Mustafa Kemal bir aşk ve sevgi insanı… Yüreği sevgiye dönüşen bütün duygulara açık… Kadınları seviyor, onlarla konuşmayı, düşüncelerini dinlemeyi, özellikle de sanattan ve müzikten söz etmeyi… Kadınlara ve aşka o kadar değişken ki, zaman zaman daha iyi durumdaki bir ülkede yaşamayı düşünüyordu. O zamanlar bir kadının güzelliklerine şiirler yazar, belki de yazar olurdu… Yazarları seviyor, onların yarattıkları kahramanlar dostları olmuş. Kitap bulamadığı günlerde eskiden okuduklarını tekrarlıyor, eski dostlar yeniden bir araya gelmiş gibi oluyordu.
Mustafa Kemal, Selanik’te yaşarken kızlara olan ilgisi büyüktü… Bazen bir Rum kızına âşık oldu, bazen komşunun kızına. Kadınlar o kadar latif ki, alt tabakadan da olsalar, üst tabakadan da, içlerinde, tavırlarında nezaket, görmüş geçirmişlik buluyor.
O’nu kızlara çeken aşk mıydı, merak mı, yoksa gençliğin getirdiği bir tutku mu? Bunu çok düşündü, ta ki gerçek bir kadını tanıyıncaya kadar. O zaman diğer yaşadıklarının kısa süreli ama olabildiğince güzel ilişkiler olduğunu anladı. Kadınlar ona mutsuzluklarını, hayal kırıklıklarını unutturuyor, zarafetleriyle ilaç gibi geliyorlar.
Fikrîye bir akraba kızı, onunla Selanik’ten tanışıyorlar ama aralarındaki yakınlık Mustafa Kemal Harbiye’ye giderken başlamış. Zübeyde Hanım’ın ikinci eşi Ragıp Bey Fikriye’nin amcası, aile Selanik’ten İstanbul’a göçmüş, halleri vakitleri yerinde. Annesi ve üvey babası Mustafa Kemal’in Harbiye günlerinde yalnız ve bakımsız kalacağını düşünerek Fikriye’nin babasına O’nunla ilgilenmesini yazmışlar.
Harbiye’de gerçekten de yalnızlık çeken, hafta sonlarında gidecek yer bulamayan genç Mustafa Kemal üvey babasının verdiği adrese gittiğinde ailenin reisi yani Ragıp Bey’in ağabeyi onu iyi karşıladı. Görmüş geçirmiş bu zat Mustafa Kemal’in değerini anlamış, onunla uzun sohbetler yapmaya başlamıştı. Artık evde bu genç zabit adayının bir odası var…
Öyle iyi karşılanmıştı ki Mustafa Kemal, hafta sonlarını heyecanla beklemeye başladı. Üstelik evin kızı Fikrîye O’na yakınlık gösteriyor, aile ile yaptığı sohbetlerin bittiği, herkesin yatmaya çekildiği saatlerde genç zabit adayının karşısında oturuyor, ikisi tatlı tatlı konuşuyor.
Genç kız Mustafa Kemal gibi yaşamı oldukça kabarık bir delikanlıyı şaşırtan özellikler taşıyor… Öncelikle güzel, ses tonu müzik gibi… Hele tavırları, ölçülü neşesi, yetenekleri ve hepsinden ötesi gözü pekliği!
Uyumaya zaman ayıramayan Mustafa Kemal için gece sanki bir cennet… Sevdiği insanlarla sohbet etmek, ülkeden ve sanattan konuşmak, müzik dinlemek ve bunun sabahlara kadar sürmesi… Fikrîye Mustafa Kemal’e olan ilgisini ve hayranlığını hiç saklamadı. Kızlarının kararlılığına alışık olan aile de çok sevdikleri, beğendikleri Mustafa Kemal ile yakınlaşmasına karşı çıkmadılar. Bir de zamanı düşünün, erkek ile kadının aynı çatı altında olmasının bile büyük bir günah sayıldığı dönemi.
