“Hatay, Hatay! Seni kurtaran aynı zamanda senin şehidin oldu!” (İsmail Habib Sevük).
Bugün 10 Kasım 2023 Cuma. Bundan tam olarak 85 yıl önce, Türk Kurtuluş Savaşı’nın Büyük Önderi, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ilk Başkanı ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK, Türkiye saati ile 9.05’te İstanbul Dolmabahçe Sarayı’nda henüz 57 yaşındayken terki hayat eyleyerek tinsel bedeni fani hayata gözlerini yummuş ve 10 Kasım 1938 günü tüm yurtta Milli Yas ilan edilmiştir. Bu vesile ile kendilerine yüce Allahtan rahmet diliyor, en derin saygı, şükran ve minnetle sonsuz duygularımızla anıyoruz.
Hatay, ATATÜRK ‘ün hayatında önemli yer işgal eden illerimizin başında gelir. Çoğumuz, Hatay meselesinin 1936-1937 yıllarında başladığını, ATATÜRK ‘ün Hatay’la sadece kurtuluş döneminde ve kısa bir süre ilgilendiğini zannetmektedir. Hâlbuki gerçek öyle değildir. ATATÜRK ‘ün bölge ile ilgisi çok daha eskilere, askerlik hayatının ilk yıllarına dayanmaktadır. Aslında 5 Temmuz 1938’de Türk askerinin Hatay’a girmesiyle kuruluş gerçekleşmiştir. Hatay Devleti, kurulan Hatay’ın bağımsız devlet dönemidir. Bu devlet ATATÜRK ‘ün kurduğu ikinci devlettir. Hatay Devleti 23 Temmuz 1939’da kendi varlığına son vererek Türkiye Cumhuriyeti’ne katıldığında Misakı Milli sınırları büyük ölçüde tamamlanmıştır. Hatay, o güne kadar elimizden çıkmış topraklardan geri alınan tek bölge olmasıyla Türkiye ve Türk tarihi için ayrı ve müstesna bir öneme sahiptir.
ATATÜRK ‘ün Hatay’a ilgisi nadir rastlanan türden bir ilgi, bir sevda, adeta bir tutkudur. O önce 1918 yılında bu toprakların işgalini önlemek için çırpındı, her şeyi göze aldı. Çeteleri destekleyerek direnişi güçlendirdi ve çeteleri Kuvâ-yı Milliye güçleri haline getirdi. Aynı zamanda tüm Suriye’de yaptığı örgütlenme ile Fransızları buradan da sıkıştırmaya başladı. İşgalcilerle şiddetli mücadelelerden sonra 1921 yılında İskenderun Sancağının (Hatay) şartlı da olsa yabancı işgali altında kalmasına engel olmak için çırpındı. Ama 1918’deki gibi, Batı’daki işgal ve istila nedeniyle bunda da çaresiz kaldı.
Vazgeçti mi?
Hayır! Haziran 1921’de barış görüşmeleri için gelen Fransız temsilci Franklin Bouillion’la görüşmeler devam ederken, Misakı Milli’de direnilmesine rağmen, içinde bulunduğumuz imkansızlıklar ve çaresizlikler yüzünden burayı terk etme zorunluluğu doğunca önce burada yaşayan Türklere bazı ayrıcalıklar tanınmasını kabul ettirdi, daha sonra da Fransız temsilcisinin yüzüne, burayı er veya geç, bir gün geri alacağını söyledi, millete ve Meclis’e de böyle söz verdi ve bu sözünü hiç unutmadı.
Tabi ki kurtuluşu sağlayacak uygun ortamın doğması için 1936 yılına kadar beklemek gerekti. 1936 yılında konunun ele alınması için fırsat doğduğunda hemen girişimler başlatıldı, 1921’de millete ve Meclis’e verdiği sözü 1936 yılında bu defa yine Millet Meclisi kürsüsünden dünyaya ilan etti. Ekim 1937’de Fransa Büyükelçisine herkesin önünde tekrarladı, sözünü tutacağını, Hatay’ı mutlaka alacağını açıkça söyledi. Bundan sonra ATATÜRK ‘ün bu konudaki girişimleri ve mücadelesi hastalığının ağırlaştığı günlere kadar devam etti.
Dilerseniz bu süreci Mehmet Tekin’in “ATATÜRK ‘ün Vazgeçilmez Davası Hatay” adlı esrinden okuyalım:
Türkiye’de Sancak konusundaki hassasiyet artarak devam ediyordu. ATATÜRK, 29 Ekim 1937 günü (Cumhuriyet Bayramı) akşamı, Ankara Palas’ta düzenlenen Cumhuriyet Balosu’nda kendisi için hazırlanan salonda Balkan Anlaşması ülkeleri Genelkurmay Başkanları, Hariciye Vekili Dr. Tevfik Rüştü Aras, Romanya Başvekili Tataresco, İngiltere Büyükelçisi Sir Percy Loren, İran Hariciye Vekili, Fransa Büyük Elçisi Mösyö Ponsot ile dostane bir hava içinde saat 23.00’ten sabah saat 6.00’a kadar sohbet etti.
O günlerde Hatay meselesi, üzerinde en çok konuşulan konuydu. Bir ara ATATÜRK ‘ün yüksek sesle Fransızca bir şeyler söylediği duyuldu. Sonra Fransa Büyükelçisi’ne hitaben bir konuşma yaptı. ATATÜRK, bu konuşmasında büyükelçiye, 1789 Fransız ihtilalinin ve İnsan Hakları Beyannamesi’nin dünyaya yayılmış anlamının ve etkisinin yüksek değerini açıklayıp bugünkü Türkiye’nin de büyük ve önemli bir inkılap gerçekleştirmiş olduğunu belirttikten sonra, Hatay meselesinin şahsi davası olduğunu söyledi.
