Mustafa Kemal Paşa’nın Mütareke yıllarında adını koyduğu, finansal desteğiyle 1 Kasım 1918 tarihinde – Felaketten İbret Alalım! – başlığıyla İstanbul’da yayın hayatına başlayan Minber gazetesinin imtiyaz yazısını görmekteyiz.
Gazetenin sahipliğini Cumhuriyet döneminde Başbakan olacak olan Ali Fethi (Okyar), sorumlu müdürlüğünü ise Atatürk’ün hayatı boyunca en yakın dostlarından biri olacak olan Dr. Rasim Ferit (Talay) yapmıştır. Toplamda 51 sayı çıkartılabilen Minber gazetesinin son sayısı 21 Aralık 1918 tarihlidir.
Ali Fethi (Okyar), Mütareke yıllarında gazetenin yayımlanma fikrinin nasıl ortaya çıktığını, anılarında şöyle dile getirmektedir:
“Ben daha Dâhiliye Nâzırlığından kabineyle beraber istifa etmeden önce, resmi vazife ve hüviyeti, Harbiye Nezareti emrinde müstafi Ordu Kumandanı olan Mustafa Kemal Paşa, bana, ”İzzet Paşa iktidarda kalsa bile muhaliflerin tazyikine dayanamayacaktır. Padişah kabinedeki İttihatçıları muhakkak tasfiye ettirecektir. Memleketi perişan eden ve muhalefet eden ve muhalefet adı altında irtikâp edilen taarruz ve tahripler de daha çok gazeteler vasıtasıyla oluyor. Bunlara karşı milleti uyandırmak için en iyi vasıta, aynı yoldan mukabele etmek, yeni bir gazete çıkarmaktır. Benim maaşlarımdan biriktirdiğim biraz param var, onu koymaya hazırım. Ben askerim, imtiyaz alamam ama sen bugün genellikle haklı tenkitlerin sebeplerinin çoğunun dışında kaldın, hatta bunlarla mücadele ettin, hakikatleri halka, hatta düşmanlarımıza anlatabilmek için gel, beraberce bir gazete çıkaralım.” dediğinde, samimiyetle itiraf edeyim; Mustafa Kemal’den böylesi bir teklif gelinceye kadar, ben bir gazete çıkarmayı hiç düşünmüyordum. Fakat ne olursa olsun, mensup olduğum İttihat ve Terakki için öylesine çirkin ve haksız ve dolayısıyla vatan ve devlet için öylesine tehlikeli neşriyat başlamıştı ki bunları cevapsız bırakmak ve sükûtla karşılamak mümkün değildi. Mustafa Kemal Paşa gazeteye bir de isim bulmuştu: (Minber).”
Minber gazetesinin yayımlanması konusunda Lord Kinross’un yazdığı “Atatürk” biyografisinde daha detaylı bilgiler mevcuttur:
“Sultan Meclis’i dağıtmaya gerçekten kararlıydı. Ne var ki amacı orduyu değil, İtilaf Devletleri’ni hoşnut etmekti. Sultan, kaderini işgal kuvvetleriyle birleştirmeye karar vermişti. Mustafa Kemal, Meclis’in bu şekilde dağıtılması kendi işine yaramayacağı için buna şiddetle karşı koymaya başladı. Fethi Bey’in çıkardığı Minber adlı gazetede bir köşesi vardı. Burada meşrutiyet ilkelerini savunuyor, yurttaşlarını, kendilerini bekleyen tehlikelere karşı uyarıyordu (sf:224). Fethi Bey, çıkardığı muhalefet gazetesinde, Tevfik Paşa’ya karşı bir kampanyaya girişmiş, kuvvetli bir hükümetin gerekli olduğu şu sırada Tevfik Paşa kabinesinin, milli felaket karşısında sadece bir seyirci olarak kaldığını ileri sürüyordu. Mustafa Kemal, elindeki parasının bir kısmını bu gazeteye yatırdı ve Fethi Bey ile çalışmaya başladı. Yazdığı imzasız yazılarla kamuoyunu etkileyebileceğini ummaktaydı. Üç arkadaş (Dr. Rasim Ferid Talay) Şişli’deki evin ilk katındaki büyük odada memleketi kurtarmanın bir yolunu bulmak için baş başa verip planlar yapıyorlardı (sf:230).”
