“Atatürk Ansiklopedisi;
Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumunun kuruluşuna dâhil kurumlardan biri olan Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığınca, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün doğumundan ölümüne kadar uzanan süreçte; yaşadığı mekânlar, başlattığı, yönettiği ya da yönlendirdiği, Türk ulusunun geleceğinin şekillenmesinde, toplumun yapılanmasında etkili olan olay ve olgular, gerçekleştirdiği inkılaplar ve dönemin tarihî şahsiyetleri hakkında bilgi vermek amacıyla 29 Ekim 2020 itibarıyla dijital ortamda erişime açılmıştır.
Ansiklopedi ’ye göre, …”Türk edebiyatının ünlü şairi, romancı ve yazarı Nâzım Hikmet, 15 Ocak 1902 tarihinde Selanik’te doğmuştur. Babası Sivas Valisi Mehmet Nazım Paşa’nın oğlu Matbuat genel müdürlerinden Hikmet Nazım Bey, annesi ise ressam Ayşe Celile Hanımdır. İlk eğitimini Göztepe’deki Taş Mektepte tamamlamış, bir süre Galatasaray Lisesi’nde okuduktan sonra Nişantaşı Sultanisi ’ne geçmiştir. 1917 yılında Heybeliada Bahriye Mektebi’ne kaydolmuş ve burada beş yıl öğrenim gördükten sonra yakalanmış olduğu plörezi (zatülcenp) hastalığından iyileşemeyeceği anlaşılınca Bahriye Mektebi Komutanlığı tarafından askerlikten ihraç edilmiştir.
1921 yılında Millî Mücadele’ye katılmak için arkadaşları Vâlâ Nurettin, Yusuf Ziya Ortaç ve Faruk Nâfız Çamlıbel ile birlikte İnebolu üzerinden Ankara’ya geçmiş ve İsmail Fazıl Paşa tarafından Mustafa Kemal Atatürk’le tanıştırılmıştır. Atatürk’ün, “…Bazı gençler modern olsun diye mevzusuz şiir yazmak yoluna sapıyorlar, size tavsiye ederim gayeli şiirler yazınız” tavsiyesinin ardından cepheye gönderilmeyerek 30 lira maaşla Bolu Sultanisi Kısm-ı İptidaî muallimliğinde görevlendirilmiştir. Arkadaşı Vâlâ Nurettin de 56 lira maaşla okulun Fransızca öğretmenliğine atanmıştır…’’
Nâzım Hikmet bu karşılaşmayı, Orhan Karaveli’ye(*) şöyle anlatır:
“(…) Belirlenen saatte meclisteydik. İsmail Fazıl Paşa’nın beklediğini söyleyince, girişteki koridorun üzerinde bulunan bir küçük odaya aldılar. Biraz sonra kapıda görünen Paşa ayaküstü kısa bir sohbetten sonra bizi peşine takarak, İçtima Salonu’nun karşısındaki, tozlu caddeye bakan büyükçe bir odaya götürdü.
Pencerelere yakın bir yerde Mustafa Kemal ayakta durmuş, hepsinin de mebus olduğunu sandığım yedi sekiz kişiyle konuşuyordu. Çoğunun başı açıktı ama içlerinde birkaç da sarıklı vardı. Orta boylu olan Paşa bu adamların arasında gene de hemen göze çarpıyordu. Ankara’nın şartları düşünüldüğünde inanılmaz derecede şık ve zarifti.
Camlardan süzülüp sanki tam da başının üstüne vuran güneşin ışıklarıyla ikinci bir güneş gibi parlıyordu.
Kalın sayılamayacak bir sesle sakin sakin konuşuyor ve etrafındakiler tek kelimesini kaçırmamak istercesine dikkatle dinliyorlardı. Kendimi bir an büyülenmiş gibi hissettim. Gözlerimi, yıllardır hayalimde yaşattığım bu adamdan ayıramıyordum. İsmail Fazıl Paşa, sağına soluna ‘chester’ tipi koltuğun serpiştirildiği salonda Reis Paşa’ya doğru yürüdü. Vâlâ ile ben de bir adım gerisinden.
Mustafa Kemal, Ali Fuat Paşa’nın yaşlı babasını görünce konuşmasını kesti, kendisini dikkatle dinleyenlere:
‘Müsaadenizle…’ dedikten sonra, samimi bir saygı beslediği hemen belli olan İsmail Fazıl Paşa’ya yöneldi. Paşa da aynı saygılı tavırla:
‘Size geçen gün sözünü ettiğim İstanbullu genç şairleri takdim ederim’ diye konuştu. ‘İnebolu üzerinden Ankara’ya henüz ulaştılar…’
‘Sağ olsunlar. Hoş gelmişler, memnun oldum.’
Dudaklarında dostça bir tebessümle uzattığı, ince, dikkat çekecek kadar uzun parmaklı eli ilk önce İsmail Fazıl Paşa, sonra da Vâlâ hafif bir ‘reveransla sıktılar. Sıra bana gelince bütün cesaretimi topladım ve karşımdaki, o yaşa kadar benzerini görmediğim bu, arkaya doğru özenle taranmış sarı saçların süslediği delici mavi gözlerin ta içine bakarak:
‘Ben İstanbullu değilim, Paşam!’ dedim. Güldü.
‘Yaaa! Peki nerelisiniz?’
‘Selanikli! Sizin gibi!..’
‘Demek ki, hem şehriyiz!’
‘Bundan gurur duyuyorum Paşam…’
Birden ciddileşti:
‘Güzel şiirler yazdığınızı söyledi Paşa hazretleri. Mevzulu şiirler mi bunlar?’
