Opera, tiyatro ve müziğin temelleri üzerinde şiir, şarkı, dans, dekor, kostüm, resim, mimarlık, şan ve oyunculuk sanatlarının kaynaştığı bir sanat dalıdır. Müzikli bir sahne eseri olan operayı oluşturan sebeplerden en önemlisi Rönesans düşüncesiyle gelişen insana bakış açısıdır. Opera sanatı 16. yüzyılda ortaya çıkmış ve farklı bakış açıları ile gelişerek günümüze gelmiştir.
İnsanlık değerlerine içten ve büyük saygısı olan Atatürk, 1913’te Sofya’da Osmanlı İmparatorluğu Sofya Ataşemiliteri iken, Bulgar milli operasında Carmen’i seyrettikten sonra, o sırada Bulgar Millet Meclisi Sabranya’da Varna Türk Milletvekili olan yakın arkadaşı Şakir Zümre ye şöyle diyecektir:
-…”Balkan harbinde mağlup olmamızın sebebini daha iyi anlıyorum. Ben bu adamları çoban biliyordum… Hâlbuki baksana operaları bile var. Operada oynayacak ses sanatkârları var, müzisyenleri, dekoratörleri, hepsi var, hepsi yetişmiş… Opera binası da yapmışlar… Bizim de memleketimiz operaya kavuşacağımız günleri görecek mi?” (16 Mayıs 1940’da, Musiki Muallim Mektebi içinde idareten kurulup faaliyete geçirilmiş olan Devlet Konservatuvarı, Büyük Millet Meclisi’nde kabul edilerek yürürlüğe giren yasayla, Müzik, Opera, Bale ve Tiyatro bölümlerini içine alan bir Devlet Konservatuvarına dönüştürülmüştür. Ankara Devlet Konservatuarı’nın “Şan-Opera Bölümü” ilk mezunlarını 1942’de vermiş, O çok istediği halde, devlet konservatuvarının, ancak 1939 yılında başlayabilen Türkçe opera denemelerini bile görememiştir.)
Ülkemizde klasik Batı müziği, opera, bale gibi sanat dallarının sahnelenmesi ve icra edilmesi de Cumhuriyet ile birlikte yaygınlaşmıştır. Osmanlı döneminde İtalyan gruplarının İstanbul’da sahnelediği operalarla Türk toplumu bu sanatla tanışmıştı (Tanzimat döneminde, Beyoğlu’nda İstiklal Caddesi ile Sahne Sokağı’nın kesiştiği köşede bulunan ünlü Naum Tiyatrosu “Cite de Pera” Çiçek Pasajı”’nda Verdi’nin “II Travatore” adlı ünlü operası ’da Paris’ten önce İstanbul’da sergilenmiştir.).
Ancak Türk toplumu birtakım girişimler olsa da uzun süre kendi dilinde operasını yazamamış, besteleyememiş ve sahneleyememişti.
İlk Türk operasının librettosunun yazılması, bestelenmesi ve sahnelenmesi Cumhuriyet döneminde mümkün olmuştur. Yazılan bestelenen ve sahnelenen ilk Türk operası Özsoy’dur. Özsoy, Türk opera tarihinin başlangıcıdır, Türk müzik tarihinde önemli bir yere sahiptir. Ancak Özsoy, Türk opera ve müzik tarihinin önemli bir eseri ve bir ilk olma özelliğinin yanı sıra Cumhuriyet dönemi Türk dış politikasını şekillendiren bir düşüncenin aracı ve Atatürk’ün dehasının bir sonucudur.
Bir opera, Türk dış politikasını şekillendirmede nasıl aracı olabilir? Bir opera eseri, müzik sanatı ve müzik tarihi dışında dış politika alanında nasıl önem kazanır sorusu, ancak Atatürk’ün dehası ile açıklanabilir.
Çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk operası Özsoy, Atatürk’ün isteği ile yirmi yedi günde hazırlanarak İran Şahı’nın Türkiye’yi ziyareti sırasında sahnelenmiştir.
