…”Ben, memleket ve milleti düştüğü felaketten çıkarabileceğim inancıyla Anadolu’ya geçtiğim ve amacın gerektirdiği teşebbüslere giriştiğim zaman cebimde, emrimde beş para olmadığını söyleyebilirim.
Fakat parasızlık benim milletle beraber atmaya muvaffak olduğum hedefe yönelik adımları durdurmaya değil, zerre kadar azaltmaya dahi sebep teşkil edememiştir. Yürüdük, muvaffak olduk; yürüdükçe, muvaffak oldukça maddi güçlükler, kendiliğinden ortadan kalktı. Ankara’da, mukaddes topraklarımızı her taraftan sarmış ve fiilen işgal etmiş düşman ordularını, bu mukaddes topraklardan atmak imkânından bahsettiğim zaman bana, en şuurlu, ileri görüşlü oldukları iddia olunan kimseler, bütün bu teşebbüslerin paraya bağlı olduğundan bahsediyor ve “Ne kadar paran vardır?” veya “Nereden para bulabilirsin?” gibi sualler soruyorlardı.
Benim verdiğim cevap şu idi: “Türk milleti kendi hayat ve kurtuluşuna yönelmiş olduğuna kanaat edeceği teşebbüsleri başarabilecek bir kudrete maliktir. Bu teşebbüsün ciddiyetine kanaati halinde onu gerektirdiği kadar servet kaynağını ortaya koyar”.
Bu dediklerim, sözden işe geçmiş hakikatler değil midir?
Bu noktada hemen şunu da ilave edeyim ki, Ankara’da ilk milli hükümet kurulduğu zaman etraf ve çevrelerin tereddüdünden bahsetmeyeceğim. Fakat o hükümeti teşkil eden kimselerin dahi bana “Hükümet teşekkül etti. Fakat devlet ve hükümeti idare için nereden para alacağız?” dediklerini hatırlarım.
Verdiğim cevap pek sade olmuştur: “Çalışmalarımız, devleti, milleti kurtarmaya yönelmişse ve bu çalışma hedefiniz büyük Türk milletince belli olunca sualiniz tekrar etmeyecektir. Türk milleti, kendisi için, kendi geleceği ve kurtuluşu için çalışan müteşebbisleri, heyetleri güçlükler karşısında bırakmayacak kadar yüksek vatanseverlik ve yüksek şeref hisleriyle donanmıştır.”
Sözden işe geçmiş hakikatler böyle iken, Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a gidişiyle ilgili olarak Cumhuriyetin İlanının ilk senelerinde ortaya atılan iddialardan birisi de “Vahdettin’in Paşa’ya binlerce altın verdiği” olmuş ve bu iddia günümüze kadar gelmiştir. Ortaya atılan iddialar da altının miktarı her iddia sahibine göre değişmiş, 20 ila 40 bin arasında ya azalmış veya çoğaltılmış ama genellikle 40 binde karar kılınmıştır:
…”Vahdettin, 16 Mayıs 1919 saat 19.41’de Mustafa Kemal’i Yıldız Sarayı’nda kabul etti ve ona kendi cebinden bir kadife kutu içerisinde 40 bin Reşad altını verdi. Donanma Komutanlığı’ndan ve Erkân-ı Harbiye Nezareti’nden Vahdettin’in emriyle Mustafa Kemal’e verilen altınların toplamı da 800 bin Reşat altınıdır.”
Ortaya atılan iddia böyledir ama 16 Mayıs 1919 akşamı saat 19.41’de Mustafa Kemal Paşa artık İstanbul’da değildir. O gün öğleden sonra saat 16.00 da demir alan ve Boğazlardan çıkıp Karadeniz’e açılan Bandırma Vapuru’ndadır. Ve Mustafa Kemal Paşa Kızkulesi açıklarında Bandırma Vapuru’nun aranmasını takiben düşman zırhlıları arasından geçerek İstanbul’u terk ederken, güvertede arkadaşlarına:
…”Bunlar işte böyle yalnız demire, çeliğe, silah kuvvetine dayanırlar. Bildikleri şey yalnız madde! Bunlar hürriyet uğruna ölmeye karar verenlerin kuvvetini anlayamazlar. Biz, Anadolu’ya ne silah, ne cephane götürüyoruz; biz ideali ve imanı götürüyoruz!” demiştir. Ve Sultan Vahdettin’i o gün Yıldız Camii’nde yapılan Cuma selamlığından sonra veda maksadıyla ziyaret etmiştir.