Fikrîye piyano çalıyor, Mustafa Kemal müziğe bayılıyor. İkisi gecenin geç saatlerinde bir araya geldiklerinde önce müzik başlıyor, kız yeni öğrenci parçaları neredeyse sabaha kadar çalıyor. Arada çay geliyor, kahve pişiyor ve ikisi okudukları romanların kahramanlarından söz ediyorlar. Fikrîye beğendiği erkeğin hangi yazarları sevdiğini bildiğinden onun olmadığı günlerde kitapları bulup okuyor. Mustafa Kemal evlerine geldiğinde kitaplar üzerine derinlemesine konuşabiliyorlar. Mustafa Kemal Fikrîye dönemin kurallarına karşı çıktığının farkında, bu da kızın gözündeki değerini daha da büyütüyor. Ailenin evinde Mustafa Kemal ne seviyorsa o yemekler pişiyor, yemek sofralarına birlikte oturuyor, neşeyle, bilgiyle dolu sohbetler yapıyorlar. O günlerde belli ki Fikriye’nin babası ikisinin evliliğini hayal ediyor; hem neden olmasın?
Ne yazık ki yaşamın kendi oyunları var. Mustafa Kemal Harbiye günlerinde çıkardığı gazete nedeni ile yakalanıyor, bu da onu hafta sonu tatillerinin bir kısmını yasak hale getiriyor. Aslında onun durumundaki birine verilecek en küçük ceza, ama bir de onlara sormalı… Mustafa Kemal sevdiğine, ailesine haber ulaştıramadığı için üzgün; ya Fikrîye!
Beklediği erkek köşeden dönmeyince kahroluyor. Ama Fikriye’nin Mustafa Kemal’i çeken bir huyu daha var, dırdır etmiyor, neden gelmedin diye sormuyor, kimseyi suçlamıyor. Bu özelliği o kadar beğeniyor ki, kendi de sevdiklerine, özelikle de kadınlara karşı böyle davranması gerektiğini anlıyor.
Delikanlı en hareketli günlerinde, yüreği ateşli, bedeni ateşli, yine de davranışlarına dikkat ediyor. Misafir kabul edildiği, saygı gördüğü bir evde evin kızı ile ilişkiye girmek ayıptır, yakışıksızdır. Fikrîye kahve getirdiğinde eli eline değince görmezden geliyor, ama Fikrîye kararlı, o âşık olduğunu biliyor, aşk devreye girince de Fikrîye için bütün kapılar açık… Mustafa Kemal aşktan uzak durmaya çalışırken yine ellerinin birbirlerine temas ettiği bir gece Fikrîye, Mustafa Kemal’in elini alıp öpüyor. Genç adam ne yapacağını bilemiyor, gönlü ve bedeni kucaklamaktan yana, ama ya aileye karşı durumu?
O günlerde iki genç arasında yakınlaşma var, ama ikisi birbirinden farklı. Fikrîye âşık olduğunu biliyor ve aşkından yaşamının sonuna kadar vazgeçmeyeceğini de… Mustafa Kemal hasretini çektiği, görünce mutlu olduğu kıza âşık olup olmadığının farkında değil… Üstelik vatan için düşündükleri, planları onu aşktan uzak durmaya zorluyor… Yani biri aşkın farkında, diğeri aşktan önce gelen duygunun… Yalnız kaldığında delikanlının aklında hep Fikrîye var.
Fikrîye Mustafa Kemal’in kendine âşık, ileride ne yapacağı, yaşamın onu nerelere götüreceği yolunda planları yok. Onunla olsun da nerede olursa olsun. Bir aşk kadını için daha fazlası da gerekmiyor zaten. Fikriye’nin tek hayali Mustafa Kemal’le evlenmek, ama rahatsız ederim diye konuyu açmıyor, yıllar sonra Ankara’ya gittiğinde bile evlilik sözü geçmiyor aralarında.
Daha Akbıyık’taki eve giderken Mustafa Kemal’in Fikriye’nin gözlerindeki hüznü gördüğünü biliyoruz. Aşk hüzün mü demek? Fikrîye kocaman ve güzel gözleriyle hüzünlü bakıyor, bu yüzden Mustafa Kemal kimseye söylemediği, söylemeyeceği bir isim koyuyor ona; “Hüzün” diyor. Kendisiyle konuşurken, Fikriye’yi düşünürken hep “Hüzün” diye anıyor bu güzel kızı. Mustafa Kemal onun değerinin farkında; hatta okuduğu kitaplarda bir bağlantı kuruyor Fikriye’yle. Yalnızca fedakâr değil, aşkı uğruna her şeye katlanacak bir kadın…
Sonraki yıllarda Fikriye’yi Victor Hugo’nun büyük aşkı Juliette Drouet’ya benzetiyor. Bu kadın her gece Hugo ile gitmiş, başı sıkıştığında onu kaçırmış, metresi olmuş, bazı zamanlar karısı ile birlikte yaşaması için bir ev tutmuş ve kendi kimselere görünmeden onların yakınında yaşamış… Juliette’in asıl önemli yanı yüzlerce sayfalık kitaplar yazan Victor Hugo’nun eserlerini temize çekmiş, o kadar çalışmış ki parmakları eğrilmiş, ellerini kullanamaz hale gelmiş.