İran Şahı Rıza Pehlevi’nin 1934 yılı Haziranında Türkiye’ye yapacağı resmî ziyarete Atatürk büyük önem veriyordu. Çünkü XVIII. ve XIX. yüzyıllarda Türkiye ve İran toprakları başta İngiltere ve Rusya olmak üzere birçok devletin çıkar çatışmasına hedef olmuştu. Özellikle İngiltere ve Rusya, zaman zaman bölgeyle ilgili emellerinde birbirlerini karşılarına almamak için aralarında üstünlük paylaşımı diyebileceğimiz antlaşmalar yapmışlardı.
Dünya tarihini ve Türk tarihini çok iyi bilen ve olayları çok iyi değerlendirme yetisine sahip olan Atatürk, geçmişte benzer gelişmeleri yaşamış ve XX. yüzyılın başlarında bağımsızlıklarını elde etmiş bölge ülkelerinin gelecekte de aynı tehlikeleri yaşamamaları için bağımsızlıklarını korumaları düşüncesindeydi.
“Devrimler (fikirler) ve düşünceler (inkılaplar) sanatla yayılır” ilkesini benimsemiş olan Atatürk, 1934 yılında İran Şahı’nın ziyareti sırasında dış politikadaki düşüncelerini Özsoy Operası adı altında Şah’a anlatmayı tercih etmiştir. Bu düşünce, istenilen sonuca ulaşmayı sağlamış ve aralarında bazı anlaşmazlıklar olan İran, Irak, Afganistan ve Türkiye’nin 1935’te hazırladıkları ancak iki yıl sonra imzaladıkları Sadabad Paktı, Atatürk’ün büyük dehası sonucu gerçekleştirilmiştir.
Sadabad Paktı’nın kurulmasıyla ilgili birçok sebep gösterilebilir. Ancak bu sebeplerin arasında Atatürk’ün konusunu bizzat kendisinin seçtiği, kurgusunu tasarladığı ve Türk – İran dostluğunu vurguladığı Özsoy Operası da önemli bir yer tutar. Özsoy’un yalnızca Şah’ın Türkiye’yi ziyareti sırasında yazılması, bestelenmesi ve sahnelenmesi de bu düşüncenin doğruluğunu ortaya koymaktadır.
İran Şahı Rıza Pehlevi’nin Türkiye’yi ziyareti ile ilgili hazırlıklar aylar öncesinden başlamıştı. Şah, daha Türkiye’ye gelmeden gerek Türkiye’de gerek İran’da gerek bölge ülkelerinde ve dış dünyada, yapılacak bu ziyaret önemli yankılar bırakıyordu. İran Şahı’nı sınırda karşılamak üzere Üçüncü Ordu Müfettişi Ali Sait Paşa başkanlığında bir heyet de görevlendirilmişti. Durum İran’da da farklı değildi. İran Başbakanı Sadık Han, Millî Şûra’da yaptığı konuşmada İran ve Türkiye arasında geçmişten gelen ve yüzyıllarca süren anlaşmazlıklar bulunduğunu belirtmiş, bu anlaşmazlıkların her iki tarafa da zarar verdiğine dikkat çekmiştir. Yeni İran ile yeni Türkiye’nin başına gelişme ve yükselme yollarında öncülük eden görgü ve bilgi sahibi kişiler geldiğini, her iki önderin de kişisel arzu ve isteklerini bir yana bırakarak yalnızca ülkelerinin ve uluslarının selametini düşünüp İran ile Türkiye arasında dostluk bağlarını geliştirme düşüncesinde olduklarını söylemiştir.