Konuşmaları o anda Fransızca’ya çeviren Ruşen Eşref Ünaydın’ın naklettiğine göre, ATATÜRK konuşmaya başlamadan önce Fransa Büyükelçisinin işiteceği kadar yüksek bir sesle ve Fransızca “…Namusum üzerine söylüyorum ki, o Türk toprağını Fransızlara bırakmayacağım” demiş, daha sonra iltifat, telkin ve tehdit ifadelerinin yer aldığı konuşmasında Büyükelçiye şunları söylemişti:
…”Ekselans, bütün bunlara dayanarak ben, sizin milletiniz muhterem Fransız milletinin öteden beri takdirkârıyımdır. Ona duygum dostanedir. Onun ordusunun kahramanca dövüştüğünü, göz kırpmadan ölüme saldıran süvarisinin cesurluğunu Çanakkale’de görmüşümdür, pek beğenmişimdir. O kadar ki, fırsatı gelince o kahraman kumandanı (Esat Paşa) ve askerlerine aynen tekrar ettirmişimdir.
Demek istiyorum ki, muhterem milletinizin ve şerefli ordunuzun kıymetli, kudretli vasıflarını takdirle, sitayişle bilirim. Bu şuurla ona ben dostluk elimi uzatmak istiyorum. O da benim dostluğumun değeri olduğunu bilmelidir; bana aynı ehemmiyetle mukabele etmelidir. Bakınız benim kendi dostluğumun yanında, bütün şu etrafımda gördüğünüz şanlı ve mümtaz şahsiyetlerin temsil ettikleri şerefli kuvvetlerin, Balkan Paktı ve Sâdâbat Paktı kuvvetlerinin kıymetli, kudretli ve muazzam dostluğu var…
Bunun önemini devletinizin anlamaması ve benim talebimi reddetmesi ihtimalini tasavvur etmiyorum:
Ben toprak büyütme isteklisi değilim. Barış bozma alışkanlığım da yoktur. Ancak muahedeye dayanan hakkımızın isteyicisiyim. Onu almasam edemem; Büyük Meclisin kürsüsünden söz verdim: “Hatay’ı alacağım” dedim. Milletim benim dediğime inanır. Sözümü yerine getiremezsem onun yüksek huzuruna çıkamam. Ben şimdiye kadar yenilmedim, yenilmem; yenilirsem bir dakika yaşayamam. Bunu bilerek ve sözümü behemal yerine getireceğimi düşünerek, benim dostluğumu lütfen iş’ar ve teyit ediniz, Ekselans Ambassador…”
Fransız elçisi dikkat kesilmiş dinliyor, arkasında elçilik ilgililerinden biri Ruşen Eşref’in çevirilerini dikkatle not ediyordu. İngiltere Büyükelçisi, ATATÜRK ‘e gülümseyerek ve arada bir başını sallayarak dinliyordu. ATATÜRK konuşmanın burasında durdu, yanındaki İngiliz Büyükelçisi Sir Percy Loren’in omuzunu okşayarak konuşmasını sürdürdü:
“…Bakınız muhterem İngiliz koleğiniz benim bütün düşüncelerimi iyi anladı. Benimle dost oldu… Sorunuz öyle değil mi? Ben sizinle de aynı samimiyet dairesinde tamamen dost olmak istiyorum (ve elindeki kadehi kaldırarak), Şerefinize!”
ATATÜRK, açık bir meydan okuma olan bu sözleri söyleyince orada bulunan Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras telaşa kapılarak “Eyvah bir hadise çıkacak!” demiştir.
Herkesin ortasında yapılan bu konuşma ertesi sabah bütün gazetelerin baş sayfasında yer aldı. Ajanslar haberi yayınlıyorlar, yorumlar birbirini kovalıyordu. (Celal Bayar Başbakanlığa atanmış, ama henüz Meclis’ten güvenoyu almamıştır. Bayar, 1 Kasım 1937’de Meclis’ten güven alacaktır.). Konuşmayı öğrenen İsmet İnönü, bir savaş çıkması ihtimalinden bahsederek endişesini ifade etmişti. Bunu öğrenen ATATÜRK, ertesi akşam Çankaya’da Ruşen Eşref’e şunları söylüyordu:
“… Başvekil Paşa benim demeçlerimden boşuna telaş ediyor. Fransızlar bir Sancak için -özellikle şu günlerde- bizim gibi bir devletle savaşı göze alamazlar. Biz hakkımızı istiyoruz, onlar bu hakkımızı diplomatik yollarla gölgelemeye çalışıyorlar. İngilizler bizim tarafımıza geçtiler bile. Ama bütün dünya bizim karşımızda birleşse, biz Hatay’ı alacağız. Hükümet buna cesaret edemezse ben Cumhurbaşkanlığından çekilir, bir ferd-i millet olarak Hatay’a girer, onun bağımsızlığını ilan ederim.”
Sofrada bulunan Yunus Nadi sordu:
…”Sonra Paşam?”.
ATATÜRK duraksamadan cevap verdi:
“…Sonra da Türkiye’ye döner, hakkını almaktan aciz hükümeti deviririm!”.