Cevap verdim:
‘Umumiyetle öyleler…’
‘Umumiyetle yetmez. Şu sıralar yalnız mevzulu şiirler yazmalısınız. Memleketin buna ihtiyacı var.’
Sohbetimiz tahminimden daha güzel bir mecraya girmeye başlamış, heyecanım da biraz yatışmıştı. Ona -en azından- bir şiirimi okumaya kararlıydım hemen oracıkta. İçimden ‘hangisini okusam acaba?’ diye geçirmeye başlamıştım bile. ‘İsmail Fazıl Paşa’nın yakını olmanın bize sağladığı bu fevkalade imkânı akıllıca kullanmalıyız!..’ diye düşünürken sivil bir görevli yaklaşarak başıyla selamladığı Mustafa Kemal’e bir kâğıt uzattı. Londra Konferansı öncesi Meclis’te heyecanlı tartışmaların yaşandığı günlerdi. Herhalde, önemli ve acil bir haber olmalıydı bu. Paşa nazik bir gülümsemeyle ayrılmak zorunda olduğunu belli etti. İsmail Fazıl Paşa’ya ‘Tekrar görüşelim Paşa Hazretleri’ dedi. İsmail Fazıl Paşa ‘Şair gençlerden desteğinizi esirgemeyin lütfen.’ Mustafa Kemal’le aramda bu ilk -ve son- konuşma böylece, tam da samimi bir sohbete dönüşürken noktalanıvermişti… Büyük bir üzüntüyle Vâlâ’ya usulca ‘Bizdeki şansa bak!..’ dediğimi hatırlıyorum.” (*: “Tanıdığım Nâzım Hikmet” Orhan Karaveli, Doğan Kitap.)
Asıl adı Mehmet Nusret olan mizah, kısa öykü, roman, şiir, tiyatro türlerinde takma adıyla ‘’Aziz Nesin’’ birçok eser bırakmış, 1997’de yayımlanan “Türkiye Şarkısı Nazım’’ adlı eserinde ‘’Nâzım Hikmet’in ailesinde hem ana hem de baba yanından birçok Osmanlı Paşası vardır’’ demektedir:
(…)” Nazım Hikmet’le kız kardeşi Samiye Yaltırım’ın anneleri Ayşe Celile Hanımdır. Celile Hanım’ın babası Enver Paşa (İsmail Enver Paşa ile karıştırılmamalıdır!), annesi de Mehmet Ali Paşa’nın (Karl Detrois) kızıdır. Enver Paşa’nın (yani Nâzım’ın anne yanından büyükbabasının) babası, Mustafa Celalettin Paşa, annesi ise Ömer Paşa’nın kızı Sıdıka’dır (Safvet).
Görüldüğü üzere, Nâzım’ın hem ana hem de baba yanından birçok Osmanlı Paşası vardır. Bu ailenin tarihi bir bakıma Mustafa Celalettin Paşa’yla başlamaktadır.
Dostum Ekber Babayef’in Moskova’da yayımlanan ve “Yaşamı ve Yapıtlarıyla Nâzım Hikmet” adıyla Türkçe ’ye çevrilen değerli yapıtının “Çocukluk ve İlk Gençlik Yılları” başlıklı birinci bölümünde, Nâzım Hikmet’in soy geçmişine değin pek çok yanlışlıklar vardır. Sanırım bu yanlışlar Nâzım Hikmet’in kendi anlattıklarının kaynak olarak alınmasından ileri gelmiştir. Nâzım Hikmet’in gelişigüzel anlatmalarında, soy geçmişi üzerine titizlikle durmadığı anlaşılıyor.
Nâzım Hikmet’in yaşamı yazılırken, kendi söyledikleri ve yazdıkları bile olsa, bunları bir kez daha başka belge ve kanıtlarla karşılaştırıp doğrulamak gerekiyor. Nâzım Hikmet’in kendi sözlerini kaynak aldığı, Moskova’da yaşadığından, bunların doğruluğunu araştırma olanağını da bulamadığı için, Banayef’in Nâzım Hikmet’e değgin tanığı olmadığı olaylarda yanlış yapması doğaldır. Ancak kitap Türkçeye çevrilirken redakte edilmesi, bu açık yanlışların düzeltilmesi gerekirdi.
-Mustafa Celalettin Paşa Kimdir?:
Constantin Borzecki adında bir Leh (Polonyalı) çocuğu, bir Alman askeri okul gemisinde miçodur. Bir söylentiye göre, Polonyalı olan çocuk, Leh asıllı değil Gagavuz’dur. Bilindiği üzere Gagavuzlar, yani Gök Oğuzlar Hristiyanlığı kabul etmiş Türklerin bir koludur.
Bu Alman askeri okul gemisi 1848 yılında bir gün İstanbul’a gelir.
Gemi Boğaz’dan geçerken, Constantin Borzecki gemiden denize atlayarak yüze yüze Boğaz kıyısına çıkar. Sarışın, uzun boylu, çok yakışıklı bir gençtir. Kıyıda, sudan çıkmış bu olağanüstü yakışıklı genci görenler hayranlıkla seyrederler. Hatta “Boğaziçi’nde bir denizkızı tutuldu!” haberleriyle İstanbul günlerce çalkalanır.
Borzecki çocuk, gemideki dayak ve işkenceden canını kurtarmak için denize atlayıp kaçtığını söyler. Kanıt olarak da omuzlarındaki, sırtındaki kamçı izlerini, vücudundaki yara-bereleri, çürükleri gösterir. Borzecki çocuk İstanbul’da kalır. Sadrazam Ali Paşa, çocuğun zekâsını değerlendirip, onu korur. Borzecki Müslüman olup Mustafa Celalettin adını alır.
