Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferle beraber medeniyet ışıklarını taşıyan Kahraman Türk Ordusu, Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmasından sonra kurulmuş, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı büyük bir başarıyla bitirmiş olan bir ordudur.
Türk Ordusu, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yani Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuran halkın ordusudur ve dünyanın hiçbir yerinde önce meclis sonra da ordu kurulmamıştır. İşte Türk Ordusu’nun en büyük özelliklerden sadece bir tanesi işte budur. Bütün dünya devletleri Kahraman Türk Ordusu’nun Şanlı tarihini araştırıp inceledikçe, bu orduyu bağrından çıkaran Türk topluluğunun bütün mensuplarını ebediyen saygı ile anacak ve takdir edeceklerdir.
Başta, Türk Bağımsızlık Savaşımızın Büyük Önderi Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak her şeyimizi borçlu olduğumuz Türk Ordusunun mensuplarından bazıları şehitlik mertebesine ulaşırken, bazılarının da Cumhuriyet döneminde ya “Siyasi Suikast” ya da “Siyasi Komplo” sonucu ile öldürüldüğü iddialarının yer aldığı yayınlar bulunmaktadır. Bu konuda bazı kişi ve kesimler farklı fikir ve düşünceleri ortaya koymuştur, ancak, 1843’ten o günkü tıbbın ulaştığı düzey içinde, konunun uzmanları tarafından Adli Otopsi yapılmadığından kesin bir yargıya varılamamıştır. Bu sebeple gerçeği hiçbir zaman bilemeyeceğiz.
Bu yayınlardan bir tanesi, siyaset – politika – tarih kategorilerinde ders kitapları da bulunan eğitimci yazar Rahmi Akbaş’ın “Mareşal Fevzi Çakmak, 1876 – 1950” eseridir. Sayın Akbaş’a göre, …“ Türkiye Büyük Millet Meclisi ordusunun 2’nci, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve büyük önderi Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ten sonraki ikinci ve son Mareşali, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ilk Genelkurmay Başkanı Mustafa Fevzi Çakmak siyasi bir suikast sonucu öldürülmüştür!..
Tarih, tarihsel olaylar ve kişiler, Türkiye ve Cumhuriyet Tarihi kategorilerinde eserler yazmış Türk yazar Nilüfer Hatemi, “Mareşal Fevzi Çakmak ve Günlükleri, I-II” de; …”Son defter olan, VI. Defterin kapağında “Temiz Bloknot No: 1665” yazısı basılıdır ve Mareşal sadece dört sayfasını kullanabilmiştir. Bu günlük 23 Mart 1950 ile 2 Nisan 1950 tarihleri arasında son günlerini geçirdiği hastanede tutulmuştur. Fevzi Çakmak’ın 10 Nisan 1950’deki ölümünden önce yazdığı son saatler olan bu dört sayfa oldukça zor okunan ama yazanın dünya ve Türkiye ile hâlâ ne kadar yakından ilgili olduğunu göstermesi bakımından son derece ilginçtir. Ciddi sağlık problemleri içinde, hastane ortamında hayata ve gerçeğe olabildiğince sıkı tutunmaya çalışan, okuyan, düşünen ve ısrarla yazan bir kimse olarak Fevzi Çakmak okuyucuyu çok şaşırtacaktır.” demektedir.
Mareşal Fevzi Çakmak Öldürüldü mü?
(—)”Mareşal Fevzi Çakmak Paşa’nın ölümü, bazı çevreler tarafından gazete demeçleri ile geçiştirilirken, bu ölümün örtbas edildiğini ve belki de arkasında bir büyük komplonun olabileceğine inanların da sayısı oldukça yüksekti. Hastalanıp iki ameliyat geçirdikten sonra vefat eden merhum Mareşal’in ölümüyle ilgili olarak en bariz açıklama, 1906’da evlendiği eşi Fitnat Hanım’dan gelmiştir. Fitnat Hanım, Mareşal’in aynı zamanda dayısının kızıdır ve hastane günlerini şu şekilde anlatmaktadır:
…”1949 yılının yazında Atatürk’ün hediye ettiği Çankaya’daki evimizden Erenköy’deki yazlığa tatile geldik. Paşa, o günlerde biraz soğuk almıştı. Zatürree olmasından korkarken bir başka hastalıktan yatağa düştü. Ameliyat olması gerekiyordu. Paşa’yı Teşvikiye Sağlık Yurdu’na yatırdık. Başhekim İbrahim Bey’di. Birçok operatör de ayrıca eşimin sağlığıyla ilgileniyordu.