Ortaya atılan iddia böyledir ama o senelerin Osmanlı altınları yedi gramdan biraz fazladır (7,2 gr). Bandırma Vapuru’na yüklendiği iddia edilen 40 bin altın yaklaşık 300 kiloluk bir hazine demektir; Mustafa Kemal Paşa’nın giderken götürdüğü 800 bin Reşat altını da tam olarak 5 bin 760 kilogramdır. Kaldı ki o devirde Erkân-ı Harbiyeye Nezareti diye bir nezaret yoktur. “Genelkurmay” demek olan “Erkân-ı Harbiye Riyaseti” ile “Harbiye Nezareti”, yani “Savaş Bakanlığı” vardır ve bunlar farklı kurumlardır. Ortaya atılan iddianın edildiğinin aksine “Donanma Komutanlığı’nın para işleri ile bir alakası yoktur. “Donanma Komutanlığı” diye büyük ihtimalle Bahriye Nezareti kastedilmektedir ama bu nezaret de akçalı işlerle değil, Bandırma Vapuru’nun yolculuk için hazırlanması ile meşgul olmuştur.
Dolayısı ile Vahdettin’in Mustafa Kemal Paşa’ya bu meblağda bir para vermesi zaman-yer ve maddi olumsuzluklar yüzünden de imkân haricindedir. Kaldı ki; …”Osmanlı İmparatorluğu’nda, 1856 yılında İngiliz sermayesi ile kurulan Osmanlı Bankası “Bank-ı Osmani”, 1863 yılında Fransız ve İngiliz ortaklığında “Bank-ı Osmani Şahane” adıyla bir devlet bankası niteliği kazanmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun sık sık Avrupa piyasalarından borçlanmak zorunda kaldığı dönemlerde İngiltere ve Fransa, devletten ziyade, kendi idaresi altındaki bu bankaya güven duymuş ve mali ilişkilerini bu banka kanalıyla yürütmeyi tercih etmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu, Osmanlı Bankası’na hükümetin hiçbir biçimde kâğıt para basmayacağı ve başka bir kurumda da bastırmayacağı taahhüdünde bulunarak, 30 yıl süre ile kâğıt para ihracı imtiyazını vermiştir. Osmanlı Bankası ilk olarak 1863 yılında, istendiğinde altına çevrilmek üzere, Maliye Nezareti ve kendi mühürlerini taşıyan banknotları tedavüle çıkarmış, 1863-1914 yılları arasında da çeşitli şekil ve miktarlarda banknot ihraç etmiştir.
Yukarıda belirtilen taahhüt verilmekle birlikte, Osmanlı yönetimi Osmanlı Bankası ile anlaşarak, halk arasında “93 Harbi” olarak bilinen 1876-1877 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında, savaş masraflarını karşılayabilmek için kaime (“Para yerine geçen kâğıt” bir anlamda da para olmaktan çok faiz getirili borç senedi veya hazine bonosu) ihraç etmiştir.
Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Bankası, hükümetin avans ve banknot ihraç isteğini geri çevirmiştir. Bu anlaşmazlık, Banka’nın savaş döneminde banknot ihraç ayrıcalığını kullanmayacağını açıklaması üzerine giderilmiş ve Osmanlı yönetimi, 1915 yılından itibaren altın ve Alman hazine bonolarını karşılık göstererek dört yıl boyunca (1915 + 4: 1919) yedi tertiple toplam 160 milyon liranın üzerinde banknot çıkarmıştır. Bu banknotlar “evrak-ı nakdiye” adı altında Türkiye Cumhuriyeti’ne intikal etmiş, Cumhuriyetin ilk yıllarında para bastırılmadığından, 1927 yılı sonuna kadar tedavülde kalmıştır(1).”
Mustafa Kemal Paşa’ya Samsun’a gidişi öncesinde karşılıklı yazışmalardan, uzun bürokratik işlemlerden ve ısrarlarından sonra kendisi için ödenen para, 25 bin kâğıt liradır(2), ama bu meblağ Amasya’da bulundukları zaman bitmiştir. Anadolu’da sonraki aylarda arkadaşları ile çektikleri maddi sıkıntılar birçok kaynakta da açıkça ifade edilmiştir. Bu bilgiler ışığında; Osmanlı yönetiminin dört yıl boyunca ve yedi tertiple çıkarttığı 160 milyon liradan yalnızca 25 bin kâğıt lirasını Mustafa Kemal Paşa’ya verilmiştir demek mi doğru mu olacaktır?
