Türkiye Cumhuriyeti’nin kurtarıcısı ve kurucusu Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün (kendi anlatımıyla 19 Mayıs 1881) doğumundan, ebedi istirahatlerine çekilinceye kadar (10 Kasım 1938 Perşembe günü, saat 9.05’te, Dolmabahçe Sarayı – İstanbul) her insan gibi çeşitli hastalıklar geçirdiği bilinmektedir. Atatürk’ün geçirdiği hastalıklar hakkındaki bilgilere O’nun çok yakınındaki insanların ve tedavisinden sorumlu doktorların anlattıklarından ulaşabilmekteyiz.
Bu konuda, ömrünü bulaşıcı hastalıklara savaşa adamış Cumhuriyet aydını Doktor Asım Arar (1890-1955)’ın hatıralarında; Atatürk’ün, çocukluk hastalıkları dışında sadece geçici bir süre sıtma hastalığı geçirdiği, 20 yaşlarında ise (o çağların yaygın hastalığı olan ”Blennoragie (Bel soğukluğu)” geçirdiği anlatılmaktadır. Bu hastalık sonraları Mustafa Kemal’in Cebeci Hastanesi hekimlerinin tedavileri ve her gün yaptıkları idrar kontrolleri bir sonuç vermemiştir. O günlerin genç bir üroloğu ve daha sonra da ünlü bir Prof. olan Doç. Dr. Behçet Sabit Bey (Erduran) 1923 yılında İstanbul’dan Ankara’ya çağrılarak bir yıl süreyle Atatürk’ü tedavi etmiştir. (Bakınız: https://www.sechaber.com.tr/tip-boyle-soyluyor-pasam/)
Atatürk, 29 Ekim 1923’te İzmir’de Latife (Uşaklıgil) Hanım ile evlenmiş, aynı yılın 11 Kasım’ında göğsünde ve sol kolunda şiddetli bir ağrı ile seyreden bir koroner spazmı geçirmiş ve iki gün sonra Çankaya’da bahçede gezinirken yeniden bir koroner spazmı geçirmesi üzerine Dr. Neşet Ömer (İrdelp) Ankara’ya çağırılmıştır. 14 Kasım 1923 günü İstanbul’dan Ankara’ya gelen Dr. Neşet Bey, muayene ve laboratuvar araştırmaları sonunda bu kalp krizini önemsememiş, yorgunluğa bağlamış ve istirahat tavsiye etmiştir. Fakat Hükümet durumdan kesinlikle emin olmak için Avrupa’dan iki uzman çağrılmıştır. Onlarda aynı teşhise varmışlar ve Cumhurbaşkanı’nın istirahat, yiyecek ve içeceğe önem vermesini önermişlerdir. (Not: Bu konuda Ord. Prof. Dr. Neşet Ömer (İrdelp) 2.2.1340 / 15 Şubat 1924’te yazığı rapor Kılıç Ali Bey’’in “Son Günleri” sayfa 7’de verilmiştir.)
Atatürk’e, doktorların beden ve beyin yorgunluklarının giderilebilmesi için Akdeniz sahilinde dinlenmeleri tavsiye edilmişse de, Atatürk 31 Aralık 1923 – 27 Şubat 1924 tarihleri arasında İzmir’de istirahat buyurmuşlardır.
Oğuz Akay, eseri ”Gel Gitme Kadın” sayfa 125’te: …”Atatürk’ün ileri yaşında ağır bir ’kabakulak’ hastalığı geçirmişti.” Denilmektedir. (Not:1919 yılında Şişli’deki evinde bir süre kulağından rahatsızlanmıştır. Bakınız: Ogün Deli Orpars, Agoni, sayfa:33, Sağlık Hayatı ve Tedavisi)
…”5 Ağustos 1925’te, kısa bir bildiri, Türk halkını, Cumhurbaşkanı’nın boşandığından haber ediyordu. (Not: Atatürk,11 Ağustos 1925 günü Başbakanlığa Latife Hanımla evliliklerinin 5 Ağustos günü sona erdiğini bildiren bir yazı göndermiş, 12 Ağustos günü de Atatürk’ün Latife Hanım’dan ayrılışı hakkında hükümet bildirisi yayımlanmıştır.)
Bu durumda 12 Ağustos 1925’te, kısa bir bildiri Türk halkını, Cumhurbaşkanı’nın boşandığından haberdar ediyordu demek doğru olacaktır. Olaydan sonra kendisine sorulduğunda Latife Hanım basitçe şu cevabı verecekti:
-”Eş olma rolümün esas kısmını yerine getiremedim. Kocama çocuk veremedim.”