Ameliyattan bir gün önce, o güne kadar hiç görünmemiş olan bir doktor ortaya çıktı. Adı Fevzi Taner’di. Bir karışıklık arasında ilk ameliyatı bu doktor yaptı ve ertesi gün de bütün gazeteler Mareşal’e yanlış ameliyat yapıldığını yazıyorlardı. Ameliyatı yapan doktor bana gelerek yalvardı ve …“Beni çekemiyorlar da ondan böyle söylüyorlar, ne olur gazetelere ameliyat normal olmuştur diye beyanatta bulunun,” diye rica etti. Ben de söylediğini yerine getirdim. Getirdim ama içme kurt düşmüştü.
Mareşal’i hastaneden çıkarmış ve tedavisine evde devam ediyorduk. Sıhhati iyi idi, fakat ara sıra dalıyordu. Bir gün bankadan para çekmek için Mareşal’in imzası gerekti. Para çekme kâğıdını imzalaması için uzattım. Hiç bakmadan imzaladı. Bu duruma çok üzüldüm. Zira okumadan hiçbir şey imzalamazdı. Odaya çekilip ‘Paşa böyle olacak adam mıydı?..’ diye ağlamaya başladım. Bu sırada eve doktor geldi ve ağlayışımın sebebini sordu, anlattım.
Ertesi gün yeniden geldi ve çok acayip karşıladığım şu teklifi yaptı: …”Çok masraf gerekiyor. Bütün bunları nasıl temin edeceksiniz?”
Gerekirse evimizi satıp karşılayacağımızı söyledim. Cevabı şu oldu: …”Hükümet sizin istediğiniz yerden bir apartman ve bir miktar para vermek istiyor.” Şaşırmıştım! Hükümet bir Mareşaline yardım elini uzatmak istiyorsa herhalde apartman vermezdi. Eğer tedavisini yapmak istiyorlarsa o başkaydı. Oysa apartman teklif ediliyordu. Bu apartman neye karşılık olacaktı? Mesele çok geçmeden anlaşıldı. Çok partili devire girişimizin bütün hareketliliğini yaşıyorduk. Gençler devamlı olarak Mareşal’i evde ziyaret ediyorlardı. Paşa C.H.P. karşısında kuvvetli bir muhalefet lideriydi (Bakınız: Millet Partisi). Dr. Fevzi Taner bana apartmanı, Mareşal’i siyasetten çekmeyi temin edebilmek için rüşvet olarak teklif ediyordu!
Böylece çirkin bir harekete alet olmayacağımı söyledim. Fakat bu arada Paşa’nın bir suikasta kurban gitmesi ihtimalinden de iyiden iyiye korkmaya başlamıştık. Bu sebepledir ki, bir iğne yapılması icap etse bile ampul kırılıncaya kadar yanından ayrılmıyorduk.
Paşa’nın moralinin bozulmasından korkarak doktoru da değiştiremiyorduk. Bu arada 1949’un kışı başlamıştı. İkinci bir ameliyat gerekiyordu. Aradan birkaç hafta geçtikten sonra bu Doktor: …”Ameliyat ne zaman yapılacak? Geç kalmayalım. Kanser olabilir,” diye acele etmeye başladı. Diğer doktorlar yazı beklemek istiyorlardı. (Nilüfer Hatemi: “31 Mart 1950 (Cuma) Teşvikiye Sağlık Evi. Mütebeddil. İsmet Paşa Malatya’da. Ekrem Şerif geldi, muayene etti. Şekerin düşülmesini söylüyor. Tevfik Salim Paşa hastaneye geldi. Ameliyatın gecikmeden yapılmasını söylüyor.” VI. Defter.)