İşte böyle bir ortamda Şah’ın Türkiye gezisi 3 Haziran 1934 Pazartesi günü Tahran’dan hareketiyle başlar. Doğu illerimizden başlayıp Karadeniz’den Ankara’ya oradan da İzmir’e, İstanbul’a ve pek çok il ve ilçeye gidecek olan Şah’ın ziyareti, bölgede yeni bir ittifak kurulması düşüncesindeki Atatürk için önemli bir fırsattı. Bu nedenle, bu resmî ziyaretin anısını yaşatmak için çeşitli çalışmalar da yapılmıştı. Bunlardan biri de Darphane’de basılan 150 adet madalya olmuştur. Madalyaların bir tarafında Şah’ın diğer tarafında da Atatürk’ün resimleri vardır. Resimlerin altında şu cümle yazılmıştır: “İran Şehinşahı Alâ Hazreti Hümayun Rıza Şah Pehlevi Hazretlerinin Türkiye Cumhur reisi Gazi Mustafa Kemal Hazretlerini ziyaretleri hatırası”
Türkiye’ye girişinden itibaren Rıza Pehlevi’ye tarihten gelen Türk-İran kardeşliğini göstermek ve bu kardeşliği somut iş birliği adımlarına dönüştürmek isteyen Atatürk, konuğunun Türkiye’nin çeşitli şehirlerini, bu şehirlerdeki tarihî mekânları, fabrikaları, askerî birlikleri ve çeşitli bölgeleri ziyaret etmesini istiyordu.
Ama Atatürk’ün bir düşüncesi daha vardı: İki komşu ülke halkının kardeşliğini İran Şahı’na edebî bir üslupla ve bir sahne sanatıyla anlatmak… Böylece Rıza Pehlevi’nin duygularına hitap ederek onu etki altında bırakmak istiyordu. Bunun için bir sanat eserine ihtiyacı vardı Atatürk’ün. Bu sanat dalı opera olacaktı…
Önce, Türk – İran kardeşliğini ortaya koyacak, binlerce yıl öncesinden başlayan, Milli Mücadele’yi ve İran’ın yakın zamanda yaşadığı gelişmeleri konu alacak bir librettonun yazılmasına gerek vardı.
Atatürk, operanın konusunu İran edebiyatının en büyük eserlerinden kabul edilen Şahname’den yararlanarak belirler (Şehname veya Şahname; Samaniler ve Gazneliler dönemleri İran edebiyatının önde gelen Fars şairlerinden Firdevsi tarafından 977 ila 1010 arasında yazılan ve 60.000 beyit civarında hacime sahip eski İran efsaneleri üzerine kurulu manzum destanıdır.). Bu efsaneye göre:
…”Hakan Feridun’un Tur, İraç ve Selm adında üç çocuğu vardır. Atatürk, öyküde üçüncü kardeş Selm’e yer vermeyerek Tur ve İraç’ın ikiz kardeş olarak dünyaya gelişini, tanrıların bebekleri kutsamalarını ancak daha sonra şeytanın yani Ahriman’ın gazabına uğrayarak birbirlerinden ayrı düşmelerini, kayboluşlarını işlemektedir. Tanrılar tarafından kutsanmaları bebeklere ölümsüzlüğü kazandırmıştır. Öykünün sonunda iki kardeş birbirine kavuşacak ve bir araya geleceklerdir.”
Ana hatlarıyla konuyu böylece çizen ve konuyu bizzat kendisi veren Atatürk, istediği gibi konuyu en mükemmel bir biçimde kimin işleyip librettoyu yazabileceğini araştırır. Pek çok kişiye danıştığı gibi Halkevleri Başkanı Küçükağa Necip Ali Bey’e de sorar. Necip Ali Bey’in aklına Halkevlerinde çalışan Münir Hayri Bey gelir. Sonradan Egeli soyadını alacak olan Münir Hayri Bey’e librettoyu yazma görevi verilir. Münir Hayri Bey, Atatürk’ün de görüşlerini ve önerilerini de alarak üç perdeden oluşan librettoyu yazmaya başlar.
Ancak bu arada operayı kimin besteleyeceği sorunu gündeme gelmiştir.