1 Kasım 1937 günü ATATÜRK, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni açış nutkunda Hatay meselesini tekrar gündeme getirdi ve konuşmasında şunları söyledi:
“…Büyük bir milli davamız olan Hatay işinin geçirdiği safhalar malumunuzdur. Milletler Cemiyeti Yüksek İdaresi altında cereyan etmiş olan Hatay halkının layık olduğu o mesut ve müstakil idareye kavuşması yolunda amaçladığımız görevi temin edecek vesikaların kabul ve imzasıyla neticelenmiştir. (Alkışlar).
Yeni Hatay rejiminin meriyete girmesine kısa bir zaman kaldı. Bu rejimi kendileriyle en dostane bir zihniyetle emek yapmış olduğumuz Fransızların, iyi niyetle ve amaçlanan gayeyi temin edebilecek şekilde tatbike başlayacaklarına şüphe edilmemelidir. Yarınki Türk-Fransız münasebetlerinin dilediğimiz yolda inkişafına, Hatay işinin iyi bir yönde yürümesi, esaslı bir ölçü ve amil olacaktır, kanaatindeyim.”
Gazi Mustafa Kemal Atatürk, 19 Kasım 1937 günü, Adana ve Mersin’e bir gezi yaptı, burada Hatay meselesi yeniden gündeme geldi. Adana’da o gün ılık, güneşli bir hava vardı. ATATÜRK, şehre girerken ilk uğradığı yer Atatürk Parkı ve bu parktaki Atatürk Anıtı oldu. ATATÜRK, burada kendi heykelini inceledi. Parkı çok beğenmişti. Parktan ana caddeye çıkacakları sırada gözleri nemli iki genç kız ona buket sundular. Bunlar Hataylı iki öğrenci olup, adları Meliha Yurtman ve Sabahat Türkmen idi. Meliha Yurtman titrek ve üzgün bir sesle ATATÜRK ’ün önünde şunları söyledi:
…”Kurtarıcı, yaratıcı ulu önder,
Bugün hürmetle ellerinizi öpen, yarının kahraman Türk erlerinin anneleri olacak Türk Hatay’ın kızlarıdır. Türk dünyasına yarattığınız sonsuz büyük varlıklara ilave ettiğiniz Türk Hatay İstiklali milli tarihimizin ebedi ölmez eserleri yanında daima küçük bir misal teşkil edecektir. Bugün Hataylılar, Yüce Atalarına sonsuz bağlıklarını, minnettarlıklarını, şükranlarını sunar, ellerinizden öperler.”
Aralık 1937 ortalarında Paris’ten Suriye’ye dönmekte olan Suriye Başbakanı Cemil Mürdüm (ya da Mardam) ile Emir Adil Arslan önce İstanbul’a gelmişler, burada İstanbul Valisi’nin kendileri onuruna verdiği ziyafette hazır bulunmuşlardı. Daha sonra Cemil Mürdüm Ankara’ya hareket etmeden önce bir beyanat vererek, “buradan Ankara’ya gidip, orada iki dost ülkeyi ilgilendiren konuları görüşeceklerini, bu sayede son zamanlarda araya giren yanlış anlamaların giderileceğine ve engellerin aşılacağına inandığını, özellikle Sancak meselesi yüzünden araya giren yanlış anlamaları gidermelerinin en büyük emeli olduğunu” söyledi. İstanbul’dan Ankara’ya gelen Heyet (20 Aralık 1937) önce Çankaya’ya giderek Cumhurbaşkanlığı özel defterini imzaladı. Başvekil Celal Bayar’ı, Hariciye Vekili Tevfik Rüştü Aras’ı ve Meclis Başkanı Abdülhalik Renda’yı makamlarında ziyaret ettiler, bu ziyaretler iade edildi.
Dr. Aras akşam Ankara Palas’ta konuklar şerefine bir ziyafet verdi. 23 Aralık 1937 günü Dahiliye ve Hariciye Vekilleri Cemil Mürdüm’le birlikte Şehir Lokantası’na gittiler ve orada kendisini ATATÜRK ‘e tadim ettiler. ATATÜRK, kendisine takdim edilen Mürdüm ve Adil Arslan’ı yanında alıkoyarak kendilerine, “…Suriye’nin bağımsızlığını muhabbetle selamlarım. Komşu kardeş devletin tam istiklalini görmekle bahtiyar olurum” dedi.
ATATÜRK, Cemil Mürdüm’e ve Adil Arslan’a iltifatta bulundu, Suriyelilerle olan dostluğundan söz ederek şunları söyledi:
“…Tüm İslam âlemi gibi Suriyeliler de bağımsız olmalıdır. Fransızlar böyle düşünmüyorsa ayıptır. Ama bir gün gelecek, bunu kabul zorunda kalacaklardır. Eğer hayal ve kaprislere kapılırlarsa, korkarım sonuç aleyhlerine olur.
Ben 1921’de Hatay’ı belirli özel şartlarda bıraktım. Bunun bir sebebi, Suriye’yi güçlü durumda tutmak, ikincisi, günü geldiğinde, Suriye ile aramızda anlaşacağımıza olan inancım idi.
Fransızlar Hatay’da bir Alevilik işi çıkardılar. Aleviler Türk’tür. Alevi ‘Alev’e tapan’ demektir. Dillerinin Arapça olması kökenlerini değiştirmez. Acaba bugün Suriyeliler hangi ırktandır? Biz aynı ırktayız.