Paşa da artık halinden bıkmıştı:
(—)”Bir an evvel olsun bitsin. Ben başkalarına mı muhtaç olacağım!” diye huzursuzlaşmaya başladı.
Ameliyata karar verilince doktor bu sefer: …”Kim yapacak? Eğer ben yapacaksam tedbir almam gerecek. İlaçlarını getireceğim.” dedi.
Paşa:
(—)”Madem çok istiyor, o yapsın. Zaten birincisini de o yaptı.” dedi.
Bunun üzerine karlı bir kış günü ikinci ameliyat diğer bütün profesör doktorların nezaretinde yapıldı. Biz ameliyattan önce her ihtimale karşı on şişe kan getirtmiştik. Bu kadar kendi grubundan kan varken, doktor ameliyatın ikinci günü Ankara’ya telefon ederek nerden bulduysa bir şişe plazma getirtti. -Kan sıvısı; Nasıl geldi? ; Plazma mıydı? ; Kan mıydı?- bilmiyorduk. Ameliyat iyi geçmiş, Paşa günden güne iyileşiyordu.
İkinci ameliyat esnasında hastanede Nedime adında bir hemşire belirdi. Bizimle yakın temaslar kuruyor, …”Benim ton ton Paşam” diye hastanın sevgisini kazanmaya çalışıyordu.
Doktor bir gün hastanede yeni göreve başlayan (Ogün Ankara İşçi Sigortaları Hastanesi’ndedir) Nihat Anka’ya, …”Bir plazma yapalım mı?” diye sormuş. İşin garip tarafı, aynı günün öğleden sonrası konsültasyon yapmak isteyen doktorları içeri bırakmadı ve …”Ben muayene ettim. Her şey normal.” diyerek konsültasyona engel oldu.
O sabah hastanın nabzını sayan Nihat Anka, nabzın normal olduğunu söylemişti. Akşama doğru doktorlar heyetine giderek: …”Nabız süratle düşüyor. Derhal plazma yapmamız gerekiyor.” demiş. Onlar da telaşla nabzına falan bakmadan derhal gerekeni yapmasını istemişler. Ben odaya girdiğimde bir hemşire ile hastabakıcı Nedime kolundan kan veriyorlardı. Biz heyecanla seyrediyorduk. Kan verme on dakika sürdü. On dakika sonra sapasağlam Mareşal gitmiş, yerine başka bir adam gelmişti!
Hastanede tek bir doktor bile yoktu. Mareşal titremeye başladı. Ben haykırarak Hastane Müdürü İbrahim Bey’e koştum. Doktorun evi hastanenin yanındaydı. İbrahim Bey geldi: …”Kim yedi bu haltı? Gitti Mareşal!” dedi ve sonra …”Benim haberim olmadan tek iğne bile yapılmayacak demedim mi?” diye bağırmaya başladı.
Günde otuz iğne yapılmasına rağmen 37’den 41’e çıkan ateşi bir derece bile düşmedi. Ve bir hafta sonra Mareşal:
(—)”Allah, Allah…” diye öldü.
Öldüğü gün Ankara’dan, …”Derhal gömülsün!” diye bir emir geldi. Ölüyü vermedim ve ’24 saat evde tutacağım’ dedim. O günlerde bu şüpheli ölüm için müracaat edemedik. Zaten Ankara’dan …”Gömülsün!..” diye boyuna sıkıştırıyorlardı.
O gün oyun havaları çalan radyoyu susturmak için nümayiş yapan gençler, elleri kolları cop yaraları ve çürükleri içinde naaşı ziyarete geldiler. Bize rüşvet teklif eden ve serumu yaptıran Dr. Fevzi Taner bir hafta sonra Ankara’dan son model siyah bir arabayla döndü. O doktorun cenazesi de bir yıl sonra kaldırıldı.
Böylece ettiğini Allah’tan buldu. Şimdiye kadar sustum. Artık millet hakikati öğrenmeli.”