Bu sorunun yanıtını Türk gazeteci, yazar ve televizyon programcısı, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılış dönemi ile ilgili araştırmalarıyla tanınan Murat Gökhan Bardakçı’nın “Bir Devlet Operasyonu: 19 Mayıs” adlı eserinde şöyle vermiştir: …”Osmanlı arşivlerinde söz konusu altınlarla ilgili ne bir belge ne de bir kayıt ve olmaması da normal. Zaten Vahideddin’le Mustafa Kemal’in yazdıklarından da altınlardan tek bir kelimeyle bile olsa söz edilmiyor. Üstelik bir altının yaklaşık 8 gram olduğu düşünülürse, Bandırma vapurunda 40 bin altının, yani 320 kiloluk bir hazine sandığının hakikatten var olup olmadığı da tartışmaya açık bir konu. Vahideddin altınlardan değil, Mustafa Kemal Paşa’ya yaptığı bir başka ödemeden, -30 Bin Lira- dan söz ediyor ve “Hazinenin tamamiyle müttefiklerin kontrolü altında bulunduğu ve oradan bir kuruş bile alınmadığı sırada O’na maddi yardım yaptım, kendi cebimden 30 bin lira verdim” diyor… (Bakınız: Turkuvaz Medya Grubu, 1.Baskı: Eylül 2019, Sf: 117)
Peki, ama Vahdettin hazinenin tamamıyla müttefiklerin kontrolü altında bulunduğu ve oradan bir kuruş bile alınmadığı sırada kendi cebinden Mustafa Kemal Paşa’ya neden 30 bin lira vermişti?
Atatürk, bu sorunun yanıtını 16 Mart 1923 günü Adana çiftçileriyle konuşmasının bir bölümünde şöyle vermiştir: …”O saraylar ve o sarayların etrafını çeviren hainler, asırlarca bu milleti dalgın bıraktılar; onu nura koşmaktan menettiler. Onlar, bu milleti ve bu memleketi yalnız iki zamanda düşünürlerdi. Biri paraya, diğeri asker muhtaç oldukları zaman!..”
5 yıl önce…
Mustafa Kemal Paşa, Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasının ardından, 7 Kasım 1918 günü Harbiye Nezareti emrine atanmış ve Başyaveri Salih, yaverleri Cevat Abbas, Muzaffer ve Şükrü beyler ile beraber 13 Kasım 1918 günü İstanbul’a dönmüşlerdi.
Mustafa Kemal Paşa, Yıldırım Orduları Grubu Kumandanlığı ile 7. Ordu Karargâhı’nın Padişah iradesiyle kaldırılması ve Harbiye Nezareti emrine verilmesi üzerine (10/11 Kasım akşamı) Güney cephesinden ayrılıp Adana’dan trenle İstanbul’a hareket etti. 1918 senesinin 13 Kasım günü Haydarpaşa’da üç saat bekledikten sonra askeri ulaşıma ait “Kartal” isimli köhne bir motorla karşıya geçerken, İstanbul Boğazı’na demirlemiş düşman donanmasını gördüğü zaman yaveri Cevat Abbas beye; -…”Geldikleri gibi giderler!” demişti.
İstanbul’a geldiği o gün, Annesi Zübeyde Hanım’ın yaşadığı, Beşiktaş semtinde, Akaretler yokuşu üzerindeki 76 numaralı eve giderek Annesi Zübeyde Hanım’ın boynuna sarılarak mübarek ellerini öpmüş, kız kardeşi Makbule Hanımla kucaklaşıp, Abdürrahim ile hasret gidermişti. Hayatı boyunca çok az bir araya gelebilen aile için mutlu ama kısa süren bir buluşmaydı bu. Çünkü Mustafa Kemal Paşa, bu evden ayrılarak 15 gün kadar Pera Palas’ta kalacak (2 veya 3 Aralık 1918’e kadar), daha sonra kısa bir süre de eski dostlarından Selma ve Salih Fansa’nın “Hava Sokağı”ndaki 5 numaralı Franko Paşa’nın konağında misafir edilecekti. (Günümüzde, İstiklal Caddesi Fuat Uzunkınay Sokak)
Mustafa Kemal Paşa daha sonra, Aralık ayının ortalarında Şişli’de tuttuğu eve yerleşti (Günümüzde: Atatürk Müzesi, Halaskargazi Cad. No:250, Şişli/İstanbul.) Not: 20 Aralık 1918 akşamı, Katma’dan dönen Ali Fuat (Cebesoy) Paşa, Mustafa Kemal Paşa’yı Şişli’deki evinde ziyaret etmiş ve beraber memleketin son durumunu gözden geçirmişlerdir (Bakınız: Ali Fuat Cebesoy, Milli Mücadele Hatıraları, Sf:35).