Bugün dünyamızdaki meselelerde Fransızları hakem sayamam. Bizi sizinle karşı karşıya serbest bıraksınlar, biz anlaşırız. Fransızlar bize bir şey yapamazlar. Bunu fiilen gösterecek durumdayım. Fransız Hükümeti aklını başına toplasın, namusum üzerinde söylüyorum, bırakmam.
Biz Suriye’nin bağımsız bir İslam Devleti olmasını istiyoruz. Onlar ise Suriye’yi kıskıvrak ellerine almak istiyorlar. Fransızlar Suriyelileri adam yapmak istiyorlarmış. Önce kendileri adam olsunlar.
Ben Balkan Savaşı sonrası bir gün Talat Paşa’ya “Suriye’ye, Irak’a bağımsızlık verin “dedim. Bana “bunu başkasına söyleme, seni asarlar” karşılığını verdi. Ama yapılacak şey bu idi.
Hatay nedir? Küçük bir şey. Bizim için sorun bir toprak işi değildir, namus meselesidir. Sizin tam bağımsızlık işinizi Fransızlar engellerse ordumuz yeterlidir. Size söz veriyorum, gerekirse girer, sonra yine çıkarım.”
Türkiye’nin Suriye hakkındaki görüşünün en yetkili ağızdan en kesin ve net ifadesi olan bu sözlere karşı takdir ve minnet duyduğunu ifade eden Cemil Mürdüm, “Paris’ten iyi sonuçlarla dönüyorum. Fransızlarla anlaşmazlığımız giderilecektir” diyerek, Türkiye’ye refah ve ikbal dileklerini ifade etti.
Bu günlerde Suriye Başvekili Cemil Mürdüm Cumhuriyet gazetesi muhabirine bir demeç vermişti. Bu demeç şöyleydi: …” Şark Antantı ATATÜRK ‘ün yüksek dehasından doğan bir eserdir. ATATÜRK, yalnız Türklerin değil bütün Şarkın Ata’sıdır. Bütün Şark milletleri O’nun açtığı nurlu yolu takip etmektedir ve bu yolunda devam edeceklerdir. Eğer ATATÜRK olmasaydı Şark milletlerinin hali ne olacaktı? Binaenaleyh onun adı ATATÜRK değil, “Ataşark” tır…” Bu açıklama, Türkiye’yi ve ATATÜRK ’ü methettiği için insanların mahkemeye verildiği Suriye’nin Baş veziri tarafından yapılıyordu.
Aralık 1937 sonlarında Fransız Büyükelçisi Ponsot, ATATÜRK ‘ün sağlık durumunun kötüye gittiği rapor etti. Fransa Dışişleri Bakanlığı bu raporu gizlice Paris’teki İngiliz Büyükelçiliği’ne sızdırdı. İngiltere’nin Paris Büyükelçisi Sir Eric Phipps 28 Aralık 1937 günü bu gizli haberleri Londra’ya iletti. Raporda belirtildiğine göre Ponsot’nun ATATÜRK ‘e yakın çevrelerden aldığı sanılan bilgiler, ATATÜRK ‘ün zihni ve fiziki bir çöküntüye gitmekte olduğu izlenimini vermektedir. ATATÜRK, son günlerde sık sık kendini kaybetmektedir. Bir süre önce ATATÜRK Anadolu’da uzunca bir seyahate çıkmıştı ve bu yolculuk esnasında sık sık baygınlık geçirmiştir. Özel tren zaman zaman kuytu yerlerde durdurulup saatlerce bekletilmiştir. ATATÜRK, baygınlık durumundan kurtulunca da şaşırtıcı davranışlarda bulunmuş, en sadık dostu ve arkadaşı İsmet İnönü’de böyle bir sinirli zamanında başbakanlık görevinden alınmıştır. Buna göre Fransa Hükümeti, “Büyük Adamın göçüp gideceği, Türk Devlet gemisinin birdenbire motorsuz ve dümensiz kalacağı gün için hazırlıklı olmalıydı ve o gün belki pek uzak değildi.” Bu karamsar raporda dikkat çekici bir cümle daha yer alıyordu “Bu durumda ATATÜRK, herhangi bir çılgınca veya ölçüsüz davranışta bulunursa, Fransa Hükümeti buna şaşmamalıdır.”
Bu sözlerin arkasında yatan asıl gerçek, Hatay meselesiydi. Fransız diplomatlar ATATÜRK ‘ün sağlığının artık “anormal” olduğu ve bu sıralarda alacağı bir kararın da “çılgınca ve ölçüsüz” olabileceği söylentisini yayarken ve bunu gizlice İngiltere’ye duyururken ilk akla gelen şey, bunun siyasi amaçla yapıldığıdır. Çünkü ATATÜRK Hatay’ı milli dava haline getirmişti ve bundan dönmek, gerilemek niyetinde değildi. Bu konuda daha ileri gidebilir, kesin kararlar alabilirdi. Fransa diplomasisi bu sızdırma ile muhtemel bir Türk kararını önceden zayıf düşürmeyi, bunu “hasta bir adamın çılgınlığı” biçiminde göstermeyi amaçlıyordu. Fransa, Türkiye’den değil ama çok iyi tanıdıkları ATATÜRK ‘ten çekiniyordu. Bu yüzden kendisine İngiltere gibi bir yandaş aramaktaydı. İngiltere’nin kulağına hastalık haberini fısıldamalarının sebebi buydu.
