MEHMET NECATİ DEMİRCAN’IN ÖDÜLLÜ ROMANI RUMELİ’DE HAZAN MEVSİMİ
Rumeli’de Hazan Mevsimi romanı İlesam-Akçağ Roman Yarışması’nda birincilik ödülü aldı. 2016 yılı Ocak ayında Akçağ Yayınevi tarafından kitap hâline getirildi ve okuruyla buluştu.
Mehmet Necati Demircan, dedesinden dinlediği hüzünlü savaş öykülerini hiç unutmamış. Balkan Savaşı’na katılıp Bulgarların eline esir düşen Ahmet Demircan, şahit olduğu olayları ağlayarak anlatırmış. Seksen yaşındaki dedesinin kurumuş göz pınarlarından süzülen yaşlar, yıllar sonra yazarın etkileyici üslubuyla okurun ruhuna dokunuyor.
İki yılı aşan bir araştırma, inceleme sürecinden sonra romanın yazım aşamasına geçilmiş. Tarihî gerçeklikle kurmaca gerçeklik harmanlanmış. Başarılı betimlemeler vasıtasıyla Osmanlı Devleti’nin son döneminde yönetim kademesinde bulunan İttihatçılar gözlerimizin önünde canlanıveriyor.
Tarih bir bilim dalıdır, roman ise sanat eseri. Romanda öncelik bilgilendirme değil, insanda estetik haz uyandırmadır. Tarih bilimi; aşk, ihanet, ihtiras gibi insan gerçeğinden uzak durur. Bu nedenle soyut kalır. Roman bu boşluğu tamamlar, tarihi somutlaştırır.
Yazar romanın giriş bölümünde başarılı betimlemelerle Rumeli coğrafyasını bir tablo tadında gözler önüne seriliyor:
Vardar’ın yolculuğu Şar Dağı’ndan başlar. Başı dumanlı dağların doruklarından çıktığı yolculuğunda bereketi, doğurganlığı, hırçınlığı, gem vurulmazlığı taşır aşağılara. Bu maceralı yolculuk, ovaya inince bir çileye dönüşür, eski ihtişamını kaybeder. Sudan çıkmış balığa döner, bir o yana atar kendini, bir bu yana. Rumeli’nin ortasında döner durur, ovada menderesler çizer. Mendereslerin kimi yerlerinde sazlıklar, bataklıklar bulunur. (s. 5)
Tarihî roman yazmak, zor ve zahmetli bir iş… Geri planında uzun soluklu çalışma yatıyor. Arşiv taraması, makalelerin, incelemelerin okunması, kaynak kişilerle yapılan görüşmeler bu çalışmalardan bazıları. Rumeli’de Hazan Mevsimi’ni okudukça emperyalist güçlerin uygulama planlarında bir farklılık göremiyorsunuz:
Vali, olaydan haberdar edilince jandarma birliğini de yanına alarak Üsküp köylerini didik didik etti. Söylenenler doğruydu. VMRO adlı gizli örgüt bölgeyi haraca kesmişti. Kendisine ait silahlı adamları vardı. Esnaftan vergi topluyordu. Bulgar ailelerin erkek çocuklarını zorla askere alıyordu. Evlerden örgüt propagandası yapan yayınlar, silahlar, bombalar çıkmıştı. Osmanlı bunun farkına ancak bir ihbar sonucu varabilmişti. Durum çok ciddiydi. (s. 19)
Tarihçilerin dahi farklı değerlendirdiği bir dönemi romanlaştırmak oldukça sıkıntılı bir süreç. Eleştirilere karşılık verebilmek için romanda anlatılanların belgelendirilmesi gerekiyor. Roman, sanatsal bir metin olduğu hâlde bilimsel bir metin gibi değerlendiriyor.
Romanda tarihî gerçeklik kurgusal gerçekliğe dönüşüyor. Yazar, tarihî olayları tarihî gerçekliğe sadık kalarak vermek için olağanüstü bir çaba harcamış. Çünkü Türk okuru yazardan tarihî romanın tarihî gerçeklere uygun olarak yazılmasını bekliyor. Romanda yer yer geri dönüş tekniği uygulanıyor. Örneğin Saru Saltuk’un türbesi tanıtılırken Saru Saltuk’un Rumeli’ye geliş öyküsü folklorik bir özellikte anlatılıyor:
Hıristiyanlar için kutsal olan Sveti Naum Manastırı Müslümanlar için de kutsaldır. Hacı Bektaşi Veli’den “Sarı Saltuk, seni Rum’a saldık.” sözüyle el alan Sarı Saltuk, bir seccade üzerinde Ohri Gölü’nü geçerek, Sveti Naum Manastırı’nın bulunduğu bölgeye gelmiş, burayı yurt tutmuştur. Sarı Saltuk’a gönülden bağlı Bektaşiler her Cuma türbeyi ziyaret ederler. Cuma günleri Sarı Saltuk’ta panayır kurulur. (s. 41)
Romancı, tarihe mal olmuş bir gerçeklikten hareket eder fakat tarihçi gibi nesnel davranamaz. Yazar, geçmişi romanın ögeleri olan olay örgüsü, kişiler, zaman ve mekâna bağlı olarak yeniden kurgular, muhayyilesinde şekillendirir ve okuyucuya aktarır. Romanda tarihin karanlıkta kalmış boşlukları kurmacanın yardımıyla doldurur:
Niyazi’nin çocukluk yılları Resne’de geçti. Zaman zaman Resne’ye hâkim tepelere çıkar, ufka bakar, uzaktaki tepelerin bulutlar içerisinde kaybolan siluetlerini görür, dünyayı Resne’den ibaret sanırdı. Büyüdükçe dünya da büyüdü. Ufukların ötesindeki dünyaların farkına vardı. Zamanla kardeşleri Osman, Murtaza, Lütfiye ve Güllü dünyaya geldi, aile büyüdü. (s.42)
Türk edebiyatında geçmişten günümüze çok sayıda tarihî roman yazıldı. Yazılmaya da devam edecek. Bazı romancılar tarihi popüler hale getirdi. Aşk, macera ve cinsellikle süslenen tarih okura roman olarak sunuldu. Okur, tarihî roman tozuna bulanmış macera romanı okudu. Çalakalem romanlar yazıldı. Kimi tarihî romanda tarih sadece zemin olarak kullanıldı. Bazı romanlarda ise bir dönem ele alınarak geniş kapsamlı olarak anlatıldı.