O günlerde Ankara’da birkaç genç kompozitör vardır. Atatürk hepsini çeşitli vesilelerle dener, ancak hiçbirinden de memnun kalmaz. Öte yandan Şah’ın ziyaret günü de yaklaşmaktadır. Librettoyu yazan Münir Hayri Bey’in aklına Ahmet Adnan gelir. Türk müzik tarihinin ünlü bestecilerinden olacak ve daha sonra Saygun soyadını alacak olan Ahmet Adnan’ın kapısını çalar Münir Hayri Bey. Konuyu anlatır ve Necip Ali Bey’in bu konuda kendisiyle konuşmak istediğini söyler. Birlikte Necip Ali Bey’e giderler. Ahmet Adnan Bey operayı besteleme görevini üstlenir ama solistlerin bulunması, koronun ve orkestranın kurulması, operanın sahnelenmesi de gerekmektedir. Bu görev de Ahmet Adnan Bey’e düşmektedir. Oysa o günlerin Ankara’sında Musiki Muallim Mektebi dışında hiçbir şey yoktur. Ahmet Adnan Bey, operayı besteleme işine girişmişti ama en önemlisi provaların yapılması ve eserin sahnelenmesiydi.
“Ayşim” rolü için İstanbul’dan Semiha (Berksoy) getirtilir.
“Ahriman” rolü için de Ziraat Mektebi kütüphanesinde çalışan bir kişi seçilir. Provalar sırasında yetersiz görülen bu kişi kadrodan çıkarılacaktır ama gösteri yaklaştığı için önceden basılan program kitapçığında bu kişinin resmi kalacaktır (!).
Bu yoklukların yanı sıra kişisel çatışmalar, mesleki kıskançlıklar da işin içerisine girmiştir. O zamanki adıyla Riyaseti Cumhur Orkestrası Şefi Zeki Bey (Üngör) çalışmalarda gereken yardımı göstermiyordu. Ahmet Adnan Bey’in yeni bir orkestra kurma girişimi üzerine Zeki Bey işi daha da ileri götürmüş ve yakın dostu Hasan Rıza (Soyak) Bey’e:
—“Buraya böyle bir orkestra kurmak için onunla çalışmak için İstanbul’dan orkestra getirtmek istiyorlar. Hâlbuki onların içinde Rum var, Ermeni var, muhtelif milletlerden insanlar var. Buraya Atatürk gelecek, İran Şahı gelecek, bunlar suikast yapabilirler.” demiştir.
Provaları yakından takip eden Atatürk, Halkevindeki locasından Zeki Bey’in Ahmet Adnan Bey’e çıkardığı zorlukları görünce öfkelenecek ve “Bu bir devrim hareketidir!” diyerek Zeki Bey’i orkestranın başından uzaklaştıracak, şefliğe de genç Ahmet Adnan Bey’i getirecektir.
Bütün olanaksızlıklara, güçlüklere karşın Özsoy operası yirmi altıncı günün sonunda tamamlanır ve yirmi yedinci gün, 19 Haziran 1934 günü saat 16.00’da sahnelenmeye hazır hâle gelir.
Bu arada Rıza Pehlevi ve beraberindekiler Azerbaycan yoluyla gelerek 10 Haziran 1934 Pazar günü Gürcübulak sınır kapısından geçerler. Sınırda yapılan törenle Şah’ın Türkiye’yi resmî ziyareti başlamıştır. Beyazıt, Iğdır, Kağızman yoluyla Kars’a ulaşan Şah’a Atatürk’ün gönderdiği telgraf iletilir. Bunun üzerine Şah da Atatürk’e cevabi bir telgraf gönderir. Yolculuğuna Erzurum, Bayburt, Gümüşhane üzerinden karayoluyla devam eden ve Trabzon’a ulaşan Rıza Pehlevi geçtiği her yerde halkın büyük ilgisi ile karşılanıyordu.
İran Şahı, 14 Haziran 1934 günü Trabzon’dan Yavuz zırhlısıyla Samsun’a doğru hareket eder. Heyet, Samsun’a 15 Haziran günü ulaşır. Buradan yolculuğunu demiryoluyla sürdüren Şah ve beraberindekiler 16 Haziran 1934 günü Ankara’ya varırlar. Ankara Garı’nda Şah için büyük bir tören düzenlenmiştir.
Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal başta olmak üzere Meclis Başkanı Kâzım, Başbakan İsmet ve Erkânıharbiye Reisi Fevzi Paşalar İran Şahı’nı törenle karşılamışlardır. Gar’dan hareket eden iki devlet adamı ve beraberindekiler doğruca Halkevine gelirler. Halkevine giden yol binlerce insanla doludur. Birkaç gün sonra Özsoy operasının sahneleneceği Halkevinin balkonunda sohbet eden iki devlet adamı daha sonra Gazi Köşküne geçerler. Böylece Şah’ın Ankara programı başlamış olur. Ankara’da bulunduğu süre içerisinde Rıza Pehlevi Türkiye Büyük Millet Meclisini, Kız Enstitüsünü, Ticaret Lisesini, Müzeyi ve daha pek çok yeri ziyaret etmiştir.
Nihayet Özsoy operasının sahneleneceği 19 Haziran günü gelir. O gün saat 16.00’ya doğru Atatürk ile birlikte Şah Rıza Pehlevi Halkevine gelirler. Halkevinin izleyici koltukları bakanlar, milletvekilleri, devlet erkânı ve eşleriyle dolmuştur. Atatürk ve Şah Rıza Pehlevi, başta Meclis Başkanı Kâzım ve Başbakan İsmet Paşalar olmak üzere bakanlar, İran Dışişleri Bakanı ve Büyükelçisi ile beraberindekiler locada yerlerini alırlar. Günlerdir sahnelenme hazırlığı sürdürülen Özsoy operası Üvertür ile başlar. Üvertürün ardından, tarihsel olayları hikâye edecek olan Özozan sahneye gelir ve şu sözlerle kendisini tanıtır:
“Alnımda çizgilerle süzerek adım adım
Gönlümü büyük dünle damla damla suladım
Ey beni dinleyenler, ey karşıdaki erler,
Tanır mısınız beni? Bana Özozan derler.
Benim sesim haykırır, ama sazım ağlamaz,
Gönlüm doğruyu duyar, boşa umut bağlamaz.
Tarih diyor ki bize:
Uygarlıklar(*) ırmağı Brakisefal soyda buldu özlü kaynağı (*1934’teki librettoda “medeniyet”)
Bu soy Asya’dan çıktı, dört bir yana yayıldı,
Bu tarih, yükselişin başlangıcı sayıldı.
Avrupa, Anadolu, İran ve Orta Yayla Uygarlığa(*) girdi, (*1934’teki librettoda “medeniyete”)
Bakın, bu büyük soyla Zaman durur mu? Sakın zaman durur sanma
Duran düşer, ilerden başkasına(*) inanma. (*1934’teki librettoda “gayrısına”)
Yüzyıllar(*) geçti böyle, tarih önünde boy boy (*1934’teki librettoda “asırlar”)
Bakın size söyleyeyim nasıl doğdu büyük soy
Gözünüzü yumunuz, gönlüm sizi kavrasın,
Kırk bin yıl eskideyiz…
Gözlerinizi açın.”
Operanın bu bölümündeki dizelerde, o yıllarda gündemde olan Türk Tarihi Tezine göndermeler de bulunmaktadır. Özozan kendisini Homeros, Firdevsi gibi tarihteki kişilerle; anlattıklarını da Kalavela gibi destanlarla kıyaslamaktadır. Özozan’ın bu etkileyici girişinden sonra gözlerini açanlar kırk bin yıl öncesine giderler. Operanın ilk perdesinde insanlığın doğuşu, buna bağlı olarak iki karşıt öge karanlıkla aydınlığın savaşı ve bu savaşın sonucunda karanlığın yenilgisi anlatılmaktadır. İran mitolojisine göre Karanlık Dahhâk’tır, Aydınlık ise İran mitolojisine göre Gâve, Türk mitolojisine göre Bozkurt’tur. Aydınlığa kavuşan insanlar başlarına hakan olarak Feridun’u seçerler. Halkı temsil eden korolar, Feridun’un baba olması için Tanrı’ya yakarmaktadır.