Bu raporun İngiltere’ye geldiğinden bir gün sonra, yani 29 Aralık 1937 günü İngiltere’nin Ankara Büyükelçiliği’ne çok acele ve gizli bir telgraf çekildi ve 48 saat içinde bilgi istendi. Büyükelçi Sir Percy Loraine ertesi gün, yine özel ve gizli bir şifre telgrafla karşılık verdi: “ATATÜRK ‘ün zihni ve fiziki durumunda bir gerileme olduğu doğrulayamam”. Büyükelçi ayrıca, “Fransız raporunun bu kadar karamsar olmasının arkasında Hatay meselesinin olabileceğini, bu konunun ATATÜRK ‘ün en hassas konusu olduğunu ve Türkiye’nin ATATÜRK ‘ü bu konuda sonuna kadar destekleyeceğine emin olduğunu” ekledi.
ATATÜRK ‘ün sağlığı konusunda 1937 yılı sonunda Paris-Londra-Ankara arasındaki gizli yazışmalar bir hafta kadar sürdü. 1938 yılının ilk haftasında kesildi.
Falih Rıfkı Atay’ın “Çankaya” adlı eserinde aktarıldığına göre, 1938’in ilk günlerinde bir akşam sivil arkadaşlarından biri: …”Paşam, ne diye kendinizi bu kadar üzüyorsunuz? Yarın bir tümen asker yollarsanız Hatay’ı alırsınız. Almanlar Renani’ye girdiler de sanki Fransızlar ne yaptılar? Renani için harekete geçmeyenler, Suriye’nin bir sancağı için mi Türkiye ile harbe kalkışacaklar?” demiş ve ATATÜRK kendisine şu cevabı vermiştir:
“… Evet, yarın sabah bir tümen asker yollasam Hatay’ı alabilirim. Renani için harekete geçmeyen Fransızlar bile Suriye sancağı için bizimle harbe girmezler. Bunu da bilirim. Fakat bu sefer şeref ve namus meselesi yaparlarsa? Milletler belli olur mu? Ben bir sancak için Türkiye’yi harb tehlikesine sokmam…”
1938 yılının başlarında ATATÜRK ‘ün rahatsızlığı iyice artmış, kaşıntılar ve burun kanamaları rahatsız edecek duruma ulaşmıştı. Bu sebeple teşhis ve tedavi için Fransa’dan Prof. Fissenger getirtilmiş, o da ATATÜRK ‘e mutlak istirahat tavsiye etmişti. Bu dönemde Fransızlar ATATÜRK ‘ün felç geçirdiğinden, ölmek üzere olduğundan bahseden yoğun bir propagandaya girişmiş, yayınlarında bu konuyu işlemeye başlamışlardı. ATATÜRK ‘ün üzülmesinden endişelenen görevliler bu haberlerin kendisine ulaşmaması için büyük çaba harcıyorlardı. Ama bilindiği kadarıyla ATATÜRK Hatay’daki gelişmeleri dikkatle takip ediyor, orada Türklere baskı uygulanmasından dolayı üzülüp sinirleniyordu.
O günlerde Hasan Rıza Soyak Cenevre’de olduğu için yerine Özel Kalem Müdürü Süreyya Bey vekâlet ediyordu. Bu sırada Avrupa’da ve bazı Arap ülkeleri basınında yayınlayan ve kasıtlı, münasebetsiz propagandaları işleyen yayınlar hiç incelenmeden, olduğu gibi ATATÜRK ‘e aktarılıyor, Sancak’ta (Hatay) seçim işlemleri sırasında yer şiddet hareketleri görüldüğüne ilişkin haberleri duyan ATATÜRK ‘ün üzüntüsü artıyor, bir sonuç alınmamasından dolayı bunalıyordu.
Bu sırada ATATÜRK bir tedbir olarak birkaç tümeni savaş gücü haline getirip güney sınırlarına sevk ettirmişti.
Dış basında kendisiyle ilgili olarak çıkan haberlerin etkisiyle sinir gerginliği artan ATATÜRK, 18 Mayıs 1938 gecesi Mersin’e gitmeye karar verdi ve hazırlıkların yapılmasını emretti. Adana ve Mersin’deki askeri birlikleri denetleyecek, durumu yakından görecekti. Hatay’ı ne pahasına olursa olsun, hatta ölümü pahasına bile olsa almaya, bu işi bir an çözümlemeye karar vermişti.
19 Mayıs 1938 günü Ankara’daydı O gün Beyrut’tan Avrupa ve Amerika’daki ajanslara çekilen ve “ATATÜRK ‘ün devlet işlerine bakamayacak kadar ağır hasta olduğunu” bildiren bir telgraf, günde 23 saat dinlenmesi gereken ATATÜRK ‘ün güney yolculuğunu kaçınılmaz bir hale getirmişti.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk, 19 Mayıs 1938 günü Ankara Stadyumu’nda yapılan kutlama törenlerine son defa katıldı. Stadyumu tıklım tıklım dolduran halk, ATATÜRK ‘ü stadyumda zinde bir halde görünce kendisini çılgınca alkışladı, sevgi gösterileri yaptı. Stadyum’a o gün “19 Mayıs” adını vermesi kendisinden rica edildi ve bu adı kendisi verdi.
O sırada stadyumda bulunan Yugoslavya Savunma Bakanı ile bir süre görüştükten sonra saat 17.00’ye doğru, geldiği gibi çılgın sevinç gösterileri ve alkışlar arasında tören alanını terk etti ve gündüzden hazırlattığı özel trenine binerek “… Doğru Mersin’e gidiyoruz” emrini verdi. Orada durumu yerinde inceleyecek, Adana, Mersin civarındaki askeri birlikleri teftiş edecek, bu vesile ile hem Fransa’ya hem de dünya kamuoyuna gerekli mesajları verecekti. ATATÜRK, geziye çıkarken belki giyerim düşüncesiyle Mareşal üniformasını da yanına almıştı.