Mustafa Celalettin, okulunda başarı gösterince Mühendishane-i Hümayuna girer. Mühendishane-i Hümayun, şimdiki Teknik Üniversite yerinde bir yüksekokuldur. Mühendishanenin (yönetmeni) olan Ömer Paşa hem ahlakını hem zekâ ve çok beğendiği Mustafa Celalettin ile kızı Sıdıka’yı evlendirir. Mustafa Celalettin’le Sıdıka’nın Hasan Enver adında bir oğulları dünyaya gelir.
Mustafa Celalettin Mühendishaneyi başarıyla bitirdikten sonra uzmanlık öğrenimi için Fransa’ya gönderilir. Fransa’da Polytechnigue’i bitirir. Osmanlı savaş ve kültür tarihinde çok büyük hizmetler görür ve Paşalığa yükselir. Mustafa Celalettin Paşa birçok savaşlara katılmış, komutanlık yapmıştır.
Prof. Enver Ziya Karal Osmanlı Tarihi cilt VII (1876-1907), sayfa 18’da Mustafa Celalettin Paşa’ya şöyle değinmiştir: (…)’’Sırplar Yenipazar bölgesinde de saldırmışlardı. Hedefleri, Bosna’yı Rumeli’ye bağlayan Yenipazar Boğazı’nı ele geçirmek bu suretle Karadağ’la birleşip Bosna’yı İmparatorluktan ayırmaktı. Ama böyle bir hareketi hesaba katmış olan Serdar-ı Ekrem Abdülkerim Paşa, gerekli tedbirleri almıştı. Mehmet Ali Paşa, Cemil Paşa, Mustafa Celalettin Paşa gibi seçkin komutanlar, Müşir Derviş Paşa’nın komutasına verilerek bu bölgenin korunmasıyla görevlendirilmişti. “
Mustafa Celalettin Paşa’yla birlikte o bölgenin korunmasında görevlendirilen Mehmet Ali Paşa birbirlerinin dünürüydüler. Yani Mustafa Celalettin Paşa’nın oğlu Hasan Enver, Mehmet Ali Paşa’nın kızıyla evlenmişti. Bunca önemli devlet görevlerinde bulunmuş olan Mustafa Celalettin Paşa, büyük zenginlerden olmamalıydı ki, bir savaş sırasında yaralanıp da ölmek üzereyken, Padişah Abdülhamit’e telgraf çekerek, oğlu Hasan Enver’i korumasını dilemişti. Padişah Abdülhamit de Enver’i korumuş, asker okulunda okutmuş, kendisine yaver yapmıştı. Daha sonra da Mustafa Celalettin Paşa’nın oğlu Hasan Enver’i Mehmet Ali Paşa’nın kızıyla evlendirmişti.
Mehmet Ali Paşa da, Nazım Hikmet’in anneannesinin (ninesinin) babasıydı.
-Mehmet Ali Paşa Kimdir? : İbrahim Alaettin Gövsa’ın Meşhur Adamlar Ansiklopedisi’nden bunu öğrenelim:
(Macarlı) Mehmet Ali Paşa, Müşir-(Ölümü 1878)
1877 Osmanlı-Rus savaşında Tuna orduları başkomutanlığında bulunan zattır. Halk arasında kendisine Macarlı denmesi, küçükken Almanya’dan gelmiş olmasındandır. Almanya’nın Magdeburg kentinde doğmuştur. Ali Paşa, onu çocukken Berlin’de görmüş ve zekâsını beğenerek İstanbul’a getirmiştir. 1845’te Müslüman olmuş ve Harbiye’ye girerek 1852’de kurmay subaylığa çıktı. Sonra Fransa ve Almanya’da askerlik öğrenimini tamamlamıştır. Kırım seferinde Ömer Paşa (*)’nın yaverliğinde bulunmuş, Bosna Karadağ savaşlarında bulunmuş, iyi hizmetler görmüştür.
1868’de ferik rütbesiyle Yanya Komutanı, sonra Yenipazar Komutanı olmuş ve önemli savaşlar kazanarak 1876’da müşirliğe (Mareşalliğe) yükselmiştir. 1877’de İkinci Abdülhamit, onu Serdarı Ekrem Abdülkerim Paşa’nın yerine Tuna Ordusu Başkomutanı yapmış, ama iki ay on gün sonra azlederek yerine Şipka Komutanı Süleyman Paşa’yı getirmiştir.
Berlin Antlaşması’nda Aleksandr Karatodori Paşa ve Sadullah Paşa’larla birlikte temsilci olarak Mehmet Ali Paşa’da bulunmuştur.
1878’de Arnavutlar, Berlin Antlaşması’na karşı çıkarak ayaklandılar. Antlaşma gereğince Karadağ’a bırakılması gereken yerleri vermeye razı olmamışlardır. Babıali, Arnavut eşrafı arasında dostları olduğunu düşünerek Mehmet Ali Paşa’yı, maiyetine pek az asker vererek komiser göreviyle Arnavutluk’a gönderdi. Mehmet Ali Paşa komiteleri dağıtarak Arnavutların elinden silahlarını alacaktı. Arnavutlar önceleri Mehmet Ali Paşa’nın sözlerini dinlemişler ama Yakova dostlarından Abdullah Paşa’nın kulesindeyken birkaç bin Arnavut tarafından yapılan baskın ile Abdullah Paşa ile öldürülmüştür. Mehmet Ali Paşa’nın kesilen başı bir sırığa takılarak dolaştırılmıştı. (*: Ömer Paşa, Mustafa Celalettin Paşa’nın kaynatasıdır. Kızı Sıdıka ile Mustafa Celalettin evlenmişti. Ömer Paşa Mühendishane Müdürü’ydü.)