Üçüncü tabloda ise Feridun’un eşinin doğumu beklenmektedir. Ülkenin dört bir yanından beyler, bu amaçla bir araya gelmiştir. Halkın ve beylerin dileği, Hakan Feridun’un bir oğul sahibi olması içindir. Hakan Feridun’un danışmanı Başşaman ve beyler arasında İran mitolojisindeki Dahhak ile Feridun’u karşılaştıran sözlerin yer aldığı konuşmalar geçer.
Bu sırada burçlardan yükselen boru sesleri Hakan’ın gelişini haber verir.
Feridun’u karşılayan beyler ve halk birlikte dua eder. Gelen haberci Hatun’un ikiz çocuk doğurduğunu müjdeler. Bir sonraki tabloda felekler gelir. Feridun, çocuklarına adlarını şu dizelerle verir:
–… “Sen ey nur topu çocuk
Senin adın Tur olsun
Kutlu rengin mavi, eşin ay
Yoldaşın kurt olsun
Sen ey sevgili çocuk
Senin de adın İraç olsun
Nurun yeşilden çıksın, güneş seninle parlasın
Yoldaşın arslan olsun
Ve her ikiniz de, cesaretin, erliğin rengi al ile
Temizliğin paklığın rengi beyaza birlikte sarılın.
Haydi şölen başlasın
Kutlayalım bu anı…”
Ad verme töreninde kullanılan simgeler son derece dikkat çekicidir. Tur, Turan halkının, İraç ise İran halkının atasını temsil etmektedir. Tur’un kutlu rengi mavi, eşi aydır. Burada Türk bayrağındaki hilale göndermede bulunulmaktadır. Tur’un yoldaşı kurt ise Türk destanlarında gördüğümüz bozkurttur. İraç’ın rengi yeşil, eşi güneştir. Yoldaşı ise aslandır. Bunlar da İran mitolojisinin simgeleridir. Her iki çocuğun da cesaretin rengi kırmızıya, temizliğin rengi beyaza birlikte sarılması da anlamlıdır. Bilindiği gibi bu iki renk de Türk bayrağında yer almaktadır. Atatürk, Şah’ı etkilemek, böylece Türk – İran ilişkilerinde yeni bir dönem başlatmak için Tur ve İraç’ı ikiz kardeş olarak canlandırtmıştır.
Feridun’un çocuklarına ad koymasından sonra yedi felek, Tur ve İraç ile ilgili iyi dileklerini belirtirler. Bu bölümün ardından şölen başlar. Tur ve İraç’ın doğumları kutlanır. Son tabloda sahnede yalnızca Hatun vardır. Kötülüğün timsali, karanlıklar tanrısı Ahriman sahneye çıkar. Şölene çağrılmadığı için çok kızgın olan Ahriman, Hatun’un yalvarmasına aldırmadan bebeklerin iki kuşak sonrası birbirlerini unutup sonsuza dek ayrı kalmaları için bir lanet okur.
Perde, koronun Hatun’a okuduğu iyi dilek parçası ile kapanır.
Özsoy’un ikinci ve üçüncü sahneleri yakın dönem olaylarını konu almaktadır. Türklerin yurdu düşman işgaline uğramış verilen Millî Mücadele ile ülke bağımsızlığını kazanmıştır. İran’da da yaşanan olaylar sonucunda yeni bir dönem başlamıştır. Son bölümde operanın tüm kadrosu sahnededir. Sanki kırk bin yıllık tarihteki bütün kahramanlar sahnede yerini almıştır. Böylece yüzyıllar boyunca ayrı kalan Türklerin ve İranlıların bir araya gelmesiyle Tur ve İraç’ın birbirine kavuştuğu anlatılmaktadır. Oyunun bütün kahramanları sahnededir ama Tur ve İraç yoktur. Hakan Feridun Özozan’a sorar:
-…“Oğullarım Tur ile İraç’ı göremiyorum? Tur ve İraç nerededir?”