1926 yılı Haziran ayında ise Latife Hanım’a yurtdışına çıkması için pasaport verilmediğine dair haberler dünya basınında yer alırken, ’Washington Post’ gazetesinin 14 Haziran 1926 tarihli sayısında yayımlanan, ’AssosiactedPress’ muhabirinin İstanbul’dan gönderdiği ”Kemal’in Boşanmasında Siyaset Şüphesi” başlıklı haber de; …”Latife Hanım’ın kocasına çocuk veremediği için boşandığını,” yazıyordu.
Latife Hanım’ın İstanbul’a dönüşü, Mustafa Kemal’in onunla neden boşandığına dair söylentilere yol açtı. Latife Hanım sessizliğini koruyor, Yeni Türkiye’nin Cumhurbaşkanı ise kesinlikle bunun nedenini tartışmaya istekli görünmüyordu.
Yaşları ilerlemiş Türk kadınları, bunun Latife Hanım’ın çocuğunun olmamasına bağlama eğilimindeler. Bütün Türkler çocuk, özellikle de erkek çocuk isterler ve Latife, iki (buçuk) yıldır bir varis doğurmadan Kemal’le birlikte yaşadı diyorlardı. Ancak genç kadınlar, özellikle de modern siyaset hakkında daha fazla bilgisi olan kadınlar, başka nedenler öne sürüyorlar, Latife’nin, kocasının etrafındaki siyasetçilerle arası iyi değildi. Kocasına tapıyordu ve onu maiyetindekilerden o kadar çok kıskanıyordu ki Kemal’le gelen telgraf ve mektupları açtığından kuşkulanıyordu şeklinde düşünüyorlardı.
Latife Hanım’da Mustafa Kemal gibi çocuk özlemi içindeydi. Ondan bir çocuğu olmasını istemiş ancak bunun mümkün olmadığını öğrenmişti. Latife Hanım, kusurun kendisinde olduğunu göstermek için hamile imiş söylentileri yayma çabasına girişmişti. Hatta bu sırada, kocası ile Lozan’da bulunan Mevhibe Hanım’a da, bu söylenti ulaşmıştı. Latife Hanım hamile idi; bu habere çok sevinmişti. Kocası İsmet Paşa (İnönü)’nın da çok sevineceğini düşüyordu:
“Mustafa Kemal Baba Olacak!”
İsmet Paşa, haberi şüpheyle karşılamıştı:
-“Dur bakalım, o kadar acele etme, iki gözüm… Memlekette herkes Mustafa Kemal’in refikasını çok fazla konuşuyor bu sıralarda… Hele biraz bekleyelim de doğruluğunu öğrenelim,” demişti.
Mevhibe Hanım beklememiş, annesi Saadet Hanım’a yazdığı mektupta, “Acaba Latife Hanımın’ki kaç aylıkmış?” diye sormuştu. 1923 yılı Ağustos ayında Türkiye’ye döndükleri zaman, Mevhibe Hanım duyduğu bu müjdenin yalnızca bir söylenti olduğunu öğrenmiş ve çok üzülmüştü.
Hüsrev Gerede’de, Latife Hanım’ın hamileliği ve çocuk düşürmesi konusunu, kadın doğum uzmanı Doktor Fuat Fehim Caculi’den dinlediklerine göre şöyle anlatıyor:
-”Güya bir gün Latife Hanım, çocuk düşürdüğünü öne sürerek yatağa uzanmış, Doktor Fehim Bey’i çağırmışlar. Gazi, doktora:
-…”Benim çocuğumun olmayacağı malumdur. Latife’yi bir muayene et,” demiş.
Doktor Fuat Fehim, olayda bir hile sezmiş, kesilen bir tavuğun kanının yatağa bulaştırıldığını hissetmiş.”
Hüsrev Gerede, bu olayın gerçek olup olmadığını anlamak için Özel Kalem memuru Hasan Rıza Bey’e sorduğunda, ondan, ”bu olayın tam anlamıyla yalan ve uydurma olduğu!” cevabını almıştı.”
Ancak, 1923 yılı yazında, ortalıkta böyle bir söylenti dolaşmıştı. Hatta Çankaya Köşkü’nde düzenlenen kabul günlerinde annesiyle katılan Zeynep (Menemencioğlu) de bu olayı, Latife Hanım’ın kendisinden dinlemişti:
-”Hamileydim. Banyoda ayağım kaydı, düştüm. Çocuğumu o zaman düşürdüm,” diye laflar ederdi.