Fikrîye onun gibi, onun kadar sağlam. Yine de Mustafa Kemal’in aklından evlilik geçmiyor, bir asker nasıl evlenir, hele kendi gibi hayallerle dolu olursa…
İnsanlar ne tasarlarsa tasarlasınlar yaşamın sürprizleri var!
Akbıyık’taki mutluluk rüzgârı tersine esiyor. Önce Fikriye’nin annesi ölüyor, sonra babası. Mustafa Kemal o dönemde kızı teselli etmeye bile gidemiyor, çünkü oradan oraya sürükleneceği, sürgünlere gideceği günler başlamış. Yine de Fikrîye, Zübeyde Hanım’ın en büyük desteği… Oğlu ile ilgili haberleri ondan alıyor, öyle detaylı yazıyor ki o hafta neler konuştular, oğlunun sağlığı nasıldı, yüzü gülüyor muydu, onlara gelirken neler giymişti… Zübeyde Hanım oğlundan haber aldığı için mutlu ama kaygıları var. İki genç bu kadar yakınlaşırsa aralarında bir aşk gelişebilir. Hem Fikriye’nin oğluna âşık olduğu mektuplardan da anlaşıldığına göre… Anne oğlu için başka kızlar düşünüyor, ama Fikrîye ne olacak? Vicdan azabı duyuyor; yine de oğlunun onunla evlenmesi düşüncesine katlanamıyor.
Aslında Fikrîye her annenin oğlu için isteyeceği özelliklere sahip bir kız. Okula gitmese de eğitimli. Rumca, Fransızca, Almanca biliyor. Ailesi iyi bir kökene sahip, pek çok akrabası sarayda, aralarında paşalık unvanları taşıyanlar da var, prenses olan da… Kız iyi yemek yapıyor, ayrıca piyano çalıyor ki Mustafa’sı müziğe bayılır. Ut öğrenmeye başlamış; oğlunu mutlu etmek içindir. Yine de istemiyor, neden; onu da bilemiyor.
Ve Fikriye’ye bir darbe daha…
Ağabeyi ile birlikte yaşadığı Akbıyık’taki ev bir yangında küle dönüyor. Ahşap binalarla dolu İstanbul’da yangın çıktı mı bütün mahalleyi, hatta semti yerle bir ediyor, bu yangın da öyle; aynı gece yüzlerce ev yanıyor. Fikrîye ve ağabeyi önce vakıf tarafından kendilerine verilen odalara geçiyorlar, sonra akrabaları kızı evine alıyor, ne de olsa ailenin güzeller güzeli, değerli kızı Fikriye’si… Yeni evi güzel, üstelik onunla ilgilenenler var.
Bu felaket döneminde Mustafa Kemal Şam’da sürgünde(5 Şubat 1905)…
Takvimler 1923’e dönmüş ve artık evlilik konusu duyulmuştu. Gazi Paşa, 4 Ocak gecesi Azerbaycan Elçiliği’nde dostlarına yakında evleneceğini söyledi:
–…”Ben sadece evlenmek için evlenmek istemiyorum. Vatanımızda yeni bir aile hayatı yaratmak için önce kendim örnek olmalıyım. Kadın öyle umacı gibi kalır mı?” dedi.
-“Latife Hanım güzel mi?” diye sordular, şöyle yanıtladı:
-…”Çok güzel olsa zaten evlenmem. Ben kıskanç bir adamım. Zekâsını, bilgisini, terbiyesini beğendim.”
Halen Cumhurbaşkanlığı arşivinde bulunan bir belgeden Mustafa Kemal Paşa ile Latife Hanım’ın 13 Ocak 1923 günü ayrı şehirlerdeyken nişanlandıkları anlaşılıyor. O gün Lozan’dan Ankara’ya bir telgraf çeken İsmet Paşa, dostunun nişan haberini “siz”li, “sen”li ifadelerle kutluyor: …”Nişanlanmak müjdeniz beni mesut etti. Allah’ın izniyle mesut olacaksın. Hem seni hem bizi tebrik ederim.”