ATATÜRK saat 17.00’de Ankara’dan trenle hareket etti. Hareketten sonra yolculuğun gayesi hakkında sadece iki kelime söylemişti: “… Hatay’ı kurtaracağız”.
ATATÜRK, 20 Mayıs günü saat 13.00’te Mersin’e geldi. Mersin’de halkın coşkun gösterileri ile karşılandı. İstasyon ’da askeri birliklerin geçi resmi yapmalarını, bu sırada bol bol fotoğraf çekilmesini ve mümkün olduğu kadar çok ve çabuk olarak çoğaltıp Hatay’a gönderilmesini emretti. Askeri birliklerin gözleri kamaştıran süngü parıltıları arasında yaptığı ve halsiz ve bitkin haline rağmen 2 saat (ya da 4 saat) süren geçit resmini ayakta dimdik durarak takip etti. Çok yorulduğunda geçişin hızlandırılmasını istedi.
Törenler süresince bol bol resimler çekildi ve fotoğrafçılar bütün gece çalışıp resimleri çoğalttılar. O günlerde Hatay’la ilgili irtibat ve işlemler Mersin ve Adana valileri tarafından yürütülüyor, Ankara’dan gelen direktifler aynı kanallardan ilgililere ulaştırılarak uygulamaya konuyordu. ATATÜRK ’ün emri gereği geçit resmini gösteren resimler Mersin Valiliği tarafından kurye ile Antakya’ya gönderildi. Antakya’ya verilen talimatta, ATATÜRK ‘ün geçit resmini ayakta izlediğini gösteren fotoğrafların ertesi gün Antakya’da (Atayolu) ve İskenderun’da (Hatay) yayınlanmasını emrediyordu.
Ankara’da Hatay’la ilgili olarak yabancı ülkelerin elçileri ile yapılan görüşmeler günü gününe ATATÜRK ’e ulaştırılmaktaydı. ATATÜRK bu mesele çözülmeden Ankara’ya dönmeyeceğini söylemişti. Gelişmelerle ilgili yeni durumu Ankara’dan telefonla kendisine arz eden Başvekil Celal Bayar’a şöyle talimat verdi:
“… Ecnebi sefirlere deyiniz ki, ATATÜRK Mersin’dedir ve Hatay meselesi halledilinceye kadar da Mersin’de kalacaktır. Bu kaçıncı müzakere, bu kaçıncı vaadidir?”
23 Mayıs 1938 günü Milletler Cemiyeti Konseyi, Türkiye’nin talebi üzerine yaptığı toplantıda Türk tezini kabul ederek: “Hiçbir Türk’ün ‘İslam-Sünni’ adı altında ‘Diğer cemaatler’ listesine yazılmayacağına, ‘Diğer cemaat’ olarak yazılmak isteyenlerin ancak ait olduğu cemaatin adı belirtilmek suretiyle yazılabileceklerine” karar verdi. Karar telgrafla Antakya’daki Seçim Komisyonu Sekreterliği’ne bildirildi. 24 Mayıs günü Mersin’e telefon eden Başvekil Celal Bayar Valiye:
…”ATATÜRK ‘e arz ediniz. Fransız ve İngiliz elçileri ile görüştüm. Bütün şartlarımızı kabul ediyorlar.” mesajını verdi.
ATATÜRK bunu öğrenince memnun oldu, belki hayatının en mutlu anlarından birini yaşadı. Valiye dönerek, “… Vali Bey, bizim artık burada işimiz bitti, eğer izin verirseniz Ankara’ya dönüyoruz” dedi.
24 Mayıs günü öğle vakti saat 13.00’te Mersin’den Tarsus’a giden ATATÜRK, orada bir süre dinlendikten sonra saat 15.00’te Adana’ya gitti. Saat 16.30’da Adana’ya vardıklarında İstasyon hınca hınç dolmuştu. ATATÜRK, Seyhan kenarındaki parkta bir süre dinlendi. Kumluk denilen mevkide toplanan halk, adeta bir insan denizi oluşturmuştu. Şehir baştanbaşa süslenmişti. Asfalt cadde piyade kıtaları, motorlu kıtalar ve bataryalarla dolmuştu. ATATÜRK otomobiline binerek istasyondan şehre giderken Belediye önündeki meydanda otomobili durdu ve “… İşte on beş sene evvel o Türk hanımına ‘Kırk asırlık Türk Yurdu esir kalamaz’ sözü vermiştim” dedi.
Coşkun tezahürat yapmakta olan halkı selamlayarak ilerlerken, kalabalıktan birden şimşek çakar gibi, beyaz pantolonlu, lacivert ceketli liseli, ortaokullu öğrenciler, beyaz kolalı yakalar ve siyah saten önlükler içinde kız lisesi öğrencileri etrafını sardı. Kız Lisesi’nde okuyan üç Hataylı öğrenci, göğüslerinde “Atam Hatay’ı istiyoruz. Hatay’da okumak istiyoruz” yazılı geniş kurdeleler bulunan sembol kıyafetleriyle ATATÜRK ‘ün elini öptüler. Öğrencilerin gözyaşları Gazi’nin avuçlarına döküldü. Gazi gözlerini havaya dikti ve:
“…Türk ağlamaz, Türk kızı ağlamaz! Hatay’da, Hatay Kız Lisesi’nde okuyacaksınız” dedi.