Mustafa Kemal Paşa ve Minber gazetesi konusunda Falih Rıfkı Atay “Çankaya” adlı yapıtının 158. sayfasında şu satırlarla değinmektedir:
“Bir müddet sonra İstanbul’da bir günlük gazeten meselesi ortaya çıkar. Gazetenin başında Fethi Bey var. Mustafa Kemal Paşa az da olsa sermaye koyanlar arasında.
Bu yeni ticaret büsbütün tatlı yazacaksın, yazdıracaksın, üstelik para kazanacaksın. Gazete müşterisi nedir? Bir gazeteyi alanlardan yüzde kaçı ciddi yazı okur, yüzde kaçı meraklı havadisler ve tefrikalar peşindedir. Mustafa Kemal Paşa’nın bunlar hakkında hiçbir fikri yok. O sanıyordu ki, o günkü gazetelerde Fethi Bey’den daha akıllı başyazar mı var, kendisinden daha iyi polemik ilhamları kim verebilir? O halde bu gazetenin sürümde, hepsinden daha yüksek olması pek tabiî değil midir? Birçok gazeteyi niçin imzaları altında çıkan bir kitaptan daha fazla sürdüreceği sualini kendilerine sormamışlar, sonra bir gazete yazarlığının hususiyetleri üzerinde durmamışlardır.
Biz okurlarımıza konuştuklarımızı birbirine karıştırırız; konuştuklarımız, seviyece, zevkçe, aşağı yukarı bir ayarda olduklarımızdır. Bunlar çok defa gazete bile okumazlar, beğendikleri gazete en az, ele almadıkları gazete ise çok satar. Evet, gazetecilikte bir ticaret ama bir fikir adamı için dahi incir, üzüm alışverişi kadar anlamadığı bir ticaret.
Mustafa Kemal Paşa da gazetesini evinde okur, pek hoşuna gider. Herkesin elinde görme sevincini tatmak için erken sokağa çıkar. Ne kimsenin elinde, ne müezzinlerin ağzındadır. Böyle bir gazete çıktığından sokaktaki, tramvaydaki, otobüsteki, şehir habersiz görünür. Hâlbuki Mustafa Kemal meclislerinin hepsinde, herkesin gazeteden haberi vardır.
Gazete teknesi, incir teknesi kadar da dayanmaz. Bütün kumandanlık hayatından nesi kalmışsa bu gazetede eriyip gider.” (Not: Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’a geldiğinde arkadaşlarının önerisiyle tasarruflarının bir bölümünü incir ticareti yapan bir tüccara değerlendirmesi için vermiş ve bu işte parası batmıştır.
(Bkz: “Mustafa Kemal Paşa’nın Ticaret Serüveni” https://www.sechaber.com.tr/mustafa-kemal-pasanin-ticaret-seruveni/?fbclid=IwY2xjawIwK7VleHRuA2FlbQIxMQABHTuQerBiiNZPxxa19JH6lS-ScdWf2zYp1-ZRR1pNQiGmsUfshlV4Cc08DQ_aem_n3zkopUXMfSlFq3Zvx3Aiw )
Minber gazetesi, 19 Kasım 1918 günü (Sayı: 18, s.1) Mustafa Kemal Paşa’nın 4 Eylül 1330 (17 Eylül 1914) tarihinde bir dostuna yazdığı mektubunu “Nühüfte Bir Sima” (Gizli Bir Sima) başlığıyla “Ahmet Hulki” imzasıyla yayımlanmış, fakat mektubun içinde bazı bölümler ile kişi adları (“…”) çıkartılmıştır.
Aynı mektup daha sonra Minber gazetesinden naklen “Tarih Dünya Coğrafyası” dergisinde de yayımlanmıştır (15 Nisan 1959, Sayı: 1). Dergiye göre (“…”) bu kişi Enver Paşa’dır. Atatürk, Atatürkçülük ve Çağdaş Türkiye üzerine yoğun araştırmalar yapan ve birbirinden değerli çok sayıda yapıtları bulunan Prof. Dr. Utkan Kocatürk’e göre Atatürk, 17 Eylül 1914 tarihli mektubunu Sofya’dan İstanbul’da bulunan Tevfik Rüştü (Aras) Bey’e yazmıştır.