(Macarlı) Mehmet Ali Paşa Müşir, General Ali Fuat Cebesoy’un ana tarafından dedesidir! Şair Nâzım Hikmet ile General Ali Fuat Cebesoy’un akrabalıkları da ana yanından dedeleri olan Mehmet Ali Paşa’dan gelmektedir. Yani, General Ali Fuat Cebesoy ile şair Nazım Hikmet’in de büyükbabasıdır.
Prof. Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi Cilt VIII (1876-1907) eserinde (Sayfa 18), Berlin Antlaşması’na Mehmet Ali Paşa’nın delege olarak katılmasını şöyle anlatmaktadır: “(…)Ayastafanos (Yeşilköy -A.N.) Antlaşması’nın, Rusya, İngiltere ve Avusturya arasında değiştirilmesi konusunda bir kongrenin toplanması için anlaşmaya varılması, Almanya’nın yardımıyla olabilmişti. Bu nedenle kongrenin Berlin’de toplanması yolunda Prens Bismark’ın önerisi ilgili devletlerce kabul edildi. Kongreye, Paris Antlaşmasıyla (1856), Londra Anlaşması’nı (1871) imzalayan devletler üye gönderildiler. Osmanlı Devleti, Mehmet Ali Paşa, Kara Todori Paşa ve Berlin Elçisi Sadullah Bey’i (…) memur etti.
(…) Hariciye Nazırı Saffet Paşa’nı Baş delege olması gerekirken kongre üzerine pisikolojik etkisi olur düşüncesiyle, Hristiyan olmasından ötürü Kara Todori Paşa ve Alman aslından olup Müslümanlığı kabul etmiş olan Mehmet Ali Paşa üye seçilmişlerdir. Oysa bu seçimle umulan psikolojik etkiyi sağlamak şöyle dursun, kongre başkanı seçilen Bismark her vesileyle Osmanlı delegelerine çok sert davranmıştır.”
Bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, Nâzım Hikmet’in soyunda, yalnız ana yanından, bir Alman, bir de Polonya kökenli olan vardır. Polonya kökenli ya da Polonya Gagavuz’u olan Mustafa Celalettin Paşa, Alman kökenli olan da Mehmet Ali Paşa’dır. Her iki paşa da Osmanlılığa çok büyük askeri ve idari, Türklüğe de çok büyük kültürel hizmetlerde bulunmuşlardır. Gericilerin Nâzım Hikmet’e sık sık Borzecki soyundan geldiğini suçmuş gibi göstererek saldırmaları, annesi Celile Hanım’ın dedesi Mustafa Celalettin Paşa ve büyükbabası Mehmet Ali Paşa dolayısıyladır. Karaoğuzlar’dan (Gagavuz) olan Mustafa Celalettin Paşa da, Türklerin ulusal bilincine kavuşmalaları için çalışanların öncülerindendir.
Yabancı kökenli diye –sanki suçmuş gibi– kendilerine Türkçü diyenlerin saldırdıkları Borzecki, Türkün ulusal değerlerini, Türkün dünya uygarlığına büyük katkısını ilk ortaya koyanlardan biridir. Ve Nâzım Hikmet’in ana yanından dedeleri olan Gagavuz ya da Polonya kökenli olan Mustafa Celalettin Paşa, Alman kökenli Mehmet Ali Paşa, bugün mirasçısı olduğumuz Osmanlı Türk devletinin yaşaması için her şeylerini, en sonunda da canlarını vermiş olan iki büyük paşadır. Ulusal Kurtuluş Savaşımızın komutanlarından ve Mustafa Kemal’in yakın arkadaşı olan General Ali Fuat Cebesoy, Nâzım Hikmet’in annesi Celile Hanım’ın halasının oğlu (yeğeni) ve Nâzım Hikmet’in de bir kuşak öncesi dayısıdır.
1921 yılında Millî Mücadele’ye katılmak için arkadaşları ile birlikte İnebolu üzerinden Ankara’ya geçen Nâzım Hikmet’in İsmail Fazıl Paşa tarafından Mustafa Kemal Atatürk’le tanıştırıldığını okumuştuk.
Aydın/Sökeli olan İsmail Fazıl Paşa, General Ali Fuat Cebesoy’un babasıdır ve Türkiye’nin ilk Bayındırlık Bakanı’dır. İsmail Fazıl Paşa, 93 Harbi’nde Tuna Orduları Umum Kumandanı olan (Macarlı) Mehmet Ali Paşa Müşir’in kızı Zekiye Hanım ile evlenmiş ve bu birliktelikten 23 Eylül 1882 günü İstanbul, Salacak/Üsküdar’da Ali Fuat Cebesoy dünyaya gelmiştir.
Mustafa Kemal Paşa, anılarında, ‘’… Ali Fuat Paşa ile Harbiye’de aynı sınıfta arkadaşlık etmiştim. Askerlik hayatının kanlı ve krizli zamanlarında birlikte bulunmuştum. Beni çok sevdiğini bilirdim. Babası (İsmail) Fazıl Paşa beni o kadar severdi ki ara sıra gelir, boynuma sarılır, “Sen de Fuat’ın kokusunu alıyorum” derdi’’ demektedir.