Latife Hanım, söylentinin çıkması ile, bir bakıma, Çankaya kabul günlerinde kadınların, “Gebe mi?, Çocuğu olmuyor mu?, Ne zaman anne olacak?…” gibi sorularını da önlemeye çalışıyordu.
Latife Hanım çocukları çok seviyordu. Ne yazık ki bir çocuğu olmamıştı. Çocuğu olmadığı için çok üzülüyordu. Evliliği sırasında, İsmet Paşa ve Mevhibe Hanım’ın yeni doğan bebekleri Ömer’in doğumunda, Mevhibe Hanım’ın loğusa yatağında yaptığı ziyaret sırasında, Ömer bebeği kucağına almış ve içinde ilk kez uyanan annelik ihtiyacını ve yüreğinde bir evlat sahibi olmamanın sızısını hissetmişti.
1936 yılında, bir Fransız gazetesinin (veya dergisinin) verdiği bir habere göre, Latife Hanım, “Kocasına Bir Çocuk Veremediğini, Bu Yüzden Boşandıklarını” söylemişti. Louis Combaluzierimzasıyla ve “13 yıldır Türkiye’nin Babası: Kemal Atatürk” başlığı altında çıkan haberde Latife Hanım hakkında şu bilgileri veriyordu:
“Osmanlı kadınının kurtarıcısı, Kemal Atatürk… Bir kadın hayatından geçer. Latife Hanım, Kemalist destanın şairi olur. Bu muzaffer, onun zaferine ortak eder. Bu kadın eşi olur ve fatihin, kurucunun ve yaşamacının ardında şarkı söylemeyi üstlenir. Yoksa liri yanlış mı çalıyordu?”
Mustafa Kemal, çocukları çok sever, onlar manzumeler okurken gözleri yaşarırdı. Mustafa Kemal ve Latife Hanım, kısa evlilikleri süresince bir çocuk sahibi olamamışlardı. Hüsrev Gerede, Çankaya’da anlatılan bir olay üzerine, Mustafa Kemal’in çocuğunun olmayacağını öğrenmişti:
Hüsrev Gerede anlatıyor:
“…Afet, Nebile, Rukiye, Sabiha ve Zehra adındaki bu beş kızın Cumhurbaşkanlığı Köşkü’ne alınmalarından çok önce, eski Dışişleri memurlarından Yenişehirli Deli Fahrettin Hayri’nin teyzesinin kızı ’Fikriye’ adında genç bir kadın vardı. Eski köşkte bu kadının Gazi’nin hizmetinde bulunduğunu o zaman söylemişlerdi. Akrabası Deli Fahrettin’de Fikriye’nin bu hizmeti yapmasından rahatsız olur dururmuş.
Deli Fahrettin’in, Dr. Refik Saydam’dan duyduğum bir şantaj öyküsü vardır. Saydam’ın anlattığına göre, Deli Fahrettin çapkınlığı ile tanınmış. Bursa’da genç bir öğrenci kızı baştan çıkarmış ve hamile bırakmış. Genç kız, Deli Fahrettin’in baskısıyla Gazi’ye bir mektup yazmış; ”Paşam, Bursa’da sizinle görüştükten sonra hamile kaldım,” demiş. Gazi, mektubu Dr. Refik’e göstererek:
-…”Sen benim çocuğumun olmayacağını bilirsin. Şu işin aslını bir araştırın!” der.
Olay araştırılır, genç kıza mektubu yazdıranın Deli Fahrettin olduğu ortaya çıkar. Sonunda genç kız Deli Fahrettin ile evlendirilerek iş kapatılır.
Mustafa Kemal’in çocuğunun olmayacağını, ancak çocuk özlemi duyduğunu yakından bilenlerden biri de Selanik’ten arkadaşı Asaf (İlbay) Beydi:
“…Orman Çiftliği’ndeyiz.
Atatürk, Dr. Neşet Ömer (İrdelp) Bey’e dedi ki:
-…”Bir çocuğum olsa idi, büyük sevinç duyacak idim. Milletime, benden sonra benim neslimden, bana benzer bir evlat bırakmayı çok isterdim. Profesör, bunun çaresi yok mudur?”
Dr. Neşet Ömer Bey gülüyordu. Eşim Ayşe (İlbay) söze karıştı:
-”Bir değil, birkaç evladınız olmalı idi. Belki birisi bir nebze size benzerdi. Çünkü Paşam, size benzemek o kadar güç bir şey ki!..”
Atatürk’ün güzel gözleri uzaklara derinlere dalmıştı…”
Ercüment Ekrem (Talu) Bey de, Atatürk’ün çocuk özlemini yakından görmüştü:
”…Çocuklara karşı zaafı büyüktü. Nerede bir çocuk görse sever, okşar, şefkat gösterirdi. Bir gün içimizden biri cesaret edip sordu:
“Atatürk’üm! Çocukları bu kadar sevdiğinize göre, bari sizin de bir çocuğunuz olmalı imiş.”