Özozan sahnenin ortasına doğru ilerler ve locada oyunu izlemekte olan Atatürk ile Rıza Pehlevi’yi işaret ederek herkesin dikkatinin locaya yönelmesini sağlar ve Atatürk’ü göstererek “İşte Tur!” der. Sonra Rıza Pehlevi’yi göstererek “İşte İraç!” der ve sözlerine devam eder:
“Her Türk bir Tur, her İranlı bir İraç’tır.”
Bu etkileyici sahne karşısında Rıza Pehlevi kendisini tutamaz ve ayağa kalkıp Atatürk’e “Kardeşim!” diyerek sarılır. Atatürk, bu sahnede Rıza Pehlevi ile kendisinin âdeta operanın oyuncusu olarak rol almasını sağlamıştır. Opera, âdeta Atatürk ile Şah’ın bulunduğu ortamda oynanmak için sahnelenmiştir. Nitekim daha sonra Atatürk, “Bu opera bir daha oynanmaz!” diyerek Özsoy’un özel bir amaç doğrultusunda sahnelendiğini ifade etmiştir. İki ülkenin millî marşlarının çalınmasıyla opera sona erer. Atatürk ve Şah, alkışlar arasında Halkevinden ayrılırlar.
Atatürk’ün dehası kendisini bir kez daha göstermiş ve Özsoy operası amacına ulaşmıştır.
İran Şahı Ankara’dan İstanbul’a gider ve daha sonra ziyaretini tamamlayıp Türkiye’den büyük bir memnuniyetle 6 Temmuz 1934 günü Gürcübulak sınır kapısından çıkarak ülkesine döner. Bu ziyaretten sonra İran Şahı, Türkiye’nin girişimiyle Irak ve Afganistan’ı da içine alan bir pakt oluşturulması yolunda üzerine düşen görevi yapmıştır. Dört ülkenin imzalarını taşıyan pakt antlŞah’ın ev sahipliğinde 8 Temmuz 1937’de imzalanmıştır. Böylece bölgede İkinci Dünya Savaşı öncesinde yeni bir ittifak oluşturulmuştur. Paktı imzalayan Türkiye dışındaki üç devletin günümüzdeki durumlarını göz önüne aldığımızda Atatürk’ün bu girişiminin ne kadar önemli olduğu açık bir biçimde ortaya çıkar.
Bu paktı imzalayan ülkelerden Irak ve Afganistan bugün büyük bir karmaşa içerisindedir. Son günlerdeki gelişmelere bakanlar İran’da da durumun farklı olmayacağını söylemektedir. Bugün süper güçlerin çeşitli adlarla büyük politika diye tanımladıkları Orta Doğu ve Asya’daki ülkeleri işgal ederek kendi çıkarları doğrultusunda sözde demokrasiler kurmaya çalışması, bu ülkelerin haritalarını değiştirme çabalarına girişmesi karşısında Atatürk’ün politikası her ülkenin bağımsızlığını koruyarak komşu ülkelerle ortaklık oluşturulması temelinde şekillenmektedir. İşte Sadabad Paktı da bu düşüncenin bir sonucudur.
Elbette Sadabad Paktının temelinde yalnızca Özsoy operası yoktur. Atatürk, bu opera ile bir yandan Türkiye’de çağdaş müzik sanatının gelişmesini başlatırken öte yandan o günkü koşullarda Türk – İran ilişkilerinin gelişerek Doğu ülkelerinden bazılarını da içine alacak bir güvenlik ve dayanışma paktına doğru gidişte Özsoy’u önemli bir çıkış noktası olarak görmüştür.
Peki, Özsoy operası daha sonra ne olmuştur?