General Ali Fuat Cebesoy anılarında, Mustafa Kemal Paşa’nın 9. Ordu Kıtaatı Müfettişliği için ‘’(…) Mustafa Kemal’in bu makama seçilmesinde İsmail Fazıl Paşa ile Dâhiliye Nazırı Mehmet Ali Bey ’in de yardımı olduğunu’’ ifade etmektedir. General Ali Fuat Cebesoy’a göre Dâhiliye Nazırı Mehmet Ali (Gerede) İttihatçı olmayan Mustafa Kemal’in Damat Ferit Hükümeti’ne hizmet edeceğini düşünerek tayin edilmesini sağlamıştı.
Atatürk Ansiklopedisi’nde Dâhiliye Nazırı Mehmet Ali Bey, General Ali Fuat Paşa’nın “eniştesi(!)” olarak belirtilmiştir. Ancak, Dâhiliye Nazırı Mehmet Ali Gerede, General Ali Fuat Cebesoy’un eniştesi değildir!
Elimizdeki bilgi ve belgelere göre Dâhiliye Nazırı Mehmet Ali Bey (Gerede)’in kızı Leyla Makbule Hanım ile Ali Fuat Cebesoy’un ağabeyi (d: 1880) Yüzbaşı Mehmet Ali Cebesoy ile evlenmiştir. Cebesoyların babası İsmail Fazıl Paşa, Kuzguncuk’taki köşkünde bir yemek ziyafeti vermiş, yemeğe oğlu kadar sevdiği Mustafa Kemal Paşa’yı da davet ederek dünürü Mehmet Ali Gerede ile tanıştırmıştır. Mehmet Ali Bey’de bundan sonra Mustafa Kemal Paşa’yı birkaç kez Şişli’deki evinde ziyaret etmiş, hatta bir ara Bahriye Nazırı Avni Paşa’yı da beraberinde götürmüştür. Samsun civarındaki asayişsizliği gerekçe göstererek İngilizler Damat Ferit Paşa’nın müdahalesini istediğinde bölgeye gönderilmek üzere güvenilir bir isim arayışı başlamış, Damat Ferit, Dâhiliye Nazırı olan Mehmet Ali Bey’i çağırarak görüşünü sorunca, o da güvenilir ve dirayetli bir adam olarak Mustafa Kemal Paşa’yı önermiştir. Hatta Serkldoryan’da bir davet vererek Damat Ferit’e Mustafa Kemal Paşa’yı ve ne yapacağını anlatmıştır.
Sadrazam Damat Ferit Paşa’yı ikna Dâhiliye Nazırı Mehmet Ali Bey’dir ama Mehmet Ali Gerede’yi de dünürü İsmail Fazlı Paşa ile oğlu Ali Fuat Cebesoy ikna etmişlerdir. Görevin içeriğini ve kapsamını ise Mustafa Kemal Paşa Harbiye Nezareti’ndeki dostlarının desteğiyle kendisi hazırlamıştır.
Türk edebiyatının ünlü şairi, romancı ve yazarı Nâzım Hikmet’in yaşam öyküsünü Atatürk Ansiklopedisi’nden okumaya devam edelim: ‘’(…) Anne ve babasının ayrılmasından etkilendiği için öğretmenlikten istifa eden Nâzım Hikmet, Bolu’dan ayrılarak Vâlâ Nurettin’le Trabzon ve Batum üzerinden Moskova’ya gitmiştir. Batum’da Komünist Partiye üye olduktan sonra da Kızıl Sendika gazetesinin edebiyat kısmında görev almıştır. Moskova’da Şark Zahmetkeşleri Komünizm Darülfünununun (KUTV) Fransızca bölümünde öğrenim görürken sosyoloji, politoloji, konstrüktivizm ve sanat tarihine de ilgi duymuş, fütürist şair Vladimir Mayakovski ile tanışmış, kültürel etkinliklerde bulunmuş, Nüzhet Hanım’la evlenmiştir.
Troçki’nin birçok konuşmasına dinleyici olarak katılmış, onunla ilgili izlenimlerini kaleme almış, Kızıl Ordu Kumandanı üzerine şiirler yazmıştır. Türkiye Komünist Partisi’nin toparlanış ve yeniden yapılanış kongresine katılmak üzere 1924 yılında Türkiye’ye dönmüş, partinin 1 Ocak 1925 tarihinde İstanbul’da yapılan kongresine KUTV delegesi olarak katılmıştır. Parti içi eğitim ve örgütlenme faaliyetleri için de aynı yıl içinde İzmir’de görevlendirilmiştir. Güvenlik kuvvetleri tarafından komünist faaliyetlerin ve yayınların takibinin yoğunlaşması üzerine “memleketin sükûn, asayiş ve nizam-ı içtimaisini ihlal” den Ankara İstiklal Mahkemesi tarafından gıyabında 15 yıl kürek cezasına çarptırılınca tekrar Moskova’ya kaçmış ve burada Lena Yurçenko ile evlenmiştir. 1928 yılında çıkarılan Af Kanunu’ndan yararlanarak tekrar Türkiye’ye döndüğünde ise pasaportsuz sınırı geçtiği için Ankara Ağır Ceza Mahkemesi tarafından üç aya mahkûm edilmiş ve İstanbul’da bir süre tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakılmıştır.