Mustafa Kemal Paşa, 14 Kasım günü Pera Palas’ta İngiliz Gazeteci Ward Price ile görüştüğü sırada İstanbul limanındaki uçak taşıyan İngiliz gemilerinden havalanan İngiliz uçakları şehrin üzerinde uçmaktaydı. Tam da o gün, 2 Eylül 1918’den beri Yunus Nadi (Abalıoğlu) Bey tarafından İstanbul ve Ankara’da yayımlanan ve tam adı “Anadolu’da Yeni Gün” olan günlük gazetede, Mustafa Kemal Paşa’nın yaveri Cevat Abbas beye; -…”Geldikleri gibi giderler!” sözünü söylendiğini konu edilen sayısı yayımlanmıştı:
13 Kasım 1918’de İtalya (17 adet savaş gemisi) ile Yunanistan ise (4 adet savaş gemisi) ile İstanbul Boğazı’nı işgal etmiş, İstanbul limanındaki uçak taşıyan İngiliz gemilerinden havalanan İngiliz uçakları şehrin üzerinde uçmaktaydı. Amma ; …”Mütareke sonrası İstanbul’unda henüz resmi bir işgal yoktu ama şehir müttefik askerleriyle kaynıyordu. Hele Fransız Doğu Orduları Başkumandanı General Franchet d’Esperey’in 8 Şubat 1919’da şehre beyaz bir atın üzerinde fatihâne bir edayla girmesi ümitsizliği daha da arttırmıştı. Herkes çıkış yolu aramaktaydı. Saraydan hükümete, paşalardan sokaktaki vatandaşa kadar herkes…
İlk akla gelen silahlı mücadeleydi!..
Ama nasıl yapılacak, nerede başlayacak ve en önemlisi başına kim geçecekti?..
Padişah hiçbir şekilde düşünülemezdi; zira İstanbul’u terk etmesi gerecekti ve böyle bir teşebbüs başkentin bir daha geri dönmeyecek şekilde elden çıkmasıyla neticelenebilirdi.
Şehzadelerden birisi de olamazdı, çünkü düvel-i muazzamanın hiddetlenmesi halinde aynı neticenin yaşanması yani İstanbul’un gitmesi ihtimali vardı.
Dolayısıyla, iş askere düşmekteydi.
Geçmişi mesleki başarılarla dolu, güçlü bir generale… Bu General Anadolu’ya gönderilecek, bir kısmı silahtan çoktan arındırılmış ama bazısı hâlâ silahlı birliklerin başına geçirilecekti. Gelecekte barış masasına oturulduğunda karşı tarafa bir ordunun varlığı da hissettirilebilecekti böylece. O günleri sarayın yakınında yaşamış olanların anlattıklarına göre, ordunun önde gelenleri 1919 Mart’ında bir gece, Erenköy’de bir köşkte toplandılar ve mücadelenin mahiyetiyle lideri üstünde saatlerce tartıştılar…” (Bakınız: Murat Bardakçı, “Şahbaba” Everest Yayınları, 1.Baskı, Şubat 2015, Sf:125)
Atatürk’ün yanıtını bir kez daha hatırlayalım (3): …”O saraylar ve o sarayların etrafını çeviren hainler, asırlarca bu milleti dalgın bıraktılar; onu nura koşmaktan menettiler. Onlar, bu milleti ve bu memleketi yalnız iki zamanda düşünürlerdi. Biri paraya, diğeri asker muhtaç oldukları zaman! Bir yandan memleketi soyarlar, diğer yandan milletten aldıkları askerle Viyana’yı, Mısır’ı İran’ı zapt için fütuhata kalkarlardı. Halbuki milletin o zaferlerde hiçbir milli amacı yoktu. Onların hırsı, onların şan ve şerefi için, bu milletin evlatları bir daha dönmemek üzere onların arkasından sürüklenirdi. Sonra onların, saraylardaki debdebeyi temin için paraya ihtiyaçları vardı. Bu parayı milletten sopa ile alırlardı. Bütün bunların neticesi milleti fakirliğe, haraplığa, nihayet ölümün kıyısına götürdü…”
Sonuç olarak, belgesi henüz bulunamamakla birlikte Mustafa Kemal Paşa’ya Samsun’a giderken yapıldığı bilinen tek resmi ödeme 13 Mayıs 1919 da Harbiye Nezareti’nden verilen -1000 Lira-dır!
T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’nde ulaştığım aşağıdaki belgeden Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a gidişinden sonra İstanbul ile yaptığı yazışmalarda Dâhiliye Nezareti’nden almış olduğu “1000 lira”nın üç yüz lirasını Samsun’da mutasarrıfa verdiğini söyleyip ilave tahsisât istediği anlaşılmaktadır (4): “kendisinin Dersaâdet’ten hareketi esnasında aldığı bin liralık evrâk-ı nakdiyeden üç yüzünü bu kere mutasarrıflığa verdiğinden”