Minber gazetesi, Mustafa Kemal Paşa’nın Sofya’dan dört yıl önce yazdığı mektubunu 19 Kasım 1918 günü yayımlarken özetle şunları yazmıştır:
(…)İtiraf edelim ki vatanın emsalini yetiştirmekte semahat (cömertlik) göstermediği birkaç müstesna zekâdan biri ve hatta birincisi ‘Minber’, ‘Zaman’ ve ‘Vakit’ gazetelerinde beyanatı neşredilen Mustafa Kemal Paşa’dır. Milletin ve memleketin en ziyade hayır kâr evlatlarından olduğu halde en az takdire mazhar olan yine müşarünileyhtir (kendisidir). Fakat kime kabahat isnat edelim? Kendisi o kadar şöhretten kaçar, o derece alçak gönüllü ki Anafartalar’ın yegâne müdafi ve İstanbul’un kurtarıcısı yalnız kendisi olmasına rağmen bu hakikati pek çok zaman ifşa etmedi ve bu suretle bütün muvaffakiyetlerin şan ve şerefleri çapulcuların hisse-i inhisarına kaydedildi. (Bkz. Sadi Borak, “Öyküleriyle Atatürk’ün Özel Mektupları”, Çağdaş Yayınları, İstanbul 1980, s.51-56).”
Mustafa Kemal Paşa’nın Sofya’dan İstanbul’da bulunan Tevfik Rüştü (Aras) Bey’e I. Dünya Harbi’nin seyri ve geleceği hakkında görüşlerini ve kişisel duygularını yansıtan mektubunu aşağıya aynen alıyorum:
“Nühüfte Bir Sima (Gizli Bir Sima):
Sofya’dan İstanbul’a gidip (…)’ı gören ve benim arkadaşım olan bir kişiye (…) odası kapısında bir münasebetle adının geçmesi üzerine (…) aynen;
“Onun yüzünü şeytan görsün” diyor, İstanbul’a gelip bu gibi insanların yüzünü görmek bana acı verecektir.
Bundan başka bir takım insanlar vardır ki, benimle gayet samimi arkadaş gibi göründükleri halde, bilmem geçmişin bazı huy ihtilaflarından mı nedir, hakkımdaki fikirleri daima olumsuzdur. Mesela (…)’in beni biraz övmesi üzerine bu övgünün aleyhimde ne şekilde yorumlandığını sen pekâlâ bilirsin. Ve ben zannediyorum ki, bazı kimseler – bugün ve gelecekte herhangi bir anlaşmazlık zemini kalmamak ve bu suretle vatan ve millete hizmet (!) edilmiş olmak inancıyla – benim, her ne şekilde olursa olsun vücudumun ortadan kaldırılmasını dahi doğru görebiliyorlar. Bu şekilde düşünmekte ne kadar haksız olduklarını izaha lüzum görmem. Çünkü siz benim fikir ve hislerimle değil, kalp ve vicdanıma nüfuz edensiniz.
Pekâlâ, bilirsiniz ki, benim bütün hayatımda, bu ana kadar takip ettiğim gaye hiçbir vakit şahsi olmamıştır. Her ne düşünmüş ve her ne teşebbüs etmiş isem, daima memleketin, milletin ve ordunun adına ve menfaatine olmuştur. Hiçbir zaman şahsımın öne çıkmasını ve sivrilmeyi dikkate almamışımdır.
Eğer o yaratılışta olsaydım, yazık ki maceracılığa pek müsait olan muhit ve vaziyetlerde fırsatlar eksik değildi. Bugün de çizgim, geçmiştekinin aynıdır. Gayesi vatan ve milletin kurtuluşu ve ordunun ıslahı noktasına yönelik olan ve bu gayeyi nezih ve her türlü şahsi hislerden arınmış olarak takip edenlerle beraber çatışmak, bence pek keyifli bir iş olur.
Bu şartın olmaması halinde memlekete zararlı olmaktan Allah beni esirgesin. Şahsi dargınlığın birtakım menfi teşebbüslerle tatmine kalmak adiliğine katiyen tenezzül etmem; azami yapacağım şey, istifa edip tevekkül içinde geçimini sağlama yollarına başvurmaktan ibaret olur.