1931 yılında yazdığı bazı şiir ve manzumelerde (Jokond ile Si-ya-u, Varan 3, Sesini Kaybeden Şehir) komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle mahkemeye verilen Nazım Hikmet’in davası, 7 Mayıs 1931 tarihinde 2.Ceza Mahkemesinde görülmüş ve 11 Mayıs günü Savcılığın da talebi doğrultusunda beraat etmiştir. 1933 yılında “Gece Gelen Telgraf” adlı şiir kitabında bazı manzumelerin halkı komünistliğe tahrik ettiği gerekçesiyle yapılan tahkikat sonucunda hakkında dava açılmış ve kitabı toplattırılmıştır. Rahatsızlığı nedeniyle mahkemeye gidemeyen ve rapor gönderen Nâzım Hikmet, iyileşince 7. Sorgu Hâkimi tarafından dinlendikten sonra 18 Mart 1933 tarihinde tutuklanarak cezaevine gönderilmiştir.
Nâzım Hikmet, Komünist faaliyetler nedeniyle tutuklananlarla birlikte Bursa’ya gönderildiğinden yargılamalar da burada devam etmiştir. 29 Temmuz’da Gece Gelen Telgraf adlı eserinde komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle hakkında açılan davada 6 ay 3 gün hapis cezasına çarptırıldığı açıklanmış, Ağustos ayında da eski İstanbul Milletvekili Süreyya Paşa’nın, aleyhinde açtığı hakaret davası nedeniyle 1 yıl hapis, 200 lira para cezası ve 500 lira tazminat ödemeye mahkûm edilmiştir. 31 Ocak 1934 tarihinde Komünistlik suçu yargılamalarında karar açıklanmıştır. Nâzım Hikmet kendisiyle bu davada yargılanan beş kişiyle birlikte, 5 yıl ağır hapse mahkûm edilmişse de Af Kanunu’ndan yararlandırılmıştır. Yeniden özgürlüğüne kavuştuktan sonra özel hayatında önemli bir adım atmış ve 31 Ocak 1935 tarihinde Piraye Altınoğlu ile resmen evlenerek “Ran” soyadını almıştır.
Nâzım Hikmet Run’ın yaklaşık 15 yıl sürecek olan cezaevi yaşamı ise Harp Okulu ve Donanma davalarıyla ilgili yargılamalardan sonra başlamıştır.
Ordu içinde sosyalizm esaslarının yayılması ve bir ihtilal hareketiyle memleketin komünist bir devlet şekline dönüşmesi için orduda komünizmin ne şekilde yayılacağına ilişkin direktiflerde bulunduğu iddiasıyla 1938 yılında yargılandığı davada 15 yıl ağır hapis, hemen ardından 29 Ağustos 1938 tarihinde görülen Donanma Davası’nda da “Erkin Gemisi”nde askeri isyana teşvikten 13 yıl 4 ay olmak üzere toplam 28 yıl 4 ay ağır hapisle cezalandırılmıştır.
Nâzım Hikmet Run, bu kararın ardından Atatürk’e başvurmaya karar vermiştir.
Nâzım Hikmet Run, “Cumhur Reisi Atatürk’ün Yüksek Katına” başlığı ile kaleme aldığı bir mektup yazmıştır. Mektupta, Türk ordusunu isyana teşvik ettiği iddiasıyla 15 yıl ağır hapis cezası aldığını, şimdi ise Türk donanmasını da isyana teşvikle töhmet altında bırakıldığını belirtmiştir.
Nâzım Hikmet Run’ın Atatürk’e yazdığı 18 Ağustos 1938 tarihli mektubun tam metni şöyledir: ‘
“Askerî isyana teşvik etmedim. Kör değilim ve senin yaptığın her ileri dev hamlesini anlayabilen bir kafam, yurdumu seven bir yüreğim var. Askeri isyana teşvik etmedim. Yurdumun ve inkılapçı senin karşında alnım açıktır. Yüksek askeri makamlar, devlet ve adalet, küçük bürokrat gizli rejim düşmanlarınca aldatılıyorlar. Askeri isyana teşvik etmedim. Deli, serseri, mürteci, satılmış, inkılap ve yurt haini değilim ki, bunu bir an olsun düşünebileyim. Askeri isyana teşvik etmedim. Senin eserin ve sana aziz olan Türk dilinin inanmış bir şairiyim. Sırtıma yüklenen ve yükletilecek hapis yıllarını taşıyabilecek kadar sabırlı olabilirdim. Büyük işlerin arasında seni bir Türk şairinin felaketi ile alakalandırmak istemezdim. Bağışla beni. Seni bir an kendimle meşgul ettimse, alnıma vurulmak istenen bu ‘inkılap askerini isyana teşvik’ damgasının ancak senin ellerinle silinebileceğine inandığımdandır. Başvurabileceğim en inkılapçı baş sensin. Kemalizm’den ve senden adalet istiyorum. Türk inkılabına ve senin başına and içerim ki, suçsuzum. Nâzım Hikmet Ran”.
Nâzım Hikmet Run’ı uzun süren hapishane hayatı yormuş ve esaretinin 12. yılında beklediği afla da özgürlüğüne kavuşamamıştır. Onun hapishaneden çıkarılması için özellikle 1949-1950 yıllarında yurt içinde ve dışında yoğun çaba gösterilmiştir. Bu kampanyaya yerli ve yabancı aydınlar, yazarlar, demokrat örgütler, politikacılar, yabancı yazar birlikleri katılmışlardır.
Yurt dışında, Şair Nazım’ı kurtarmak için birçok komite kurulmuş, protestolar düzenlenmiş, hakkında yayınlar yapılmıştır. ABD, İngiltere, Fransa, İsviçre, Polonya, Romanya, Çekoslovakya, Bulgaristan, Yugoslavya, Hindistan, Irak, Macaristan, Lübnan, Mısır ve Suriye’de protesto gösterileri düzenlenmiştir. Simone de Beauvoir, Jacques Prévert, Raymond Queneau, Albert Camus, Oskar Daviço, Jеаn Paul Sartre gibi tanınmış birçok aydın ve yazar da bu protestolara katılmıştır. Bu kampanyalar 1950’de Türkiye’de zirveye ulaşmış ancak adaletin yerini bulacağından ve tekrar affedilmekten umudunu yitiren Nâzım, sağlığının elverişsizliğine rağmen 18 gün süren açlık grevine başlamıştır.
