Herkes rüya görür. Fakat rüyaların nasıl oluştuğu ve ne anlama geldikleri halen tam olarak anlaşılmış değildir. Genelde gündelik olaylarla ilgili rüyalar görürüz. Bu tür rüyalar güncel bir sorunu çözmek amaçlıdır. Eğer çözmeye çalıştığımız bir problem veya yaşadığımız ve bizi rahatsız eden bir sorun varsa onunla ilgili rüya görürüz. Sorun önemli ise, olayla ilgili rüyayı imgelerle süsler, olayı veya olayın çözümünü farklı bir görüntüye dönüştürürüz. Uyandığımızda “Hayırdır inşallah” deyip rüyanın anlamını merak ederiz. Birçok insan rüya tabirleri kitabına inanır. Rüya tabirleri içeren kitaplarda her nesnenin veya canlının farklı bir anlama geldiği yazılıdır. Rüya tabir eden kitaplar veya kişiler (yorumlayanlar) herkesin aynı sorunlara aynı imgelerle veya simgelerle yanıt arayacağını varsayarlar. Oysaki her insan farklıdır; yaşam tarzı, inançları ve çevresi farklıdır. Bu bakımdan her insanın sorunlara ürettiği imgeler de farklıdır.
Rüyayı en iyi tabir eden rüyayı gören kişi olmalıdır. Fakat her nedense kişi kendi rüyasını tabir etmekten ve sorunu çözmekten çekinir. Çünkü rüya gören kişi sorunla yüzleşmekten korktuğu içindir ki rüyasını simgelerle değiştirmiş, onu farklı bir görüntüye dönüştürmüştür. Eğer cesaretle rüyasını tabir etmeyi başarırsa yaşadığı sorunun yanıtını da bulacaktır. Rüya tabirlerini bilimsel bir temele oturtmaya çalışmış olan kişi, Sigmund Freud (1856 – 1939) adlı Avusturyalı psikologdur. Ona göre her rüya bilinçaltı arzuların tatmini amaçlıdır. Freud, sorunların bilinçaltına itildiklerini ve bilinç düzeyine doğrudan değil, rüyalarda dolaylı şekilde, imgelerle çıktıklarını iddia etmiştir. Bu imgeleri çözmek için de rüya gören kişiye rüyadaki imgelerle ilgili serbest çağrışım (tedai) yapmasını önerir. Serbest çağrışım ile bilinçaltı imgeler arasında bağların bulunduğunu kabul eder. Böylece asıl soruna hem kendi ulaşır, hem de rüya gören kişinin bilinçaltı sorununu bilinçli bir şekilde anlayıp kavramasını sağlar. Freud, bu serbest çağrışım metoduna “psikanaliz” demiştir. Psikanaliz metoduyla, kişinin bilinçaltı “psişesi” analiz edilerek sorunun çözümüne ulaşılır.
Freud’ün görüşlerine ve varsayımlarına karşı çıkmış olan Carl Gustav Jung (1875 – 1961) rüyaların “Kollektif Bilinçaltı” ile ilgili olduklarını savunmuştur. Jung’a göre tüm insanların ortak bir bilinçaltı düzeyi vardır. Bazı rüyalar gündelik sorunlarla ilgili olsalar da, bazı rüyalar kolektif bilinçaltından kaynaklanırlar. Genelde birçok insanın gördüğü rüyalarda ortak olan benzer imgeler bulunuşu bu görüşü onaylıyor. Jung mandala imgesinin çok eski dönemlerden, binlerce yıl öncesinden, kalma olduğunu iddia etmiştir. Gerçekten de mandala imgesi bir simge olarak çeşitli kültürler tarafından benimsenmiş ve çizilmiştir. Örneğin Hint ve Tibet kültüründe mandala, ruhsal huzur, birlik ve bütünlük simgesi olarak kabul edilir. Sadece o bölgede değil, dünyanın birçok yerinde bu simge kutsallıkla eşdeğer olmuş ve önem kazanmıştır. Kanımca mandala simgesinin çıkış bölgesi Orta Asya’dır ve oradan yayılan insanların temel inanç simgesidir. Tüm insanlık aynı simgeyi kutsal olarak kabul etmişse, insanlığın belli bir dönemde Asya’dan dünyaya yayıldıkları gerçeğini kabul etmek zorundayız.
Rüyaların kaynağı ortak bir kolektif bilinçaltı olabileceği gibi farklı bir gerçeklik boyutu da olabilir. Ruhsal bir boyutun varlığına inanmak toplumların kültürüyle yakından ilişkilidir. Afrika ve Avustralya yerli halklarının kültüründe rüyalar önemli yer tutar. Onlara göre ruhsal varlıklar bizlerle iletişime geçerler ve rüyalarda kendilerini ifade ederler. Batı kültürü bu ruhsal boyutu tümüyle ret etmiştir. Fakat bazı özel rüyaların bilinmeyen bir gerçeklik boyutundan kaynaklandıklarını ve bize özel mesajlar ilettiklerini ret etmek kolay değildir. O tür rüyalar bizi öylesine derinden etkiler ki yıllar geçse unutamayız. Farklı bir gerçeklik boyutu ve varlık alanı var mıdır? Bu konu oldukça tartışmalı olsa da, insan o boyuta geçtiğinde, farklı bir varlık ve gerçeklik alanında yaşar ve deneyimler.