Gazi, nişanından bir gün sonra annesi ölmüştü. 15 Ocak’ta annesinin ölüm haberini bildiren başyaver Salih (Bozok) Bey’e telgrafla: -…”Verdiğiniz elim haber, beni çok müteessir etti. Merhumenin uygun bir şekilde cenaze törenini yaptırınız. Cenab-ı Hak, millete hayat ve selamet versin.” Dedi ve cenazeye gidemedi.
İki hafta sonra İzmir’e geçince önce annesinin mezarını ziyaret etti, sonra da ilk kez tanıştığı Latife Hanım’ın babası Muammer Bey’e kızıyla evlenmek istediğini açıkladı. Ailelerin çok da hevesli olamamasına rağmen Gazi Paşa’da, Latife Hanım da artık evlenme kararını almışlardı.
Tarih, 27 Ocak 1923’tü.
İki gün sonra evleneceklerdi.
29 Ocak 1923 günü Hâkimiyet-i Milliye gazetesi Meclis Reisi Mustafa Kemal Paşa’nın o gün nikâhlanacağı haberini duyurdu.
Saat 17.00’de Beyaz Köşk’teki törene fazla kalabalık yoktu. Gazi’nin yakın arkadaşları bir odada toplanmıştı, Uşşakizadelerin akrabaları bir başka odada… Sonra İzmir Müftüsü Rahmetullah Efendi geldi. Lacivert kruvaze bir takım giymiş, kırmızı kravat ve gri kalpak takmış olan Gazi Paşa ayağa kalkıp tören üniformaları içindeki Fevzi Çakmak’a, -…”Hoca Paşam lütfen şahidim olur musunuz?” diye sordu. Ama diğer şahidi Kâzım Karabekir Paşa olacaktı.
Latife Hanım ise o gün için sade füme bir elbise giymiş, saçlarını ise Paşa’yla ilk tanıştığı gün taktığı mor eşarpla örtmüştü. En sevdiği gerdanlığını, duvağının tacı olarak kullanmıştı. Onun nikâh şahitleri de Salih Bozok ve İzmir Valisi Mustafa Abdülhâlik (Renda) idi.
Müftü’ye bunun Gazi’nin isteğiyle “kaçgöz”süz bir nikâh olacağı söylendi. Yani nikâhın kıyılacağı odada kadınlarla erkekler birlikte bulunacaklardı. O dönem için bir devrim sayılan bu işi yapan adamın aklında ise alaturka bir nikâh vardı.
Gazi Paşa: -…”Ben bu töreni başka türlü yapmak istiyordum. Latife’yi bir ata bindirecektim. Ben de bir ata binecektim. ‘Haydi!’ deyince atlarımızı mahmuzlayıp kaçıracaktım onu… Ama galiba savaş bizi ihtiyarlattı beceremem diye korktum.”
Tören başlayınca damat, İzmir Müftüsü’ne, “Efendi Hazretleri,” dedi, “biz Latife Hanım’la evlenmeye karar verdik. Lütfen lazım gelen muameleyi yapar mısınız?”
Dönemin âdeti gereği, geline “mehr-i muaccel” denilen başlık parası ödenmesi gerekiyordu. Müftü bunun kaç para olacağını sordu:
-…“10 dirhem gümüş,” dedi Kemal Paşa…
Bu, en düşük miktardı ve Gazi’nin bu adetten rahatsızlığının ifadesiydi. Nitekim nikâh sırasında arkadaşı Asım Paşa’nın (Gündüz) kulağına, -…“İnşallah gün gelir, nikâhı vali bey kıyar,” demişti.
Bu temenni, medeni nikâhın habercisiydi. Müftünün, “Evlenmeyi kabul ediyor musunuz? Sorusuna önce gelinin, sonra da damadın, “Kabul ettim,” demesiyle tören tamamlandı.
Az sonra Anadolu Ajansı, Gazi’nin fevkalade sade bir törenle evlendiğini bütün Türkiye’ye duyurdu. Ertesi gün New York Times, Kemal Paşa’nın İzmirli zengin bir tüccar kızıyla evlendiğini, gelinin 1.000.000 Türk lirası çeyiz getirdiğini yazdı. Dünya basını, Kemal Paşa’dan çok, yirmi üç yaşında Türkiye’nin first lady’si tahtına çıkan zengin gelin ile ilgiliydi.