Bundan 15 yıl kadar önce yapılan ifşaatta itham edilen (…) devri idarecileri ve bilhassa (…) o günden bugüne kadar bu açıklamaları ne yalanlamışlar, ne de tekzip cihetine gidilmişlerdir. Böylesine korkunç bir ithamın reddedilmiş olmaması bizde yapılan açıklamaların doğru olduğu kanaatini uyandırmaktadır. Bakalım gelecek günlerde bu konuda ne gibi gelişmeler kaydedilecektir. Merakla bekliyoruz.
İzmir gazetesinde (Hüryol Gazetesi, Yıl:7, Sayı:162 – 10, 29 Eylül 1966.) çıkan bu haber belli kitleleri harekete geçirdi ise de, tekzip açısından hemen hemen hiç karşı beyanat verilmemiş olduğu ve günümüze kadar da bu konuda bir yalanlamanın olmadığı görülmektedir. Gazetedeki röportajı destekleyen bir diğer kaynak ise; Mareşal’le yakından ilgilenmiş, Demokrat Parti’nin kuruluş dönemlerinde Ankara’da görev yapmış “Tayip Hersegil” dir. Ameliyat öncesi ve sonrası kendini ziyaret etmiş, öldüğü gün İstanbul’a gelerek cenazenin evden çıkarılışında tabutun bir ucundan tutan yakın bir dostudur. Tayip Hersegil, cenaze sırasında şahit olduğu bir olayı şöyle anlatmaktadır:
…”Bayan Fitnat kemal-i teessürle Mareşal’in ameliyattan sonra yanlış tedaviye kurban gittiğini oradakilere anlatıyordu. Benim duyduğum ve şahit olduğum ifadeleri şöyledir:
(—)”Mareşal ameliyattan üç, dört gün sonra nekahet devresine girerken operatörü hiç kimseye haber vermeden, hatta dâhiliye mütehassısına danışmadan kendi kendine Mareşal’e kan zerk etmiştir. Kan verdikten sonra hararet birden 37.50 den 40’a yükselmiştir. Hâlbuki bu tedbir yani kan verilmesi bundan evvelki hastalığında da yapılmıştı. O vakit harareti yükselmişti, mütehassıs doktorların hasta üzerinde yaptıkları konsültasyonda ‘Bu defa verilen kanın kendi kanıyla imtizaç edememiş olması hararetin yükselmesine ve binaenaleyh ölümüne sebebiyet vermiştir.” dedikten sonra Fitnat Hanım şu sualleri soruyordu:
(—)”Hastaya niçin ve kimin emri ile kan verilmiştir? Kan nasıl bir kandı, usulen muayene edilmeden niçin verilmiştir? İyi niyetle mi, yoksa cahilane bir cüretle mi kan verilmiştir?” Heyecanla bu sualler devam edip dururken, kan veren doktor taziye için olacak olduğumuz yere geldi. Bayan Fitnat, doktoru görünce hem o, hem diğer aile efradı soruları tekrarlamaya ve doktoru sıkıştırıp hırpalamaya koyuldular. Nihayet doktor, selameti savuşmakta buldu.”
Sayın Rahmi Akbaş göre, tarih ne kadar örtbas edilmeye çalışılırsa çalışılsın hakikat bir yerden ortaya çıkacaktır. Bir bilgi, bu örtbasın üstünü açmaktadır ve açacaktır. Mareşal’in Milli Şef İnönü ile küs olarak öldüğü, hatta hasta ziyaretine gelen İnönü’yü kabul etmediği anlatılmaktadır. Vahit Özdemir’in 15 Nisan 2004 tarihli Yeni Şafak Gazetesi’nde yazdığı ve gazeteci Recep Bilginer’e dayandırdığı yazısında:
…”Mareşal Çakmak, Teşvikiye Sağlık Yurdu’nda tedavi görmektedir. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Mareşal Çakmak’ı ziyaret amacıyla Teşvikiye Sağlık Yurdu’na gelir. Mareşal’e refakat eden eşi Fitnat Hanım’a Mareşal’i ziyaret etmek için geldiğini söyler. Fitnat Hanım eşine haber vermek için odasına gider. İçeride on-on beş dakika kadar kalır. İnönü’nün yanına döndüğünde, …”Kusura bakmayın, Paşa Hazretleri rahatsızlar, sizi kabul edemeyecekler.” cevabını verir. İnönü üzgün bir şekilde oradan ayrılır. Bir kaç gün sonra Mareşal Fevzi Çakmak vefat eder. İnönü’ye küskün olarak öbür dünyaya göç eder. Gazeteci Recep Bilginer, İnönü’nün Sağlık Yurdu’na gelişini gizlice takip eder ve Çakmak’ın neden kendisini kabul etmediğini Fitnat Hanım’a nazikçe sorar. Fitnat Hanım şunları söyler: …”Ankara’daki tapulu evimizi elimizden alan, bizi kiralık evlerde süründüren, bize kömür tahsis ettirmeyerek kara kışta tir tir titrememize sebebiyet veren Milli Şef İnönü’yü eşim Mareşal Çakmak neden kabul etsin?”