Atatürk, orada hazır bulunanların üzerinde nazarlarını uzun uzun gezdirdi ve cevap vermedi. Fakat o bakışın içinde neler sezdik! Atatürk, günün birinde bırakacağı manevi mirasın ağırlığını çekecek omuz tasavvur edemediğini, bununla beraber içindeki evlat tahassürünün (özleminin) enginliğini bakışlarıyla sanki anlatmak istemişti.
Mustafa Kemal, bir gün küçük çocukların oyununu seyrederken de gözleri dolmuş ve
-…”Hayatta bir çocuğum olmadığına pek çok müteessir oluyorum,” demişti.
Mehmet Sadık Öke ise, ”Paşa’nın çocuğu olmuyordu,” diyor ve bu konuda şunları anlatıyor:
”…Atatürk’ün Hasan Rıza Soyak’a şöyle dediği söylenir:
-…”Benim çocuğum olmaz, bilirsin.”
Atatürk ileri yaşında ağır bir kabakulak hastalığı geçirmişti.
Abdürrahim Bey’i evlat edindiği söylenmişti ama o aslında kendi oğluydu. Abdürrahim Bey’in çocukluk resmine baktığınızda, gözlerinin aynı Paşa’nınkiler gibi şehla olduğunu görürsünüz. Armstrong’un kitabında da yazılanlar da ayrıca o dönemi anlatmak açısından çok önemlidir. Latife teyzem de Abdürrahim’i bilirdi. Evliliklerinde, Paşa’nın izni ile Abdürrahim İzmir’e gönderildi ve 1922’den 1925’e kadar Muammer Bey’in yanında eğitim aldı. Boşanmanın ardından da, Çankaya’ya geri döndü.”
Ancak, Abdürrahim ‘in anlattıkları Mehmet Sadık Öke’nin anlattıklarına pek uymuyor:
-“Gerçek babamın Ali adlı bir memur olduğunu söylerler. Ancak Annemin adını bilmiyorum. Babamın tayini Diyarbakır’a çıkmış. Annemle birlikte oraya gitmişler. Annem bana hamile kalmış ve doğurmuş. Diyarbakır’ın ünlü akrebi bir gün annemi sokmuş. Kurtulamayarak ölmüş kadıncağız. Ben o zamanlar bir yaşında filanmışım. Babam beni alıp İstanbul’a getiriyor ve babaanneme teslim ediyor. Babaannem ile Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım, Selanik’ten beri arkadaşlarmış. Beni ona gösteriyor. Zübeyde Hanım çok seviyor. Derken babamı askere alıyorlar, bir süre sonra da babaannem ölüyor. Babamdan hiçbir haber çıkmayınca Zübeyde Hanım’ın elinde kalıyorum.”
Mustafa Kemal’in kız kardeşi Makbule Hanım, İstanbul’da Akaretler ’de bulundukları zaman ağabeyinin dört manevi evladından birinin Abdürrahim olduğunu söylüyor ve ekliyor:
—”Abdürrahim dört yaşına kadar ağabeyimin odasında yatardı… Sonra büyüdü Abdürrahim… Atatürk onu Avrupa’ya gönderdi, okuttu, yetiştirdi…”
Bu konuşma sırasında, Makbule Hanım’ın yanında bulunan Abdürrahim’de şunları söylemişti:
-”Evinde büyüdüm, ekmeğini yedim, her şeyimi ona borçluyum. Kelimelerle ifade edilemeyecek kadar hudutsuz bir minnetten başka ne söyleyeyim ki…”
Abdürrahim Tuncak, ilk defa konuştuğu Mete Akyol’a da, ”Ben ana da bilmem, baba da bilmem,” demiş ve şöyle anlatmıştı:
Kendimi bildiğimde, annem olarak kabul ettiğim Zübeyde Hanım’ı, halam Makbule Hanım’ı, bir de Paşa’mızı tanıdım. Benim ailem, bu aileydi. Ben kendimi bu ailenin çocuğu olarak kabul ettim ve hep de öyle kaldım. Gerçek annemin ve babamın kim olduğunu asla öğrenemedim. Kesin olarak bildiğim, üç yaşındayken Mustafa Kemal Paşa’nın evinde olduğumdur.Beşiktaş’ta Akaretler ’deki evimizdeydik. Evde annem (Zübeyde Hanım), Makbule Halam ve Mustafa Kemal Paşa birlikteydik. Mustafa Kemal’in beni alıp evine getirdiğini ve annesine teslim ederek:
-…”Bu çocuğu biz büyütelim. Bu çocuk bizim çocuğumuz olsun,” dediğini söylediler bana.”
