Hukukçu, yazar Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, 23 Nisan 1920’de Atatürk’ün önderliğinde açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin çalışanlarından biri olarak, 18 Haziran 1920’de yüce Mecliste kutlanan ilk Ramazan Bayramı’na tanıklık etmiş ve o günkü duygularını bizlere şöyle aktarmıştır:
…”Beyaz sarıklı, beyaz veya kara sakallı, cübbeli ve eli tespihli hocalarla, pırıl pırıl üniformalı genç subay; yazmalı veya şal sarıklı aşiret beyleri, külahlı ağalar, tarikat babaları ve kavuklu çelebilerle, Batı kültürüyle yetişmiş “Kuva-yı Milliye” kalpaklı, nokta bıyıklı, modern gençler yan yana oturuyorlardı. Gerçi mebusların kıyafetleri ve kafaları renk renkti ama gönülleri ve amaçları hep birdi…
Mustafa Kemal Paşa’yı Ankara’ya geldiği ilk gün olan 27 Aralık 1919 görmüştüm. O günü hiç unutamam. Herkes gibi ben de çok sevinçli ve mutluydum. Mustafa Kemal Paşa üç beş adımda bir, iki yana bakıp, sağ elini kaşına götürerek, selam veriyor ve böylece yol kenarına dizilmiş halkın alkışlarına karşılık veriyordu. Anafartalar Kahramanı, Erzurum ve Sivas Kongre’lerinin ve Temsilciler Kurulu’nun Başkanı olan Mustafa Kemal Paşa’yı, kısacası Yozgat’tan beri kendisini özlediğimiz adamı işte sonunda yakından görmüştüm. Bu karşılaşmada beni en çok etkileyen şey, bizim alkışımıza karşılık vermek için başını bizden yana çevirdiği zaman gördüğüm keskin bakışlı çelik mavisi gözleri olmuştu.
O günlerin Ankara’sında Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın coşkusu her yanı sarmıştı. Biz, “mektepliler” de ruhlarımız kurulmuş çelik zemberek gibi gergin, aynı savaş azmi içinde her an fırlayıp düşmana atılmaya hazır bir ruh haleti taşıyorduk.
Paşa’nın Ankara’ya gelişinden birkaç gün sonra bir sabah okulumuzda bir haber yayıldı. Mustafa Kemal Paşa, o gün bizim okulu ziyaret edecekmiş. O andaki sevinç ve coşkumuzu anlatmaya gücüm yetmez. Okula geldiğimiz zaman yanında bulunanlardan sadece okulumuza daha önce de gelmiş olduğu için Ankara Defterdarı ve Vali Vekili sakallı ve gözlüklü Yahya Galip Bey’i tanıyordum. O gün, okulun alt kat holünde lise kısmı öğrencilerini topladılar. Bütün müdür ve öğretmenlerimiz de oradaydı. Mustafa Kemal Paşa geldikten az sonra biz öğrenciler disiplini bozarak O’nun etrafında genişçe bir yarım halka oluşturduk. Kendisinin bundan memnun olduğu anlaşılıyordu. O gün Osmanlı Devleti’nin “İstiklal Günü” olarak kabul edilen 620. yıldönümü olan 30 Aralık 1919 tarihine rastlıyordu. Mustafa Kemal Paşa, kısa bir konuşma yaptı. O zaman belleğimde yer eden konuşmanın metnini O gider gitmez defterime not etmiştim. Paşa’nın okuldaki kısa konuşması, coşkumuzu daha da biledi.
1920 yılı Nisan başında okulumuzda genel sınavlar başlamış ve okul 15 Nisan’da tatile girmişti. Mustafa Kemal Paşa, Mart ayında İstanbul’un işgalinden sonra okula gelip binanın durumunu incelemiş. Ben bunu görmedim. Meğerse cepheden gelen yaralıları yatırmak için okulun bir bölümünü ayırmışlar. Zaten okul Ankara Numune Hastanesi’nin karşısında, şimdi (1984’de) Hacettepe Üniversitesi’nin bulunduğu yerde idi.