Mareşal’in Milli Şef İnönü ile küs olarak öldüğü, hatta hasta ziyaretine gelen İnönü’yü kabul etmediği anlatılmaktadır. Vahit Özdemir’in 15 Nisan 2004 tarihli Yeni Şafak Gazetesi’nde yazdığı ve gazeteci Recep Bilginer’e dayandırdığı yazısında:
…”Mareşal Çakmak, Teşvikiye Sağlık Yurdu’nda tedavi görmektedir. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Mareşal Çakmak’ı ziyaret amacıyla Teşvikiye Sağlık Yurdu’na gelir. Mareşal’e refakat eden eşi Fitnat Hanım’a Mareşal’i ziyaret etmek için geldiğini söyler. Fitnat Hanım eşine haber vermek için odasına gider. İçeride on-on beş dakika kadar kalır. İnönü’nün yanına döndüğünde ‘Kusura bakmayın, Paşa Hazretleri rahatsızlar, sizi kabul edemeyecekler.’ cevabını verir. İnönü üzgün bir şekilde oradan ayrılır. Bir kaç gün sonra Mareşal Fevzi Çakmak vefat eder. İnönü’ye küskün olarak öbür dünyaya göç eder. Gazeteci Recep Bilginer, İnönü’nün Sağlık Yurdu’na gelişini gizlice takip eder ve Çakmak’ın neden kendisini kabul etmediğini Fitnat Hanım’a nazikçe sorar. Fitnat Hanım şunları söyler: …”Ankara’daki tapulu evimizi elimizden alan, bizi kiralık evlerde süründüren, bize kömür tahsis ettirmeyerek kara kışta tir tir titrememize sebebiyet veren Milli Şef İnönü’yü eşim Mareşal Çakmak neden kabul etsin?”
Mareşal Fevzi Çakmak, evini elinden alacak kadar İsmet İnönü’ye ne yapmıştı?
Tek parti ve Milli Şef dönemi olarak tarihimize geçen bu dönem, belli bir küçük kütlenin memnun ve mutlu olduğu dönemdir. Özellikle II. Dünya Savaşı’nın da etkisi ile zor ve sıkıntılı bir dönem yaşandığı günlerde Mareşal Fevzi Çakmak Paşa’nın da emekliye ayrılması ise halkın sıkıntısı artmış ve halk çeşitli baskılara maruz kalmıştır.
Mareşal, böyle bir emeklilik muamelesine tabi tutulacağını kesinlikle aklından bile geçirmiyordu. Bundan ötürü emeklilik tebliğ edilince üzüntü duymaktan nefsini tebliğ men edemedi. Emir alır almaz, derhal şahsına tahsis edilen otomobil ile yaverini Cumhurbaşkanlığı Köşkü’ne gönderdi. Artık, yaveri ile arabayı kullanmak hakkını kaybettiğinden iade ettiğini, ilgililere söylemesini yaverine emretti. Yaver, her ne kadar Mareşal’in emrini yerine getirmiş ise de İsmet Paşa (Cumhurbaşkanı), otomobil ve yaveri geri çevirip şimdiden sonra da kullanabileceği iradesinde bulundu.