Nâzım’ın açlık grevi dünyada büyük yankılar uyandırmış, 15 Mayıs 1950 tarihinde Türk hükümetine 22 ülkeden protesto telgrafları çekilmiş, birçok gazetede açlık grevi hakkında yazılar yayınlanmış, ünlü şairler şiirler kaleme almış, Türkiye’deki elçiliklerin önlerinde gösteriler yapılmıştır. Nâzım’a destek olan kadınlar kapı kapı dolaşarak tanınmış aydınlardan imza toplamış, Orhan Veli, Oktay Rıfat ve Melih Cevdet, Nâzım’a destek için üç günlük açlık grevinde bulunmuşlardır. Nazım’ın annesi Celile Hanım, iyi görmeyen gözlerine ve yaşlı haline rağmen Haliç Köprüsü’nde elinde baston ve pankartla, oğlunun kurtarılması için imza toplamıştır. Türk aydınları, yazar ve sanatçıları bu faaliyetlere büyük ilgi göstererek kendi imzalarıyla şairin açlık grevini sonlandırması, parlamentodan yeni af yasası çıkarması isteğinde bulunmuşlardır. Bu çabalar sonuç vermiş ve Nazım Hikmet’in, İstanbul, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde süren yaklaşık 12 yıllık mahkûmiyet hayatı 1950 yılında çıkarılan Af Kanunu’yla son bulmuş ve tahliye edilmiştir.
Özgürlüğüne kavuştuktan sonra eşi Piraye Hanım’dan boşanarak dayısının kızı Münevver Hanım’la evlenmiştir. Nazım Hikmet’in, Gizli Türkiye Komünist Partisi’nin hakkında Türkiye’den ayrılması ve yurt dışında çalışmasına karar vermesi üzerine, Tuzla’da yedek subay olarak görev yapan Refik Erduran tarafından Romanya bandıralı Plekhanov şilebine bindirilerek 17 Haziran 1951 tarihinde Sovyetler Birliği’ne kaçması sağlanmıştır. Moskova’ya ulaşmasının ardından 20 Temmuz 1951 ve 27 Aralık 1951 tarihlerinde Moskova Radyosu’nda Türkiye’nin Amerikan müstemlekesi haline getirildiğini savunarak Türk dış politikasını eleştiren konuşmalar yapmıştır.
Pasaportsuz olarak kaçtığı Moskova’da memleketi aleyhinde beyanatta bulunduğu, radyo yayınlarında Türkiye’nin hükümet şekli ve hükümeti idare edenler aleyhinde geniş propaganda kampanyasına girişerek komünizmi yaymak maksadını güden neşriyatıyla Sovyet Hükümetinin verdiği hizmeti ifa etmekte olduğu gerekçesiyle, bu hizmeti terk etmesi hususunda yapılacak tebligatın da bir fayda vermeyeceği kanaatiyle 25 Temmuz 1951 tarihinde bakanlar kurulu kararıyla Türk vatandaşlığından çıkarılmıştır.
Türkiye’den kaçışından dört yıl sonra Türk vatandaşlığından atıldığı ve vatansız olduğu gerekçesiyle 28 Eylül 1955 tarihinde Polonya hükümetinden vatandaşlığa kabul edilmesi için başvuruda bulunan Nazım’a, Polonya devlet kurulu tarafından 5 Ekim 1955 tarihinde “Borzecki” soyadıyla birlikte vatandaşlık verilmiştir. Polonya vatandaşlığına başvurmasında büyük dedesi Konstanty Borzeçki’nin (Mahmut Celaleddin Paşa) Polonya’da doğup büyümesi etkili olmuştur. Nazım Hikmet, Sovyetlerde Borzecki soyadını kullanmıştır.
1959 yılında son kez Vera Tulyakova ile evlenen Nâzım Hikmet 3 Haziran 1963 tarihinde hayatını kaybetmiştir. Mezarı Rusya Federasyonu’ndaki Novodeviç mezarlığındadır. Son eşi Tulyakova da 19 Mart 2001 tarihinde yaşamını yitirince mezarlıktaki yer darlığı nedeniyle yakılan cesedinin külleri eşinin yanına gömülmüştür. Hayatının yaklaşık dörtte birini Türkiye’de hapishanelerde geçiren Nâzım Hikmet’e Türkiye Cumhuriyeti Bakanlar Kurulunun 5 Ocak 2009 tarihli kararıyla 58 yıl sonra Türk vatandaşlığı iade edilmiştir.