Gerçek şu idi ki, Mustafa Kemal’in evinde yetişen hiçbir manevi evlat, Abdürrahim’in yerini tutmadı. Abdürrahim, evin bir “öz çocuğu” gibi bilindi ve ona hep öyle davranıldı. Mustafa Kemal, Zübeyde Hanım için Abdürrahim’e, ”annemiz” diyecek kadar yakın durdu ve sonradan edindiği manevi evlatların hiçbirini Abdürrahim kadar sevmedi. Manevi evlatlardan hiçbiri de Abdürrahim gibi Mustafa Kemal Paşa’sını sevmedi.”
Abdürrahim, Fikriye Hanım için de, “Fikriye Hanım, hayatı boyunca bana annelik yapmış olan kişidir,” diyecekti.(Not: Can Dündar’ın yönettiği ’Mustafa’ filminde, Atatürk’ün 1916’da Doğu’da görevliyken 8 yaşındaki Abdürrahim’i evlat edindiği anlatılmış ve Halep’te ikisinin birlikte çekildiği fotoğrafa da yer verilmişti. (Bendeniz de sizlerle ”Kayıp resmin çarpıcı öyküsü” başlığıyla bu konu hakkındaki makalemi paylaşmıştım: https://www.sechaber.com.tr/kayip-resmin-carpici-oykusu/ )
Ancak, 30 Ekim 2008’deTülay Şubatlı/ Vatan Özel Haber’inde bu bilgilerin yanlış olduğunu iddia eden Abdürrahim Tuncak’ın kızı Nuray Çulha, Vatan gazetesine çarpıcı açıklamalarda bulunmuş:
-”Babam 3 aylıktan itibaren Atatürk’ün evindeydi, Babam 1908 doğumlu, Atatürk’ün annesinin Kuran’ında yazıyor. Zübeyde Hanım, babamın doğum Kuran’a kaydetmiş. ”Abdürrahim 1908” diye yazıyor. Bir de kızı Naciye’nin ölüm tarihini yazmış. Atatürk’ün Naciye isminde bir kızkardeşi ölüyor veremden. Onun ölümünden sonra Akaretler’deki eve geliyorlar. Yani 8 yaşından çok önce Atatürk’le birlikteydi…
Atatürk’ün babamla resmi 1917’de çekilmiş. Babam 1908’de doğduysa, 1917’de 9-10 yaşında oluyor. Babam kendini bildiği zaman Akaretler’de Atatürk’ün evinde buluyor. 3 aylıktan itibaren o evde. Evlat edinilmiş diye bir şey yok. Babamın Akaretler’deki evde sünneti yapılıyor. 5 yaşındayken sünnet yatağında çekilmiş resmi var. –”Yani kendi oğlu mu?” sorusuna: Ben böyle bir şey söylemeye söz sahibi değilim. –”Peki, Atatürk ile resmi nasıl çekilmiş? Sorusuna da: Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’ı Halep’e çağırıyor ve çocuğu da al gel diyor, şeklinde yanıtlıyor… (http://www.gazetevatan.com/ata-nin-manevi-oglunun-kizindan-sok-iddia-206156-gundem/)
Araştırmacı yazar Ogün Deli Orpars, Milletimizin Atatürk için her şeyi bilmek hakkı olduğu düşüncesiyle yayımladığı eseri ”Agoni, Atatürk’ün Ölümündeki Sır Perdesi Yazılmayan Tarih” sayfa:110 – 111’de, Abdürrahim Tuncak’a ait “Vukuatlı Nüfus Kayıt Örneği” ne de yer vermiştir. Aziz Yüce Türk Milletinin Evlatlarına armağan ettiği aşağıdaki bu kıymetli iki belgeyi huzurlarınızda önlerinde saygıyla eğilerek sizlerle paylaşıyor, kendisine teşekkürü bir borç biliyorum efendim:
Atatürk demiştir ki:
-…”Eşini mesut edebilecek herkes evlenmelidir, çoluk çocuk sahibi olmalıdır. Bana bakmayınız; bu meselede örnek İsmet Paşa’dır. Benim hayatım başka türlü düzenlenmiştir. Buna rağmen tecrübesini yaptım. Sonradan anladım ki bu iş benim başarabileceğim bir iş değilmiş…
Görselde; İsmet Paşa, Mevhibe Hanım, Ömer ve Erdal.”