Bundan sinirlenen ve bu hakkı Cumhurbaşkanı’nda görmeyen Mareşal, …”Hakkım olmayan bir şeyi kullanmam!” diyerek, yaverini tekrar geldiği yere gönderdi. İsmet İnönü, bu hareketi şahsına yapılmış bir saygısızlık saydı ve bu dakikadan itibaren Çankaya’daki evini nezaret altına aldırdı.
Yerine getirilen Genelkurmay Başkanı, İnönü’ye bağlı bir kişilikte ve Mareşal’den öç almayı hedefleyen bir yapısı olduğu için, İnönü evham ettiği tehlikeyi atlatmış sandı ise de Mareşal’i bazı dostlarının ara sıra evinde ziyaret etmeleri onun oldukça canını sıkıyordu. Nitekim bu zevat bir taraftan mimleniyor, diğer taraftan ziyaretlerini sıklaştıranlar Ankara’dan çıkartılıyorlardı.
Mareşal böylece iki yıl evinde adeta yalnızlık içinde mahpus kaldı. Uzun yıllardır şeker hastasıydı. Hastalığı artmış, üzüntüsünden hafif bir felç de geçirmişti. Sıkı tedavi sayesinde, felç durumu düzeldi. İnönü ise er geç kendisine yalvaracağını zannediyordu. Ama o, bunu yapmakta geciktikçe İnönü’nün evhamlanmasını da arttırıyordu.
Bir gün Başbakan Saraçoğlu Mareşal’i ziyaret ederek, Halk Partisi değişmez Başkanı ve Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün selamını getirdi. Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) adına 1946 seçimlerinde, milletvekili seçilmek için adaylığını koymasını rica etti, dilediği yerden birinci sıra adayı koyulacaktı. Burada iki amaç vardı, birincisi bu sayede Mareşal’i pasifize etmek, ikincisi ise halkın göstermiş olduğu teveccühü oy olarak Halk Partisi’ne aktarmaktı. Mareşal, hayat hikâyesini yazacağını ve siyasetle meşgul olamayacağını beyan ederek teklifi geri çevirdi. Bu teklif birkaç kez çeşitli şahıslar tarafından dile getirilmişti.
Nihayet bir gün Başvekil Saraçoğlu’nun emri ile Mareşal’in evine koltuklarında bir takım defterler olduğu halde üç memur geldi. Mareşal’i ziyaret etmek istediklerini söylediler. Memurlar içeri alındı, yer gösterildi. Onlar oturur oturmaz vazife ile geldiklerini ve Milli Emlak’tan olan evi devlete iadesi gerektiğini, bu binanın Hükümetçe karakol yapılacağını anlattılar. Mareşal derhal onları yalnız bırakarak iki dakika sonra elinde bir kâğıtla döndü ve elindekini memurlara uzatarak: …”Buyurun” dedi.
Bu gösterilen şey binanın kendi malı olduğunu anlatan tapu senedi idi. Memurlar bundan mahcup olduklarını ifade etmekle beraber, hükümetçe kendilerine verilen talimatta, bina Atatürk tarafından yaptırılmış ve O’nun müsaadesi ile Mareşal’e yalnız arınmak maksadıyla tahsis edilmiş imiş, meğer yanlış imiş. Tapu senedi şimdi görülmekle anlaşılmıştı. Yine bir gün bir merciden, bir ihbarname Mareşal’e tebliğ edildi: “İkamet ettiğiniz Çankaya’daki ev, askeri yasak bölge dâhilinde bulunduğu için istimlak edilmesi mukarrerdir. Bir diyeceğiniz varsa usulen müracaat ederek hakkınızı arayınız.” Mareşal artık Ankara’dan çıkarılmak istendiğini ve bunu anlamakta geciktikçe bir tecavüze maruz kalacağını öğrenmişti.
Mareşal Fevzi Çakmak, evini elinden alacak kadar İsmet İnönü’ye ne yapmıştı?