Yeni evliler, evlendikten bir hafta sonra bir yurt gezisine çıktı. Akşehir’den başlayıp İzmir’de sona eren bu bir haftalık gezide, gittikleri her yerde ilgiyle karşılandılar. Latife Hanım, yeni kentine 20 Şubat 1923 günü geldi. Bu, onun Ankara’ya ilk gelişiydi. Önce garda, sonra Çankaya Köşk’ünün kapısında çiçeklerle karşılandı. Köşk dedikleri, baba evinden çok daha küçük bir bağ eviydi. Şimdi bu elektriksiz, susuz bağ evinden, gösterişli bir “başkanlık sarayı” yaratmaya çalışacaktı…
Fikrîye Hanım, Mustafa Kemal’in Latife Hanım ile evliliğini, tedavi için gittiği Münih’te kaldığı sanatoryumda, bir gazete haberinden öğrenmişti. Fikrîye Hanım’la Münih Sanatoryumunda bulunan bir kadın, Halide Edip Hanım’a, Mustafa Kemal’in evlendiğini haber aldıktan sonra çok ağladığını söylemişti.
Fikrîye Hanım, Münih’ten ayrılmak istiyordu ama Doktor, Fikrîye Hanım’ın Münih’te ve sanatoryumda kalması için çok ısrar etti. Çünkü hastanın tamamen iyi olmadan taburcu edilmemesi için kendisine Ankara’dan kesin talimat verilmişti. Fakat Fikrîye Hanım’a söz dinletmek mümkün olmuyordu.
Fikrîye Hanım, iyileşmemiş bir vücut, parçalanmış bir kalp ve kendisini istasyonda uğurlamaya gelen tek merhametli kadınla Münih’ten ayrıldı. Fikrîye Hanım, Ankara’ya gidecek, Gazi Paşa’sını görecekti. Münih’ten kaçıp İstanbul’a geldiği ve Ankara’ya geçmek istediği, hemen Mustafa Kemal’e, Ankara’ya bildirildi. Bir skandaldan ve İngilizlerin oyunundan çekinen Mustafa Kemal, Fikrîye Hanım’ın özellikle gazetecilerden uzak tutulmasını ve Ankara’ya gönderilmemesini istedi.
Fikrîye Hanım, Paşa’sından uzak, Gelibolu’da bir sürgün hayatı yaşamaya başladı.
Gelibolu’daki konakta, Handan (Gören) Hanım’la aynı odayı paylaştılar. Handan Hanım’ın anlattığına göre,
…”Fikrîye Hanım üzgün ve kederliydi. Sigara üstüne sigara içiyordu. Gelibolu’daki genç bir adama, Mustafa Kemal’e iletilmek üzere mektuplar yazdırıyordu.” Bu mektuplar, O’na hiç ulaşmayacaktı. Handan Hanım, uzun bir bekleyiş içerisinde geçen bu Gelibolu günlerinde, Fikrîye Hanım’ın en yakın sırdaşıydı: …”Gelibolu’da bir yıl beraber olduk. Ben de, annem de Fikrîye ablamın en candan sırdaşı idik. Onu teselli ediyor, zamanla düzenlenebileceği umudunu aşılıyorduk ona… Bütün gayesi, Ankara’da, Mustafa Kemal Paşa’nın yakınında olabilmekti. Paşa’nın evlilik yaşamına kesinlikle engel olmak istemiyordu. Ama Paşa’nın çok uzağında sürgün yaşamaya da katlanamıyordu.”
Yine oda arkadaşı Handan Hanım’ın anlattığına göre annesi Nimet Hanım, Fikrîye Hanım, 1924 yılı kışında Ankara’ya gitmesini engellemeye çalışmıştı: …”Ankara’ya, Atatürk’ün yanına gitti. Annem dedi , ‘Dur bekle… Olmaz…” Kıştı, zavallı gitti işte. Tabii, yollar kapalı. Babam vali olduğu için ona kolaylık göstermişti.”
Fikriye Hanım, Çankaya Köşkü’ne gelmişti… Bu onun ilk gelişiydi. 21 Mayıs 1924 günü Çankaya Köşkü’nde istenmediğini bilen Fikriye Hanım Ankara’ya bir kez daha gelmiş ve intihar etmişti.
Takvimler 1925’e dönmüş, Mustafa Kemal Paşa, 5 Ağustos günü Başbakanlığa bir yazı yazarak Latife Hanım’la evliliklerinin sona erdiğini bildirdi. 12 Ağustos’ta Anadolu Ajansı, bu haberi bütün yurda duyurdu.