Bundan sonra ATATÜRK kıtaları teftiş edecekti. Biraz sinirliydi. Sağ elini kruvaze ceketinin göğsüne soktu ve saat 17.00’de geçit resminin başlaması için emir verdi:
“…Başlayın!”
Önde bando olduğu halde piyade kıtaları hareket etti. Tam teçhizatlı, sefere hazır dört tümenin piyade ve topçu birliklerinin Belediye Parkı önünde muhteşem geçit resmi başlamıştı. ATATÜRK birliklerin geçişini ayakta izliyordu. Kıtanın önünde yürüyen komutan tam kendi hizasına geldiği zaman ATATÜRK ‘ün çehresinde ani bir değişiklik oldu. O şimdi hastalığın yıprattığı devlet başkanı değildi, bambaşka bir insan olmuştu. Mavi gözlerinde şimşekler çakıyordu sanki ve boynundaki damarlar şişip şişip iniyor, derin derin nefes alıyordu. Pembeleşen çehresindeki memnuniyet çok açık görünüyordu. Komutası altında tarihe geçmiş emsalsiz destanlar yazan kahraman ordu Başkomutanının önünden geçiyordu. Bu geçiş sırasında sadece genç subaylar, yüzbaşılar, binbaşılar değil, pantolonlarının kırmızı şeritleri dört parmak genişliğinde, yakaları sırma apoletli generaller de tümenlerinin yanı başında yer almışlardı. Hepsi de yalınkılıç sert adımlarla yürüyor, her türlü merasim protokolünün dışında ve üstünde, yaya geçiyorlardı.
Çelik kaleler gibi yerleri sarsarak geçen Mehmetçikleri ayakta selamlayan BAŞKOMUTAN ATATÜRK, her bölük yaklaştıkça Mehmetçiği daha yakından görmek istiyor gibi sık sık eğilerek bakıyor, her geçen birliğin başındaki her subayı ve her eri sabır ve takdirle selamlıyordu.
Ama tören bir saat yirmi dakika sürdüğünden, bitkin vücudu daha fazla tahammül edememiş, takati tükenmişti. Bir ara yanındaki koltukta oturan Kılıç Ali, …“Paşam bana arada bir belli etmeden yaslan” dedi.
Ama ATATÜRK,
“…Hayır, olmaz!” cevabını verdi.
Ama ağrılar ve takatsizlik artıp, artık dayanılmaz hale gelince, geçit resmi yapan askerlere “… Marş marş!” komutu verdi ve asker alanı koşar adım terk etmeye başladı. Son asker de alanı terk ettiği anda ATATÜRK son neferin ardından uzun uzun baktı. Askerin intizamından çok memnun kalmıştı. Bunlar belki de daha sonra Hatay’a girecek birliklerdi. Yanında bulunan I. Tümen Komutanı Tümgeneral İsmail Hakkı Akkoğuz’un elini sıkarak memnuniyetini ifade etti, kendisini kutladı ve bitkin bir halde koltuğa oturdu. Rahatsızlığı artan ATATÜRK, tören biter bitmez derhal trene taşındı ve aynı gün akşamı Ankara’ya hareket edildi, oradan ertesi gün İstanbul’a geçildi.
Mersin’de çekilen fotoğraflar ve talimat kurye ile Antakya’ya ulaşır ulaşılmaz Selim Çelenk özel bir arabayla hemen Halep’e gitmiş ve gece yarısı klişe atölyesini açtırıp klişeleri yatırdıktan sonra sabaha karşı Antakya’da dönmüştü. Resimler 25 Mayıs tarihli Atayolu ve Hatay gazetelerinde yayınlandı (Yenigün kapalıydı).
Haber 25 Mayıs 1938 tarihli Atayolu’nda “ATATÜRK ‘ten Hataylılara selam” başlığıyla ve fotoğraflarla birlikte verilmişti. O sırada eski harflerle yayınlanmakta olan Hatay ise aynı gün manşet yaptığı ve bu gezinin dışarıdaki yankılarına da dikkat çektiği bu haberi şöyle vermişti:
“BÜYÜK ŞEF ATATÜRK MERSİN İSTASYONU’NDA DÜNYANIN KARŞISINDA AYAKÜSTÜNDE
Ulu Önder ATATÜRK ‘ün Mersin Seyahati;
Avrupa gazeteler, Büyük Şef’in Cenuptaki seyahatinin Paris mehafilince alaka ile takip edildiğini yazıyorlar. ATATÜRK ‘ün yeniden hastalandığı şayiasından sonra, birdenbire Cenup hudutlarına doğru seyahate çıkması siyasi mehafillerde dehşetle karşılanmıştır. ATATÜRK ‘ün bu seri hareketi Türk gazeteleri tarafından ahiren Fransa aleyhinde yapılan müşterek hücumlarla aynı günlerde vukua gelmiş bulunmaktadır. Salahiyettar kaynaklar; Fransa’nın İspanya muadesiyle meşgul bulunduğu bir sırada ATATÜRK ‘ün Cenubi Anadolu’da böyle seri bir harekete lüzum gördüğü kanaatindedir. Ancak siyasi makamlar Türkiye’nin derhal askeri bir harekete atılamayacağı fikrindedirler. ATATÜRK, olsa olsa bu günlerde intihap yapılan İskenderun Sancağı’na yakın bir yerde bulunarak ahvali yakından tetkik etmek ve icabında Sancağın askeri işgal altına alınabileceğini Sancak halkına anlatmak fikrindedir. Muhtelif mehafil, Avrupa’daki bütün karışıklığa rağmen ATATÜRK ‘ün Anadolu’daki seyahatini büyük bir alaka ile takip etmektedir.”