Şah’ın gezisi sürerken Özsoy operası iki kez Ankara’da halk için sahnelenmiş sonra da unutulmaya terk edilmiştir. Atatürk’ün 100. doğum yıl dönümü dolayısıyla Özsoy’un yeniden sahnelenmesi gündeme gelmiştir. Ancak, operanın librettosu ve notaları saklanmadığından kaybolmuştur. Adnan Saygun bestelenişinden neredeyse elli yıl sonra Özsoy’u yeniden hazırlamıştır. İlk yazılışında üç perde olarak sahnelenen eserin yalnızca ilk perdesini yazan Saygun, böylece bu önemli operayı tamamen kaybolmaktan kurtarmıştır. Böylece Özsoy, Atatürk’ün yüzüncü doğum yıl dönümü etkinlikleri kapsamında yeniden sahnelenebilmiştir. Elimizdeki bütün kayıtlar ve libretto işte Adnan Saygun’un 1981’de yeniden bestelediği Özsoy’a aittir.
Ahmet Adnan Saygun anılarında şöyle anlatıyor:
1934 yılı Haziran ayında Türkiye’yi ziyaret edecek olan İran Şahı ile Atatürk’ün huzurlarında temsil edilmek üzere, bir opera yazmamı CHP’nin halkevleri başkanı merhum Necip Ali (Küçka), merhum Münir Hayri (Egeli) aracılığıyla istedi. Necip Ali’nin söylediğine göre, konuyu bizzat Atatürk vermişti. Bu operanın Haziranın 20’sine doğru temsili gerekiyordu. Bir aylık bir zaman vardı. Büyük tereddüt içindeydim. Zira zamanı bir yana bıraksak bile, operayı kimlerle, hangi solistlerle, hangi koro, hangi orkestra ile yapacaktım… Münir Hayri tarafından yazılmış metni okumak istedim. Konu uzun ve kalabalık bir solist topluluğu gerektiriyordu.
Ve kadro oluşturuldu:
Orkestra: İstanbul Konservatuvarı Yaylı Sazlar Heyeti ile Riyaseti Cumhur Bando Heyeti,
Dans ve Koreografi: Selma ve Azade Selim Sırrı,
Koro idaresi: Muallim Halil Bedii, Mediha Adnan,
Koro: Ankara Kız Lisesi, Ankara Kız Orta Mektebi, Ankara Beden Terbiyesi, Ankara Enstitüsü talebeleri,
Kondüit: Şevket,
Suflör: Enver Necip,
Dekor ve kostümler: Mahmut-Galip,
Soprano: Nimet Vahit, Semiha (Berksoy),
Tenor: Halil Bedii (Yönetken),
Bariton: Nurullah Şevket (Taşkıran).”
Seç Haber ailesi olarak başta, “Özsoy” diğer adıyla “Feridun” un yazılmasını, bestelenmesini sağlayan yüce Atatürk’ü bir kere daha saygı ve rahmetle anıyoruz. Librettoyu yazan Münir Hayri Egeli ile Özsoy’u besteleyen Adnan Saygun’a ve emeği geçen bütün sanatçılara da Tanrı’dan rahmet diliyoruz.
Yararlanılan Kaynak Eserler:
1-Doğumunun 125. Yılında Mustafa Kemal Atatürk Uluslararası Sempozyumu Bildirileri (15-18 Mayıs 2006, Ankara, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 2011.
2-Altar, Cevad Memduh (1993), Opera Tarihi, C. IV, Kültür Bakanlığı yayını,
3-Ankara. Ayın Tarihi (1934), Matbuat Umum Müdürlüğü yayını, Ankara Kahramankaptan, Şefik (2005),
4-Atatürk, Saygun ve Özsoy Operası, Sevda-Cenap And Müzik Vakfı yayını, Ankara.
5-Refiğ, Gülper (1997), Atatürk ve Adnan Saygun, Özsoy Operası, Boyut yayınları, İstanbul.
6-Saygun, A. Adnan (1987), Atatürk ve Musıki, O’nunla Birlikte O’ndan Sonra, 2. baskı, Ankara.
Ayrıca Okuyabilirsiniz:
https://www.sechaber.com.tr/iste-tur-iste-irac/
https://www.sechaber.com.tr/sah-riza-pehlevinin-tesekkur-telgrafina-ataturkun-cevabi-6-temmuz-1934/
https://www.sechaber.com.tr/ataturku-ziyaret-eden-hukumdarlar/