Rumeli’de Hazan Mevsimi’nde Rus Konsolos Rostkovski’nin öldürülmesi ve gelişen olaylar bir Osmanlı-Rus savaşının önlenmesi uğruna verilen tavizleri gözler önüne seriyor. Bukova’dan Manastır’a dönen Konsolos, kendisine selam vermediklerini ileri sürerek Nüzhetiye Karakolu önünde nöbet tutan askerlere hakaret edip, kamçıyla vurmaya başlıyor. İtişip kakışma esnasında silah ateş alıyor, Konsolos ölüyor. Ardından yaşanan gelişmeleri romandan izleyelim:
Sultan Abdülhamit, olaydan duyduğu derin üzüntüyü ifade etmek için Rus Çarı Nikola’ya bir taziye telgrafı çekti. 11 Ağustos 1903 tarihli telgrafta olaya karışan jandarmaların yargılanması için divan-ı harbin kurulduğunu, başta Vali olmak üzere olayla ilgili görevlilerin görevden alındığı, haklarında soruşturma açıldığı Konsolos Rostkovski’nin ailesine tazminat ödeneceği belirtiliyordu. (s. 109)
İki asker hakkında idam kararı verilir.
… Rusya Konsolosluk yetkilileri idam kararının Nüzhetiye Caddesi’nde konsolosun vurulduğu yerde halka açık olarak uygulanmasını istiyorlardı. Bununla da yetinmeyerek iki bölük askerin de idam sırasında hazır bulunmasını istiyorlardı. Sadaret, Rus konsolosluk yetkililerinin isteklerinin istedikleri şekilde yerine getirilmesini istedi.
Romanda şahıs kadrosu çok geniş tutulmuş. Kimler yok ki… Enver Bey (Paşa), Talat Bey (Paşa), Kazım Bey (Karabekir), Resneli Niyazi bey gibi tarihe mal olmuş gerçek kişilerin yanı sıra birçok kurgu kahraman… Bütün bu kahramanlar; beş yüz sekiz sayfalık romanda Selanik, Resne, Manastır, Edirne gibi çok geniş bir coğrafyada olay örgüsüne bağlı olarak kendi serüvenlerini yaşıyorlar. Kimi zaman onları gece karanlığında İttihat ve Terakkiye katılış merasiminde kimi zaman Rumeli dağlarında eşkıya kovalarken görüyoruz.
Meşrutiyetin ilanıyla bütün sorunların çözüleceğini düşünen İttihatçılar, Meşrutiyet sonrasında yola birlikte çıktıkları Bulgar, Sırp, Rum çetecilerin ihanetleriyle karşılaşıyorlar. Müslüman Arnavutların dinmek bilmeyen isyanları İttihatçıları hırpalıyor.
Bu durum romanın 335. sayfasında yazar anlatıcının anlatımıyla ifade ediliyor:
Rumeli’deki Arnavut isyanları aradan geçen dört yıla rağmen sürüp gidiyordu. Arnavutlar huzursuzdu. İttihat ve Terakkiye meydan okuyorlardı. Dört yılda dört isyan yaşanmıştı. İttihat ve Terakki Cemiyeti bir yandan bu isyanları bastırmaya çalışırken öte yandan muhalefet, Mecliste İttihatçıların başarısızlıklarını acımasızca eleştiriyordu. İttihatçılar için çember gittikçe daralıyordu. Bu kuşatılmışlık onları gittikçe sertleştiriyordu.
İttihatçılar, iktidarı bırakmak zorunda kalıyor. Bütün Balkanlar kaybediliyor. Düşman Çatalca önlerine geliyor. Ülkenin içinde bulunduğu bu acı tabloda bile İstanbul’da iktidar oyunlarının büyüsüne kapılanlar gerçekleri görüp anlayamıyor.
Balkan Savaşı’nın trajik görüntüleri okuyucuda acı bir tat bırakıyor. Yaşadığımız bu toprakların son kalemiz olduğunu anlıyoruz. Bu tanıtım yazısında romanın olay örgüsü hakkında fazla ayrıntıya girmekten kaçınıldı. Bundan sonrası için söz okuyucuda…