,Sinekler en büyük sıkıntım olmuştu.Artık babam çadırdan çıkmama izin veriyor,asker ağabeylerle arkadaşlık etmemde bir sakınca görmüyordu.
“Onlar benim oğullarım,sen de kızımsın ve hepsi senin ağabeyin sayılırlar.Benim olmadığım zamanlarda sen onlara emanetsin,sözlerinden dışarı çıkma sakın”
Kendimi iyice onlardan birisi gibi görmeye başlamıştım artık. Babam ve ağabeylerim savaşmaya gittiklerinde ben de onlara dualar ediyor,ölmeden geri dönmeleri için Allah’a yalvarıyordum.Silah ve top seslerine de alışmıştım yavaş yavaş.Yine her zamanki gibi ilk gümbürtüler patladığında masanın altına kaçsam da bir süre sonra tekrar dışarı çıkıyor,çadırın dışında ötedeki toz duman havayı seyrediyordum.Bir gün gelecek bende birkaç adım atmaya cesaret edecektim nasılsa.
“Bak Nezahat”Dedi Kınalı Ali. “Bu elimdeki silahı tutmayı öğreteceğim şimdi sana.”
Tam karşıma geçti.
“Beni iyi izle,sonra da sen yapacaksın.”
“Ayaklarını omuzlarının hizasında açacaksın,bak böyle.Sonra dümdüz karşıya bakacaksın ve dik duracaksın.Silahı iki elinle sıkıca kavrayıp,tam şuraya göğsünün hizasında ve ortasında,öne doğru tutacaksın.Gördün mü bak böyle.Kolların dümdüz olacak.Düşmana nokta atışı yapacaksın.Anladın mı?”
Anlamış gibiydim.Yapabilirdim.
“Bende denemek istiyorum.”dedim
“Tamam al bakalım,içinde mermi yok,korkma.Şimdi söylediklerimi bir bir yap.”
Silahı elime aldığımda çok heyecanlanmıştım.Aynen dediklerini yaptım.
“Aferin sana Nezahat,iyi bir asker olacaksın sen,bu ilk dersti,daha sonra tüfek tutmayı da öğreteceğim sana.”
Kınalı Ali buradaki en iyi arkadaşım olmuştu. Babam,bana silah tutmasını öğretmesini istemişti ondan.Belki at binmeyi de ondan öğrenecektim.
Kızımın artık savaş ortamına alışmış olması beni de rahatlatmıştı. Burada daha kolay vakit geçirebiliyor,ilk günler hiç gülmeyen yüzü,biraz da Kınalı yüzünden artık güler olmuştu.Onunla arkadaşlık yapması benim için de iyi olmuştu.Kınalı Ali çok cesur ve cephede en çok sevilen askerlerdendi.Kızıma sürekli şakalar yapıyor,onu güldürmeyi beceriyordu.Tek istediği düşmanla karşılıklı savaşabilmekti ama daha eğitimini tamamlanmamıştı,Bu yüzden onu ve diğer yeni gelenleri cepheye göndermiyorduk.
Nezahat de onların yaptığı her şeye heves ediyor,onlar gibi asker olmak istiyordu.Oyuncakları silahlar olmuştu öyle ki silah tutmayı öğrenmeye başlamış,hatta isabetli atışlar bile yapmaya başlamıştı.Bazen içimden keşke oğlan olsaydı diye geçiriyor olsam da kızımın nice erkeklere taş çıkaracak cesareti de beni gururlandırmıyor değildi.Hiç korkmadan yaralı askerlerin yardımına koşuyor,onları teselli etmeye çalışıyor,ilk günlerde bakmaya çekindiği kanlar içinde kopmuş,kesilmiş,parçalanmış bedenlere pansuman yapabiliyor,cephedeki sağlıkçılara yardım ediyordu.Çoktandır at binmeyi de istiyordu benden,düşecek,bir yerini kıracak korkusuyla izin vermiyordum ama sanırım artık ona engel olmak doğru olmayacaktı.Yani o bu cehenneme, ben de savaşın ortasındaki kızımın varlığına iyice alışmıştım.
Cepheye geldiğimden beri sayısız ölüyle karşılaşmıştım.Ama sadece onun açık kalmış gözlerini kapatabilmiştim.Canım dostum,buradaki en iyi arkadaşım Kınalı Ali,komutanının tüm uyarılarına rağmen diğer arkadaşlarını da peşine takarak Gelibolu’yu kurtarmaya koşmuştu.Yüreğini eline alarak, gittiği cehennemden,yanındakiler dahil hiç kimse geri gelememiş,diğer bütün şehitler gibi onlar da cennete gitmişlerdi.Kınalı’yı kaybettikten sonra,Çanakkale’ye dair en güzel anılarım hayatım boyunca aklıma üşüştüklerinde, boğazımda düğümlenen birer sancıya dönüşeceklerdi.
Kızım, Kınalı’nın şehit düşmesinden sonra günlerce sessizliğe büründü. O çok sevdiği silahlara el sürmüyor,at binmeyi bile istemez olmuştu.Bu, onun anasından sonraki en büyük acısıydı.Küçücük hayatına sığdırdığı bu yükler, ileride bir erkekten daha da güçlü hale getirecekti onu belki ama yine de baba yüreğim onun bu kadar hırpalanmasına dayanamaz olmuştu.Bir an önce savaş bitsin,kızımın eziyeti de son bulsun ister olmuştum.