Nâzım Hikmet, Türkiye’de komünizmin sembolü olarak algılanmış olsa da Azerbaycan’da Türkiye’nin ve Türklüğün simgesi olarak görülmüş, piyesleri sahnelenmiş, eserleri Azerbaycan Türkçesi ile yayımlanmıştır. Yaşamı boyunca Türkçenin ve Türk şiirinin gelişim sürecini izlemiş, Türkçesini geliştirmiş, Türkçenin edebi alanda gelişmesine katkı sağlamıştır. Hatta milli şair olarak nitelendirilen Mehmet Emin Yurdakul’u “lisanı Türkçe olmayan, lisanının kökünü canlı dilden almayan bir şair Türk şairi, millî şair olabilir mi?” sözleriyle eleştirmiştir. Türk dilinin zengin ses sisteminden ve ses uyumlarından yararlanarak Türk şiirine serbest nazmı getirmiş, hecede vezni kırarak geleneksel uyak anlayışını değiştirmiş, halk dilini şiire dâhil ederek zenginliğe ulaştırmıştır. Doğal şiir yeteneği ile Türk şiirine yenilik getirmiş, özgün şiir ifadesi, ritmi, müziği, yeni yapı ve konularla Türk şiirinde yeni bir çığır açmıştır. Şiirde siyaseti teşhis etmiş, aydın kimliğin sol görüşteki temsilini tanımlamıştır. İşgal İstanbul’unda doğması, Anadolu seyahatinde ve hapishane yaşamındaki anıları, tanık olduğu sosyal eşitsizlikler, adaletsizlikler, siyasî mücadeleleri şiirlerinin temasına yansımış, poetikasına ilham vermiştir.
Nâzım Hikmet’in şüphesiz en belirgin sanatsal yönü şairliğidir. Onu şiire babasının yönlendirdiğine ve desteklediğine dair bilgiler vardır. Akşam gazetesinde “Edebiyatımız Ne Halde?” başlıklı yazılar kaleme alan Hikmet Feridun Bey, bu makalelerine zaman zaman Nazım Hikmet’i de konu edinmiştir. 4 Temmuz 1929 tarihinde yayınlanan makalesinde onun şiire başlama hikâyesini “…Lâkin babası Hikmet Bey bir gün bana ilk şiirlerinden birini getirdi: Eğer bunda bir istidat görüyorsan oğlumu şiire teşvik edeyim… Dedi… Okudum, büyük bir istidat gördüm…” sözleriyle anlatmıştır.
Nâzım’ın şiirlerinde halk ve divan edebiyatından, Mevlevilikten, tasavvuftan izler ve öğeler görülmesinin yanı sıra 1929 yılına kadar fütürizmin (gelecekçilik) etkisi vardır. Eserlerinde müphem ve seyyah bir ruhla, zamanın toplumsal hayatını yakından ilgilendiren fikir cereyanlarına temas eden Nazım, toplum tarafından çok sevilmiştir. Zamanın ideallerini yansıtan şiirleri, o ideallere gönülden bağlı veya sempati besleyenlerde heyecan yaratmıştır.
Nâzım’ın şiirlerinde, 1929-1936 yılları arasında konstrüktivizmin (yapısalcılık) etkisi hissedilmiştir. Şiirlerinde işlediği vatan özlemi, tarih, ulus, savaş acıları, açlık, kahramanlar, işçilerin gücü, merhamet, barış, köy, şehir, hapishane, aşk, sevgi, özlem, ayrılık, gönül kırgınlığı, hayal, umut, iyimserlik, günlük yaşam, tabiat, insan, kadın, çocuk sevgisi, yaşlılık, hastalık, ölüm, ay, iyilik, paylaşma ve ülkü gibi konular, düşünsel, siyasal, kültürel ve duygusal hayatını yansıtmıştır.
Yayımlandıkları dönemde Nâzım Hikmet’in şiirlerine yönelik (özellikle ilk dönemlerdeki) sanatsal olmadıkları yönünde eleştiriler yapılmıştır. Bunlar arasında ünlü gazeteci, yazar ve siyaset adamı Hüseyin Cahit (Yalçın) Bey’in “tulumbacı lisanı” benzetmesi dikkat çekicidir. Ziya Gökalp’e ve Şevket Süreyya’ya göre o, Türkçeyi güzelleştiren isimdir. Kazım Nami’ye göre Faruk Nafiz kadar millî bir Türk şairdir. Halide Edip’e göre “Benerci Kendini Niçin Öldürdü?” başta olmak üzere eserleriyle şaheserler yaratan bir “dâhi”dir. Fakat Oktay Akbal’ın “Bu toprağın nimetlerini, insanlarını, kokusunu vermeğe çalışan ilk şairimiz Nazım Hikmet’tir” tarifi belki de onu en iyi niteleyen yorumdur. Nazım, aşkı, yoksulluğu, esareti, özgürlüğü yaşamış bir şair olarak, yaşadıklarını gördüklerini sanatıyla canlandırmış ve kitlelere ulaştırmıştır.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında toplumun hemen her katmanında kendisini gösteren yeni-eski kavgası edebiyata da yansıyınca yeni fikirlere ve yeni düşünce akımlarına yol açmak amacıyla “putları kırıyoruz” kampanyası başlatarak geçmişe karşı savaş açan ve böylece Türkiye’de toplumcu, gerçekçi bir sanat anlayışı için önemli ortam yaratan Nazım Hikmet, 61 yıllık yaşamına çok sayıda eser kazandırmış, ömrüne sığdırdıkları ve geride bıraktıklarıyla şair olmanın ötesinde bir kişilik olarak tarihe iz bırakmıştır.
Aydınlık, Resimli Ay gibi dergilerin yanı sıra Akşam ve Tan gibi gazetelerde yazılar yayımlamış, Rusçadan Türkçeye çeviriler yapmış, film stüdyolarında çalışmıştır. Türkiye Hakkında Hikâye adlı piyesi, yabancı dillerdeki tercümeleri ve Paris’te Le Chant Du Monde şirketi tarafından hazırlanan 13 şiirden oluşan LDY.6019 plağının Türkiye’ye sokulması ve dağıtılması Türkiye Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu kararıyla yasaklanmışsa da şiirleri elliden fazla dile tercüme edilmiş, çok sayıda ödül almıştır.