Bu evin Mareşal için yapıldığını Fahrettin Altay anılarında şöyle anlatmaktadır: …”27 Ekim 1925 Salı… Öğleye kadar Çankaya etrafında dolaştım. Mareşal Çakmak için Atatürk’ün yaptırmakta olduğu köşkü ve Hariciye Sarayı’nı gezdim, oradan da İsmet Paşa’nın köşküne gittim.” Fahrettin Paşa’nın da söylendiği gibi bu ev bizzat Mareşal Fevzi Çakmak için bizzat yaptırılmıştı. Zaten eski (emekli) Kurtuluş Mücadelesi komutanlarının evlerinin ellerinden alınması ilk değildi. Kazım Karabekir Paşa da anılarında; …”Bugün Fevzi Paşa, beni Etlik’te aşağı İncirlik mevkiinde köşkümde iade-i ziyarete geldi.” Karabekir, bunu söylerken aşağıya düştüğü dipnotta: …”Burasını Tekaütlüğümden sonra Hükümet istimlak ederek otomobil kıtasını yerleştirdi.”
Not: Eserde bahsi geçen Atatürk’ün armağanı olan Ankara, Çankaya Caddesi Komutan konutları bölgesinde yer alan “Fevzi Çakmak Köşkü”; 1930 – 1932 yılları arasında inşa edilmiş, Mareşal Fevzi Çakmak 1933 – 1949 yılları arasında ikamet etmiş, 3 Temmuz 1969 tarihinde varisleri tarafından Cumhurbaşkanlığı’na devredilmiştir.
Mareşal Fevzi Çakmak Paşamızın Milli Mücadele yıllarında, ailesinin Ankara’da ikamet ettiği başka bir ev daha bulunmaktadır;
Vehbi Koç; …”Her gün önümüzden, yoldan geçen Keçiören’de oturanların arabalarına, atlarına, giyim ve kuşamlarına bakar, imrenirdim. Bu Hıristiyanların büyük kısmı Ankara’yı terk ettikten sonra evleri satıldı. Şimdiki Keçiören’de bahçe içindeki evi babam Mareşal Fevzi Çakmak’tan 1923 senesinde 2.900 TL. ‘ye satın aldı. Burası şimdi Keçiören’de mevcut olan evimizdir… Benim dört çocuğum Keçiören’de doğdu. O yüzden Keçiören’deki bu evin hatırası çok büyüktür. 1954 senesine kadar bu evde otururduk.” (Bakınız: Can Dündar (yay. haz.), Özel Arşivinden Belgeler ve Anılarıyla Vehbi Koç, 5. Bas., Doğan Kitap, İstanbul, s.21)
Sonuç olarak diyebiliriz ki; Mareşal Fevzi Çakmak Paşa’nın 12 Ocak 1876’da İstanbul’da başlayan hayatı, 10 Nisan 1950 Pazartesi sabahı saat 7.35’te tedavi olduğu İstanbul Teşvikiye Sağlık Evi’nde 74 yaşında son bulmuştur. Mareşal’in ölümüne sebebiyet veren prostat hastalığı takriben 1949 Ekim ayında başlamış, birinci ameliyatı 1950 yılının Ocak ayında Nişantaşı Sağlık Evi’nde yapılmıştır. İkinci ameliyat ise 3 Nisan 1950 Pazartesi günü yapılmıştır. İlk gün iyi görülen sağlığı 48 saat sonra bozulmaya başlamış, giderek ağırlaşarak ölümünden 12 saat önce komaya girmiştir. Merhumda 6.30’da hafif düzelme görülmüşse de nihayet 7.25’de Kıble istikametine başını çevirmiş, kısa fasılalarla “Allah… Allah…” diyerek gözlerini yummuştur. Vefatı üzerine ailesi Teşvikiye’de kiralık bir ev tutarak cenazeyi bu eve nakil etmiştir. Ölüm haberi üzerine İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı gelerek hükümet adına başsağlığı dilemişlerdir. 13 Nisan 1950 Çarşamba günü Mareşalin cenaze törenine katılan üniversiteliler arasında Turgut – Korkut Özal ve Üzeyir Garih de bulunmuşlardır.
Türk Milletinin Başı Sağ Olsun.