Ankara Erkek Öğretmen Okulu’nda Biyoloji öğretmeni olan amcaoğlum Halil Şerafettin, bizim sınavların bitiminden birkaç gün sonra, yani 21 Nisan 1920 sabahı bizim okula gelerek beni buldu ve: “…Hıfzı, biz öğretmenler yeni açılacak Millet Meclis’inde memur ve zabıt kâtibi olarak bütün okul tatil boyunca çalışacağız. Mustafa Kemal Paşa böyle istemiş. Meclis Başkâtibi Recep Bey adında bir erkânıharp zabiti. Bizleri çağırdı. ‘Yazısı ve imlası düzgün, şayanı itimat kimseler tanıyorsanız getirin; daha memura ihtiyacımız var” dedi ve sonra, “…senin yazın güzeldir. Haydi, gidelim” önerisinde bulundu.
Ben, bu işe çok sevinmekle birlikte, ‘sınıf arkadaşlarımdan altısı Kuva-yıMilliye’ye yazıldı, yaşım on sekizden küçük diye beni almadılar, memur olarak alırlar mı?’ diye bir an duraksadım. Ama Şerafettin Ağabeyim, “…Şimdi fevkalade bir durum bulunduğunu, yaşım küçük olmakla birlikte Sultani Mektebi’nin on birinci sınıf öğrencisi olduğumu, memurluk için yaşa bakılmayacağını” ekledi.
Millet Meclisi’nde çalışmak, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarını uzun süre yakından görmek tarihsel bir fırsattı. Gittik ve bana yarım sayfa kadar yazı yazdırdılar. Sonra Evrak Kalemi Müdür Yardımcısı Tevfik Bey bu kâğıdı aldı. Meclis Kâtibi Recep Bey’e (1946’da Başbakan olan Recep Peker) götürdü. Az sonra Tevfik Bey geldi. Recep Bey’in bizi odasında beklediğini söyledi. Başkâtip Recep Bey, Şerafettin ağabeyime dönerek memnunluğunu bildirdikten sonra, bana, “… Aferin küçük, çok okunaklı ve güzel yazın var, seni mübeyyizliğe (müsveddeleri temize‘beyaza’ çekme görevine) tayin ettim” dedi. Ben, ‘Bana çocuk muamelesi yapıyor’ diye içimden kızdımsa da memur atandığıma sevindim.
Henüz 16 yaşını doldurmadan Milli Meclis’in evrak ve tahrirat kalemi mübeyyizi olmuştum. Görevim Başkâtip veya müdürlerce yazılan müsveddeleri temize çekmek, yani bugünkü daktiloların gördüğü işi görmekti. Temize çekilecek kâğıt olmayınca boş zamanlarda bürodan ayrılıp doğruca on adım ötedeki Meclis toplantı salonuna giderek görüşmeleri ayakta izlemekten büyük zevk duyardım. Dinleyici locasına çıkan merdivenin dibi benim mekânım olmuştu. Şunu söylemeliyim ki, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bu görüşmeleri dinlemek benim için bir üniversite bitirmek kadar yararlı olmuştur.
Mustafa Kemal Paşa’yı Meclis’in genel kurul toplantılarından başka zamanlar pek gördüğümüz olmazdı. O, ya Başkanlık kürsüsünde Meclis’i yönetir ya da eğer Meclisi İkinci Başkan yönetiyorsa kürsünün solundaki ön sıralardan birinde, her zaman aynı yerde otururdu. O’nu hep böyle uzaktan görürdüm.
Yalnız bir kez Ramazan Bayramı’nda bütün memurlar O’nun makamına bayram kutlamasına gitmiş, elini sıkmıştık. O gün küçük memurlardan yalnız ben makamına girerek bayram kutlamasına gitmiş ve elini sıkmıştık:
‘…1920 yılının Ramazan Bayramı sanıyorum ki, o yıl Haziran ayına rastlamıştı. Çünkü havalar çok sıcaktı. Daha Mayıs’ta kimi mebuslar bir önerge vererek Meclis’in Ramazan süresince tatile girmesini istemişlerse de “ahvalin nezâketine binaen Meclis’in müstemirren çalışmak mecburiyetinde olduğu” düşüncesi üstün gelmiş ve önerge kabul olunmamıştı. Hacı, hoca, şeyh, çelebi takımının çoğunlukta bulunduğu bu Meclis gerçekten vatansever bir Meclis’ti.