Latife Hanım, ayrıldıktan sonra önce İzmir’e, sonra da Uşşakizadelerin İstanbul Ayazpaşa’daki köşküne yerleşti. Bu arada hastalandı. Yazdığı mektuplardan kullandığı ifade ile “yaşadığı büyük ve şiddetli şokun etkisiyle vücudu da harap olmuştu.” Fatma Zehra isimli pasaportuyla önce Çekoslovakya’da sonra Nice’te tedavi gördü. Soyadı kanunu çıkınca ailesinin diğer fertleri “Uşaklı” soyadını alırken o, Atatürk’ün tercih ettiği “Uşşaki” de karar kıldı;
Özel bir kanunla “ATATÜRK” soyadını alan Mustafa Kemal, bir zamanlar kendisine hayat arkadaşlığı yapan Latife Hanım’ı da unutmayacak, O’na soyadını kendisi verecekti.
Latife Hanım’ın babası Muammer Bey ve ailesi artık “Uşşakizade” soyadını kullanamayacaktı. “Lakap ve Unvanların Kaldırılmasına Dair Kanun” nedeniyle, “zade” ile biten isimler soyadı olarak verilmiyordu.
Halid Ziya Bey ve ailesi, “Uşaklıgil” soyadını almaya karar vermişti. Muammer Bey, Halid Ziya Bey ile aynı soyadını taşımak istemedi ve “Uşşaklı” soyadını almaya karar verdi. Latife Hanım da, “Türk” veya babasının almak istediği “Uşşaklı” soyadını istiyordu.
Latife Hanım, aslında “Türk” soyadını çok önceden seçmişti. 1930 yılından sonra yazdığı her yazının altına imzasını “L. Türk” olarak atıyordu. Sanki Mustafa Kemal’in içinde “Türk” olan bir soyadı alacağını sezmiş gibi “Türk” soyadını kullanmıştı: …”Dünyanın tüm kötülükleri ile yüzleştiğinde, cesaret artık görevindir. Latife Türk V.1932”
Atatürk’ün eski kayınpederi ile O’nun sabık eşi olması nedeniyle, İstanbul’daki hiçbir merci ailenin soyadına onay vermiyordu. Dolayısıyla hep bir üst makama müracaatla sonunda Aile İçişleri Bakanlığı’na kadar çıktı. Kimse onaylamayınca da evrak, Çankaya’ya Atatürk’ün önüne kadar geldi.
Soyadı Kanunu’nun ardından ailenin bütün fertleri, aile adı olarak “Uşşaklı” soyadını alırken, Atatürk, sadece Latife Hanım’ın, “aşıklar” anlamına gelen “Uşşaki”yi, soyadı olarak kullanmasını istedi. Böylece Mustafa Kemal, hem kendi sevgisini ve ilgisini göstermiş hem de Latife Hanım’ın aşkına önem ve değer verdiğini, ayrılık olsa da aşklarının yaşadığını anlatmıştı.
Soyadı verme olayının geçtiği bir akşam sofrasında, İsmet Paşa’nın anlattığına göre; …”Latife Hanım’ın da “Uşşaklı” soyadını alması gerekiyordu. Mustafa Kemal Paşa, “Uşşaklı”nın üstünü çizmiş ve yanına “Uşşaki” yazmıştı.”
Hadisenin devamını Mehmet Sadık Öke şöyle anlatır:
“Etrafındakilere sormuş:
“Ne demek bilir misiniz? Diye.
Onlar da:
“Bilmiyoruz Paşam,” demişler.
Paşa devam etmiş:
“Âşıklardan gelen demektir,” demiş.
Bu Latife Hanım’a, Mustafa Kemal tarafından verilen bir payedir. Mustafa Kemal bunu söylediği için, “Ben Latife Uşşaklı’yım,” diye bir kavgaya başladığı için. Vecihe Hanım söylerdi: ”Orada O’na bir ders vermiş. “Sen Uşşaklı değil, Latife Uşşaki olabilirsin, bu değişmez,”
Paşa, ‘ki’ ile yazıyor. Yani ona diyor ki;
…”Sen bana âşıksın, ben seni gayet iyi biliyorum.”
Yararlanılan Eserler:
Oğuz Akay, “Gel Gitme Kadın”, Alfa Yayınları, 1. Basım, Ağustos 2011.
Can Dündar, “Yüzyılın Aşkları”, Can Sanat Yayınları, 2012.
Tuna Serim, “Aşktan da Üstün”, Destek Yayınları, 3. Baskı 2018.