Hangi tarafın galip geleceğine dair fikri kanaatimi söylemekten sakınırım. Nazik ve mühim bir devre içinde bulunduğumuza şüphe yoktur; Almanlar büyük ve hayret verici bir saldırıyla, birçok Fransız kalesini çiğneyerek sağ kanadı ile Paris’i geçip Fransız ordusunu – arkası İsviçre’ye olmak üzere – sıkıştırdı. Bunun, Almanların tek maksadı oluğunda ve onu da başardıklarında herkes fikir birliğindeydi. Ve bütün kâinat artık son ve kati meydan muharebesini ve onu neticesini bekliyordu. Hâlbuki bu neticeye karşılık, Alman ordularının Fransız ordusu karşısında yüzlerce kilometre geri çekildiği görüldü.
Doğuda Ruslarla Almanlar ve Avusturyalılar arasında cereyan eden vakalarda, Doğu Prusya’da Ruslar bozuldu, fakat güneyde Rusların pek üstün kuvvetleri karşısında Avusturya ordusu çekiliyor, batıda Fransız ordusu taarruza hazır. Dolayısıyla Alman ordusu serbest değil. Doğuda Rus ordusu üstün ve Avusturya ordusu çekilmeye mecbur.
Vaziyeti şöyle yorumlayabiliriz;
Almanlar Fransız ordusunu kati meydan muharebesiyle henüz mağlup edemeyeceklerini ve Avusturya ordusunun üstün Ruslar karşısında daha fazla mukavemet edemeyeceğini görerek batıda bütün ordu ile geri çekilerek nispeten doğuya yaklaşmak ve sonra Fransız ordusu karşısında bir müdafaa ordusu bırakarak kalan ordularıyla doğuya yönelip, Avusturya ordusuyla birlikte Rus ordusunu vurmak istiyorlar.
Pek güzel!
Fakat bu defa, Rus ordusu geriye, doğuya çekilmeye başlarsa ve bu orduyu yakalayıp ezmek mümkün olmazsa ve diğer taraftan Fransız ordusu mukavemet için yardım talebine mecbur olursa bu defa gene doğuda Ruslara karşı bir müdafaa kuvveti bırakıp batıya mı yönelecek?! Ve böyle bir mekik gibi, bir doğuya bir batıya gide gele Alman ordusunun hali ne olur?
Aziz kardeşim, hürriyetin ilanı günlerinde bilmem nerede nutuk çekmeye kalkışıp da iki şaklak üzerine kürsüden inen ve niye indin sorusuna karşı “Ne… Şaklak ettiler ya! Demek iş bitti!” diyen ağanın hali olmaz mı? (Bu hikâyeyi sen söylüyordun, şaklak mı, tapşın mı, sen bilirsin!)
İşte, bugünkü halimizi bir mizah lisansıyla ifade etmek istersek acaba aynı cümleyi tekrar edemez miyiz?”
Not:
1- Mustafa Kemal Paşa tarafından 4 Eylül 1330 (17 Eylül 1914) tarihinde yazılan bu mektup (“Atatürk’ün Bütün Eserleri”, Kaynak Yayınları, Ekim 1998, İstanbul Cilt: 1, s.200”) ‘de “Bir Dostuna Mektubu” başlığı taşımaktadır.
2- Sadi Borak, mektubun Tevfik Rüştü Aras’a yazıldığını belirtmektedir (Bkz. “Cumhuriyet’in 50. Yılında Resimlerle Atatürk”, Başak Kitabevi, Kasım 1973, İstanbul, s. 126-127.).
3-S. Borak, mektubun Tevfik Rüştü Aras’a yazıldığına ilişkin ilk açıklamanın Şevket Süreyya Aydemir tarından yapıldığını belirtmektedir; “Aras, Anadolu’ya geçerken mektubu saklaması için ‘Baytar Şaban Bey’e vermiş, bir daha geri alamamıştır. (Bkz: Ş. S. Aydemir, “Atatürk ve Enver Paşa İlişkileri”, Milliyet, 12.11.1969.)
4- Tevfik Rüştü Aras ise Celal Bayar’a yazdığı mektupta; “Mustafa Kemal Paşa’nın Sofya’da Askeri Ataşe iken kendisine 17 sayfalık bir mektup gönderdiğini, mektubun bazı sayfalarını Mütareke zamanında gazetelerde yazılar yazan bir tanıdığına verdiğini ve geri alamadığını, geri kalan sayfaların ise kendisi tevkif edildiği zaman diğer kâğıtlarıyla birlikte yakıldığını söylemektedir (Bkz. “Ben de Yazdım”, Cilt:1, Baha Matbaası, İstanbul 1965, s.117-120.).