Birçok milletvekili, “Meclis daha yeni açılmışken bırakıp gitmek ve tatile girmek, halkın nazarında Mücadele-i Milliyeyi zayıflatır” diye diretiyorlardı. Zaten Ramazan’da tatile girmek isteyenlerin amacı da Ramazan’dan yararlanarak memleketin içinde dağılıp halkı Kurtuluş Savaşı’nın amacı üzerinde aydınlatmaktı.
Ankara sıcak günlerini yaşıyordu. Şehir içinde hiçbir taşıt bulunmadığından, her gün okuldan Meclis’e yürüyerek gelirdim. Ramazan akşamları erkence, yani tam iş saatinin bitiminde Meclis’ten ayrıldığımız günler (başka günler geç saatlere değin çalıştığımız çok olurdu) okula dönerken, kimi zaman birden bire havanın kararması ve şimşeklerle başlayan “kırkikindi” yağmuruna yakalanır, kenarda bir yere sığınarak geçmesini beklerdim. O yıl bu “kırkikindi yağmurları” ne kadar da bol yağmıştı.
Ramazan sonuna gelmiştik.
Başkâtibimizden kaleme bir haber geldi. Bütün kalem Reis Paşa’ya (Mustafa Kemal) bayram kutlamasına gidecekti. Bu bayram, Meclis açıldıktan sonra ilk bayramdı. En önde Başkâtip Recep Bey, sonra müdürler, muavin ve mümeyyizler ve arkasından küçük memurlar, kalem odasının önündeki dar koridorda sıralandık. Boş olan toplantı salonundan geçerek binanın öteki ucunda bulunan Reis Paşa’nın odasına yöneldik. Ben en genç memur olarak en sondaydım. Az önce milletvekilleri kutlamayı bitirmişlerdi. Odanın kapısı açıktı. Girdik. Başkâtip Recep Bey, Reis Paşa’nın elini sıkarak masanın yanında ayakta durdu. Reis Paşa’da ayakta idi. Kalem müdür ve muavinlerini zaten önceden tanımış olduğu için, Recep Bey yalnız küçük memurları adları ve görevleriyle Paşa’ya tanıtıyordu.
Memurlardan bazısı Reis Paşa’nın elini öpmeye davrandılar. O da bundan memnun olmadığını belli ederek elini çabuk geri çekti.
Sıra bana gelince Recep Bey, “Evrak mübeyyizi Hıfzı efendi: sultani (yani lise) on birinci sınıf talebesindendir. Hüsnü hattı çok iyidir Paşam” dedi. Reis Paşa, herkese yaptığı gibi, bana da:
-…”Teşekkür ederim, memnun oldum” diyerek elini uzattı. Uçları sigaradan sararmış ince parmaklı zayıf fakat biçimli elini sıkarken yüreğim göğsümden dışarı fırlayacakmış gibi, şiddetle çarpıyordu. Elini öpmeğe kalkışmadım. Hafifçe eğilerek sıktım. Çok kısa süren bu tören benim tebriklerimden sonra bitti.
Bu kutlama, kalem memurlarının Reis Paşa’yı ilk ve son kutlaması oldu. O tarihten sonra bayram kutlamalarına kalem müdür ve memurları adına yalnız Umumî Kâtip (yani Başkâtip) giderdi. (Kaynak: Hıfzı Veldet Velidedeoğlu ,“Bir Lise Öğrencisinin Milli Mücadele Anıları”, Varlık Yayınları, 1971, Ayrıca bakınız: Cumhuriyet gazetesi 4 Mayıs 1970, Sf.4)
***Bu yazı www.sechaber.com.tr için yazılmıştır. Bu yazının kaynak gösterilmeden kopyalanması ve kullanılması “5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası“na göre suçtur.