Anafartalar cephesinde,21 Ağustos günü başlayıp,sekiz gün süren taarruz karşısında aldığımız zaferle,Anzaklar hüsrana uğramış ve çok önemli üç tepemiz daha elimizde kalarak bu savaştan galip çıkma ihtimalimiz bir hayli artmıştı.Aslında, onların da, bizimde gücümüz kalmamıştı.Bir an önce işgalcilerin geri çekilmesini bekliyorduk ama tek bir asker kalana kadar da savaşmaya and içmiştik.
İstediğimiz olmaya başlamıştı.
Artık İstanbul’un Türklere ait kalacağından emin olan itilaf devletleri,sadece onurlarını ve ölülerini burada bırakarak çekilmeye başlamışlardı.29 Ağustos günü ellerimizdeki silahı bırakmış,düşmanın,eğilerek topraklarımızdan çıkışını,iliklerimize kadar hak ederek hissettiğimiz bir saygınlıkla izlemiştik.
Bu eşi benzeri görülmemiş şanlı zafer Türkleri, bütün dünyanın hafızasına, toprağı için ölmekten asla çekinmeyecek bir millet olarak kazıyacaktı.
Çanakkale, memleketimin başka ülkeler tarafından ne kadar çok istendiğini,ne kadar kıymetli olduğunu,onu korumanın bedelinin ölüm olduğunu anlatmıştı bana.Yüzlerce insan, kendilerine verilen hayatı hiç yaşayamadan,istekle ve korkusuzca son nefeslerini bu toprakların üstünde vermişlerdi.Bu da bana, vatan tehdit altındaysa hiç çekinmeden ölmek gerektiğini öğretmişti.Bunun genci- yaşlısı,kadını-erkeği olamazdı.Bende anlamıştım ki şehit mertebesiyle ödüllendirilmek kadar onurlu bir son olamazdı.
Savaşımız zaferle sonuçlandıktan sonra,babamla bir süreliğine İstanbul’a döndük,artık anamın hatıraları ile dolu evimiz,onun her zaman çiçek kokan teni yerini,bayatlamış geçmişimizi içeri girer girmez suratımıza üfleyen bir küf kokusuna bırakmıştı.
Tuhaf bir yabancılık,alışkın olmadığımız bir sükunet sarmaladı ikimizi de.Bu ev,kapılarını ardına kadar açıp içine alamamıştı bizi.Ait olduğumuz yere dair başka,bambaşka bir şey fısıldıyordu.
Birbirinden farklı hale getirmek için çabaladığımız, bomboş geçen,anlamını kahramanlık zamanımızda bırakan günlerimiz gelip geçiyordu.Kızım da ben de sessiz,sedasız,yaşadıklarımızdan pek de bahsetmeden bir arada yaşamaya çalışıyor,iliklerimize kadar işlemiş cephe aşkımıza kavuşmak için,o müjdeli haberi bekliyorduk.
Yine aynı rüyayı görmüştüm işte..
Gümbür gümbür patlayan top seslerinin içinde kulaklarımı kapatarak altına saklandığım masanın üzerime düşerek beni ezmesi,bağırmama rağmen sesimin hiç çıkmaması ve masanın altından beni çıkaran Kınalı’nın ellerinin ellerime dokunuşu..
Bu sabah daha erken kalktım.Henüz sabah ezanı okunuyordu.Kınalı’yla buluştuğum her gecenin sabahı daha erken kalkmaya alışmıştım.Onu o kadar çok özlemiştim ki,bazen bende savaşta,savaşarak onun gibi ölsem,onun yanına gitsem diye tarif edemediğim bir istek duyuyordum..
“Nezahat?Neden bu kadar erken kalktın?”
“Uykum kaçtı,kahvaltı hazırlıyorum baba.”
“Tamam kızım,namazdan sonra.”
İçimden babamın namaz kılarken Kınalı’ya da dua etmesini istesem de bunu ona söylemeye cesaret edememiştim.Onun,bana vatan aşkıyla ölmek kadar değerli başka hiçbir aşk olmayacağını öğreten kişi olduğunu son günlerimde anlayacaktım.
Her namazda şehitlerimizin ruhuna okuduğum dualarımın yerini bu sabah,tekrar cephelere dönüp,savaşmak için ettiğim dualar almıştı.Allah’ın bu kadar çabuk kabul edeceğini bilmiyordum.
“Albay,Hafız Halid?”Kapıda bir asker,elinde bir kağıt.Kalbim küt küt atmaya başlamıştı.İşte gidiyorduk.
“Komutanım,Kütahya-Gediz Cephesine atandınız.Hayırlı olsun.”
Çanakkale zaferini, yüreğimin en görünen yerine astıktan sonra,vatan için,kızımla beraber savaşmaya devam ediyorduk.Bundan sonra, emrime verilen yetmişinci alayla beraber, Kütahya’ya gönderildik.
Askerlerim,kızım ve ben şimdi de Gediz Cephesinde Yunanlılara karşı,memleketi müdaafa edecektik.Nezahat cephelerde büyüyerek bir asker gibi düşünmeye,davranmaya,hissetmeye başlamıştı.Ölümden değil,kaybetmekten korkar olmuştu.Artık onu tekrar bir kız çocuğu haline getirmek olanaksız ve gereksizdi.
Çanakkale zaferini, yüreğimin en görünen yerine astıktan sonra,vatan için,kızımla beraber savaşmaya devam ettim.Bundan sonra emrime verilen yetmişinci alayla beraber, ilk önce İzmit’e daha sonra da Kütahya’ya gönderildik…
Bazı insanlar savaşmak için doğmuştur.Eğer ortada inançlarına ters düşen,şereflerini zedeleyecek bir neden varsa,düşmanın saldırılmasını bekleyemez,bizzat kendileri savaşın sebebi olurlar.İşte ben böyleydim.İşte,kızım da böyleydi..