İnsan uykuda iken bile tümüyle bilinçsiz değildir. Uyurken varlığı devam eden bilinç kırıntılarını harekete geçirip kontrol altında tutabilmek rüya görmenin önemli bir aşamasıdır. Bunu başarabilmek için uyanık durumda iç diyalogu kesmek gerekir. Yani, düşüncelerin akışını durdurmak ve insanın kendisi ile konuşmasına son vermek önemlidir. Bu tür bir çalışmaya “meditasyon” denmektedir. Meditasyon rüya görmenin ön hazırlığıdır. Her uzmanlık dalının bir eğitim devresi olduğu gibi, rüya görmek de bir uzmanlık olabilmesi için onun eğitimini yapmak önemlidir. Uyanık durumda düşüncelerin akışını meditasyonla durdurmayı başardığımızda, rüya görürken rüzgârda sürüklenen bir yaprak olmak yerine, istediğimizde dikkatimizi odaklayabilen bilinçli bir varlığa dönüşürüz. Rüya görmenin dört aşaması vardır.
Rüya görmenin ilk aşaması “Pasif İzleyici” düzeyidir. Bu durumda insanın duyuları uyur ama farkındalığı sürer. Bu aşamada insanın rüyasında hiçbir kontrolü yoktur. Birbirini takip eden imgeler ve olaylar içinde yuvarlanır gider.
İkinci aşama “Pasif Gözlemci” düzeyidir. Bu durumda insan belirli bir sahneyi gözler ve o sahneyi gözden kaybetmemeye çalışır. Artık rüzgârda sürüklenen bir yaprak olmaktan çıkmış, sabit bir sahneye bilincini odaklamayı başarmıştır. Sahnede gelişen olayları henüz kontrol edecek düzeyde değildir ama gözlemciliği kendi kontrolüne girmiştir. Artık isteği devrededir.
Üçüncü aşama “Aktif Gözlemci” düzeyidir. Bu durumda rüyadaki olay izlenirken olaya tüm duyular katılır. Görme, işitme, koklama ve hatta dokunma duyuları da rüyada aktif rol oynarlar. Rüyada yaşanan olaylar uyanık durumdaki deneyimlerimizden hiçbir farklı kalmamıştır, zira beş duyumuzla rüyamızı yaşar ve rol alırız. Artık rüya görürken tesadüfen ve arada bir renkli rüya görmeyiz; her rüyamız renklidir ve seslidir.
Dördüncü aşama “Dinamik Eylem” düzeyidir. Bu düzeye ulaşan kişi, belli bir olay içinde kendini bulur ve iradeli karar verip tavır koyar. Rüyada iradesi aktif ve kendi kontrolündedir. Bu seviyeye ulaşabilmek uzun bir çaba ve eğitim dönemi gerekir. Zira rüya gören kişi hem bilinçlidir hem de rüyasında isteği devrededir. Dördüncü aşamada kişi bir “rüya bedeni” oluşturmuştur. Rüya bedeni, aynen bizim uyanık durumdaki fiziksel bedenimize benzer ama çok daha esnek ve çok farklı yeteneklere sahiptir. Rüya bedeni ile seyahat etmeye Astral Seyahat denmiştir. Astral seyahat yapan kişi dünyanın herhangi bir yerine isteğiyle gidebilir ve istediği gibi olayları gözlemler. Fakat o gözlediği olayları değiştiremez. Onlara fiziksel bir etkide bulunamaz. Eğer etkide bulunabilseydi geçmişe gidip tarihin akışını değiştirebilirdi. Yani, zamanda seyahat mümkün olsa da, bu seyahatte etkin olmak ve olayların akışını değiştirmek mümkün değildir.
Uyanık durumda biz dünyayı sadece algılamakla kalmıyoruz, aynı zamanda varsayımlarımızla oluşturuyoruz. Dünya görüntülerini ve olaylarını geçmiş yaşam tecrübelerimize dayanarak yorumluyoruz. Bu varsayımlar bize küçük yaşta öğretilmiştir ve beynimize katı gerçekler olarak kazınmıştır. Rüya görmek sanatı bu tür, bilincimize yerleştirilmiş varsayımlardan kurtulma sanatı da sayılabilir.
***Bu yazı www.sechaber.com.tr için yazılmıştır. Bu yazının kaynak gösterilmeden kopyalanması ve kullanılması “5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası“na göre suçtur.