O sıralarda Suriye basınının sürekli olarak ATATÜRK ‘ün ölüm döşeğinde yattığına, Hatay davasının suya düşeceğine dair haberler yayınlaması Hatay Türklerinde moral çöküntüsü yaratıyordu. Ama ATATÜRK ‘ün bu resminin Atayolu’nda ve Hatay’da yayınlanması hem propagandacıları şaşkına uğrattı hem de Türkler arasındaki karamsar havayı dağıttı.
Güney gezisi ile dünyaya sağlığının yerinde olduğu mesajını veren ATATÜRK, “Hatay gibi anayurt sınırları dışında kalmış Türklerin ve bütün Ortadoğu halklarının da tek ümidi, en büyük kahramanıydı. Bu ülkelerde bu inanç her fırsatta açığı vuruluyordu. Mayıs 1938’de Trablusşam’dan çekilen şu telgraf bu açıdan çok anlamlıydı:
“Beyrut Türk Konsolosluğu vasıtasıyla
Şark’ın Büyük Babası Mustafa Kemal ATATÜRK ’e
Ulu Tanrının inayetiyle iadei afiyet buyurdukları müjdesini duyunca bütün Trablus Müslümanları secdei şükrana kapanarak çok kıymettar sıhhatınızın temadisini Ulu Tanrı’dan halisane niyaz. (Haşim Taktak).”
Mersin, Adana gezisini tamamlayan ATATÜRK 27 Mayıs günü İstanbul’a vardı ve Dolmabahçe Sarayı’nda istirahate çekildi. Hayatı pahasına gerçekleştirdiği uzun ve yorucu seyahatten sonra dolayı bitkin ve üzgündü. Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak ‘a seyahatini ve olup bitenleri anlattıktan sonra şunları söyledi:
“… Çocuk, benim artık Hatay’da hatta Paris’te iş başında bulunan Fransız adamlarına katiyen itimadım kalmadı; meseleyi daha ziyade sürüncemede bırakmak doğru olmayacaktır; ne yapmak lazım gelirse bir an evvel yapılmalı. Türk Hatay Devleti -Milletler Cemiyeti’nin kararına uygun şekilde- kurulmalı ve emniyet altına alınmalıdır. Hükümete de bunu tavsiye ettim.”
Hastalığının ağırlaştığı günlerde ATATÜRK, neşesini yerine getiren kendini mutlu eden bir olay yaşamıştı. Bu olayın kahramanı Kurmay Albay Şükrü Kanadlı’ydı. Şükrü Kanadlı bir münasebetle ATATÜRK ‘e:
…”Paşam, izin ver, yalnız elimdeki kuvvetle, değil Hatay’ı Süveyş’e kadar bütün sahili size teslim edeyim. Sonra beni asi diye kurşuna diz! Tek sen üzülme!” demiş. Kurmay Albay Şükrü Kanadlı huzurundan çıkınca ATATÜRK, “… Ektiklerimiz meyve verdi. Artık ölsem de gam yemem” diyerek sevincini açığa vurmuştu.
Dolmabahçe Sarayı’nda tedavisi devam eden ATATÜRK, 1 Haziran günü Savarona Yatı’na geçti. Orada şezlongunun yanına bir telefon konup Dolmabahçe’ye bir hat bağlandı. Hattın bir ucu Paris’e, bir ucu Ankara’ya bağlıydı. Günün her dakikasını Hatay için talimatlar vererek burada geçiriyor, kabine toplantıları yapıyordu. Hatay’ı ya diplomatik yolla alacaktır (tercihi budur), ya da zorla… Bu süreçte her türlü imkân ve güç kullanılacaktır. Bu yüzden bir savaş ise en son ihtimaldir. Hasan Rıza Soyak’a söylediği sözler O’nun bu konudaki düşüncesini net bir şekilde anlatmaktadır:
“…Eğer diplomatik yolla halledemezsem yapacağım şey Cumhurreisliğinden, hatta milletvekilliğinden istifa etmektir. O zaman resmi bir görevim kalmaz, sivil bir fert olarak Hatay’a gider tıpkı Samsun’a gittiğimde olduğu gibi milis kuvvetlerin başına geçerim ve bu uğurda savaşırım, ama mutlaka başarırım”.
Kazım Özalp Paşa bir gün Savarona’da ATATÜRK ‘ü görmeye gittiğinde ATATÜRK ona, “…Hastalığımın ne olduğunu kitaptan okuyarak öğrendim. Maatteessüf akıbeti vahim” demişti. Özalp, O’nu, “Su alırlarmış, geçermiş Paşam” diyerek teselli etmek istedi. ATATÜRK ertesi gün Savarona’da Bakanlar Kurulu’nu topladı. Toplantıdan sonra Özalp Paşa’nın kalmasını istedi. Bakanlar gitti, Paşa kaldı. ATATÜRK, ona …”Hatay bizimdir. Türkiye’ye ilhak olunmalı… İcap ederse Makedonya’da Bulgarların yaptığı gibi çete teşkilatı kur!” Demesi üzerine Özalp Paşa, “Kurarız Paşam, müsterih olun Siz…” cevabını verdi.