İkisinin aşkını bilmeyen azdır… Mevlana ile Şems’ten bahsediyoruz elbette. Nicemize ışık olan, ilk uyanışın alevini tutuşturan, kelimelerin efendisi Horasanlı Mevlana Celaleddin-i Rumi’yi ve onu dünya çapında ‘Rumi’ yapan Şems’i Tebriz-i’yi…
Ters bir adam Şems. O aşkı gibi “ne olursan ol gel” demiyor. O insan seçiyor. Acımasız, sızlatan bir tarafı var ve bu özelliğini sevdiğine de uyguluyor. Onu cayır cayır yakacağını bile bile çekip gidiyor mesela. Bir ses yok. Bir ışık yok. Mevlana günlerce aç, biçare, odalara kapatıyor kendini. Hayatındaki hiçbir şeyin ve hiç kimsenin bir anlamı kalmıyor. Her şeye ve herkese kapı duvar Mevlana…Sebebi aşk. Eh! Aşk tıka basa tokluk hali zaten, kimseye ve hiçbir şeye yer yok.
Onunla buluşuncaya kadar, talebelerine ders veren bir müderris, camilerde vaaz veren bir hatip, insanlara şifa olmaya çalışan bir halk müftüsü olan Mevlâna, şimdi herkesten, her şeyden uzak, Şems’in sohbetiyle, onun sesiyle, aşk sofrasından derin derin, yudum yudum demleniyor, söndüreceğine aşkla yakan suyu kana kana içiyordu…
Kendi zavallı duygularımızla kıyaslamayacağız tabi ki, sadece idrak etmeye çalışmak kafi bizler gibi 2000’li yılların biçare zayıflarına…
İki denizin ilk karşılaşması hakkında bazı rivayetler vardır ancak Şems’in Makalat’ı, Eflaki ve Sipehsalar’ına göre; bir gün Mevlana, İplikçi Medresesi’nden çıkmış, at üstünde giderken, Şems-i Tebrizi ile karşılaşır. İki okyanus daha önce rüyalarında birbirlerini müjdeleyen mesajlardan kuvvetle muhtemel “O”nun “O” olduğunu hissederler…
Karşılaşmayı buluşmaya, buluşmayı birleşmeye, birleşmeyi yanmaya çeviren o meşhur soruyu sorar Şems Mevlana’ya;
Peygamberimiz mi büyüktür, Bayazid-î Bestami mi büyüktür? “Niçin Hz. Muhammed, ‘ “Ya Rabb’i, ben seni hakkı ile bilemedim” derken, Bayezit Bestami, “Kendimi her türlü eksiklikten tenzih ederim, ben Allah değil miyim, benim şanım büyük değil mi” der?
diye sorar. Hz. Mevlana cevaben: “Bayezid, bir yudumda kandı, idrak bardağı hemen doluverdi; oysa ki Hz. Muhammed’in susuzluğu arttıkça artıyordu. Onun göğsü Allah tarafından açılmıştı, sürekli susuzluğunu dile getiriyor, her gün Allah’a daha yakın olmak istiyordu.” Şems bu cevabı duyunca kendinden geçmiş, Mevlana’da at üstünde duramayıp, attan aşağıya düşmüş rivayet edilir…
Ne diyelim şimdi buna? Bazen iki kişinin birleşmesi bütün dünyayı alt üst eder? Bazen bir karşılaşma en büyük bilim yuvalarında Mevlana kürsüsü açtırır? Veya; bazen bir soru, tek bir soru, cevabı karşısında ölmeden önce ölür… Varsa yüreğimiz daha da derine inelim…Aşk bu, sığda yalan, derindeki hazinede en zor bulunandır…Mevlana kendini “hamuş” olarak ifade eder. Yani suskun. Lakin öyle cümleleri var ki aşkına, gel de okuma, oku da yanma…Ben de susuyorum, o konuşsun, gerçek aşk kimin yüreğinde ise o dinlesin…
Mevlana’dan Şems’e akan kelimeler…
“Senden önce kitaplarda arıyordum derinliği. Kitaplardan utanıyorum. Sen bütün kitaplardan daha derinsin, sana yazdığım mektuplardan utanıyorum, kendi kendini oku.
Karanlıklardayım ve cinnetin sesi yüzümü kamçılıyor: bir baykuş kahkahası, bir kobra ıslığı. Karanlıklardayım, zindanımı aydınlatan tek ışık cıvıltılarınızdı. Yıldızım benim ve uzaklardasınız.
Ey Şems, sen kalbi bir gözyaşı kadar temiz ve bir çocuk bakışı kadar aydınlık bir insansın. Çöldeki çakallar su içmiş. Kaynağa ne?
Seninle öyle doluyum ki, kafatasım çatlayacaktı. Damarlarımda akan kan, sendin. Göğüs boşluğumdaki kalp senin kalbindi. Damarlarım çatlayacak, göğsüm yarılacaktı. Seni teneffüs ediyordum, hicran kanatları beni gökten yere indirdi. Oysa seninle kanat çırpıyorduk.
Sensiz her geceyi hummalı yaşadım, belki humma daha güzeldi. Ne beklisi? Ama uzviyet ne kadar dayanabilir ki bu gerginliğe? Aşka teşekkür borçluyum. Ben o hummanın içinde erimek istiyorum. O alevin içinde yanmak, kül olmak biricik muradım. Kül olmak, ışık olmak, efsane olmak.
Ben senim, sen de bensin. Aynı kokuları, aynı heyecanları, aynı acıları yaşıyoruz. Cennete Araf’tan girilir. Mecdelli Meryem, İsa’nın yaralı ayaklarını gözyaşlarıyla yıkadı ve saçlarıyla kuruladı. Gelsen de yılların yorgunluğuna düçar, yolların dikenlerine bizar ayaklarını yıkayan olsam ey Sertaçım.
Ey Şems’im! Senin hasretin yanında Selahaddin Zerubumun gözyaşları, içimdeki ateşi bir nebze dahi söndüremiyor. İlla sen. Ancak sen. Ah bir gelsen.
Meccanen bir deli gibi yollara düşsem, yalvarsam, ağlasam, çatlasam göklerin sidresine namzet. Sanemler devşirsem şahikalardan, sırf senin için uçurumlar yutsam, fasıl fasıl anlatsam yürek sancımı ve ağlasam. Çatlarcasına ağlasam. Gururum halvethane olmuş desem, hece yok desem. Yollarında üryan olan gözlerimde çiseler umut umut dökülüyor desem. Yine de gelmez misin Şems’im!
Bu sergüzeştin neresindeyim, bilemiyorum. Kah kalkıyor, kah düşüyorum. Ölü şiirlerle yatıyor ve üşüyorum. Bilmiyorum acep var mıdır bu kör uykunun dibi.
Ey Şems, hangi söz gücendirdi nazende gönlünü. Hangi kem göz incitti gece karası bakışlarını da ansızın çekip gittin bilinmez diyarlara. Sen gittin ya bilmez misin bu dostun deli divane dolaşmakta. Gel ey Şems. Sina’da bayılan Musa aşkına, Kudüs’te kan ağlayan İsa hatrına, Medine’de “ümmetim ümmetim” diye feryat eden Muhammed Muhtar nuru için gel Şems. Konya artık aşk kokmuyor Şems. Senin Mevlânan.”