“Rüya ruhsal bir oluşumdur” diyor Jung..
Sabah 5’te uyanıp, Pazar günü olduğunu hatırlayıp tekrar uyuduğumda, ruhsal mesajlar içeren bir rüya gördüm. Jung’a göre rüyalar, ruhun doğal bir ürünüdür. Gerçi ben, rüyamı zaten analiz etmiş ve mesajlarımı almıştım fakat yine de, Jung’un kitabına bir göz atmak istedim.
Muhtemelen kendi cevabımı bulmuş olmanın verdiği his sebebiyle, okuduğum pek çok analiz cümlesi beni heyecanlandırmadı bu kez. Ve fakat, Jung’un samimiyetle kendinden, kendi ruhundan bahsettiği şu cümleler, beni hem keyiflendirdi hem de ilhâm verdi;
“Yaşamım, ortaya koyabildiğim bilimsel yapıtlardır. İkisi de aynı şey demek. Yapıtlarım, içsel gelişmemi ifade ettikleri için, yaşam yolumdaki belli durak noktaları olarak değerlendirilebilirler.. Yazdığım her şey, içsel bir zorunluluğun sonucuydu. Kaynakları da, kaderimde olan bir zorlama. Yazdıklarım bana içimden saldıran şeylerdi. Beni harekete geçiren ruhun konuşmasına izin verdim.”
Ne muhteşem bir tasvir. Heyecan uyandıran.. Ve öyledir evet; her ruh bir görevle gelir ve bunun için itici bir güç uygular zihne. Yolu bellidir ve o yolda ilerlemek için adeta dizginleri elinde tutan bir binicidir. Bizler genel olarak ruhun yönlendirmelerini, her nedense daha ‘romantik’ bulur ve realitede uygulamaktan kaçınırız. Bu bir genellemedir elbette. Ve aynı şekilde söylemek gerekirse, zihnimizi daha gerçekçi bulur ve realitemizde onu yaşarız. İşte rüya dediğimiz boyutta, her şey tam tersine döner. Zihin uslu bir çocuk gibi oturur kenarda ve ‘ruhun konuşmasına izin verir.’
Peki o sırada ruh neler söyler..
Realitede yaşadığı, yani hem kişisel hem de kolektif bilinçten yansıyan her duygu ve düşünceyi, kişisel bilinçaltında nasıl biriktirdiğinden bahseder. Bunu yaşamanın yarattığı baskıdan bahseder. Bunlara ilâhi görevini de ekleyip, bir çeşit formatlama yapar ve kişiye teklif sunar. Bu teklif, bazen karışık sembolik mesajlarla bazen ise, direkt bir cümle ile gelebilir.
Kendimizi dünya hayatına öyle derinden kaptırıyoruz ki bazen, herkes oluyoruz. Kendimiz olmaktan, kendimizi bilmekten uzaklaşabiliyoruz. Oysa her birimiz tekil ve özeliz. O büyük yapbozun bir parçasıyız ve o tek bir parça olmazsa, yapboz tam değildir. Ruh, rüyada bunu hatırlatır zihne. Edilgenlikten uyarır. Her rüya bu minvalde değildir elbette ki, kişi farklılığı zaten sezgileriyle ayırt eder.
Yine Jung’tan devam edelim istiyorum;
“Yaşamım, bilinç dışının kendini gerçekleştirdiği öykülerden biridir. Bilinç dışında var olan her şey, dışa çıkıp varlığını göstermeye çalışır. Kişilikse, evreler geçirerek bilinç dışı durumundan kurtulup, bir bütün olarak kendi deneyiminden geçmek ister. Kendimi bilimsel bir sorunsal olarak algılayamayacağıma göre, içimde oluşan bu gelişme sürecini izleyebilmek için, bilim dilinden yararlanmam olanaksız.”
Bilimin, bir bireyin yaşamının öznel çeşitliliğini doğru dürüst gösteremeyecek denli genel ölçüler kullandığını ifade eden Jung, sonuç olarak “Anlatmaya değer şeyler yalnızca, geçici olmayan Dünya’nın, geçici dünyada ortaya çıktığı anlardır” der.
Daima bir dengeden bahsederiz, okuruz, yazarız. Peki bunu yaşar mıyız? Realitemize, iç ve dış dünyamızın dengesini ne oranda, ne şekilde yansıtıyoruz. Kuruyor muyuz böyle bir denge. İnsanız… Hayata deneyimlemek için geldik. Denge içinde var olmaya, öğrenmeye, tecrübe etmeye.. Dengeyle, dönüştürmeye ve arınmaya. Her hayat bir hediye ve elbette bir fırsat. Bu bilinçte olmak, gerçek bir dönüşüm basamağıdır. Bunun idrakına varmayı seçmek, kıymetlidir ruh için. Bunun hediyesi, her şekilde gelir kişiye. Mucize dediğimiz aslında, bahsettiğim bu farkındalığın sunduğu hakedişlerdir.
Carl Gustav Jung, bunu nezâketle başarabilmiş bir kişi, bir ruh. Onu her okuduğumda yeniden öğreniyorum. Öğrenmek, yaşamak için ilham veriyor. Bu yüzden sevgiyle teşekkür ediyorum ruhuna.
Yeni haftaya selam olsun, ilham olsun diliyorum.
Sevgiler..
Gülşah