İngiliz Kralı V. George, 5 Haziran Cumartesi günü Padişah Vahdettin’in 27 Mayıs 1920 tarihli mektubuna cevap verdi. Padişah Vahdettin, barış şartlarının hafifletilmesi için İngiliz Kralı V. George’a mektup yazarak yardım istedi. Padişah, 27 Mayıs tarihli mektubunda, “…Antlaşma’nın bağımsız devlet anlayışı ile uyuşmayan maddelerin hafifletilmesini, Türkçe konuşulan illerin paylaşılmaktan kurtarılması için İtilaf Devletleri’nin öteki üyeleriyle birlikte müdahalede bulunulmasını rica” edecekti.
İngiliz Kral, V. George mektubunda: “…Türkiye’nin geleceğinin İtilaf yönetimlerinin elinde olduğunu, bu yönetimlerin adaletli bir barış antlaşması hazırlamak için uzun süre sabır ve gayret gösterdiklerini ileri sürmüş ve İtilaf Devletleri’nin bütün taraflara adilce davranacaklarına güvenebileceğini de” yazacaktı.
5 Haziran Cumartesi günü, TBMM Başkanı Mustafa Kemal Paşa, -Halk Hükümeti’nin dışişleri örgütünü yeniden düzenlemek üzere görüşmelerde bulunmak için- Roma’da bulunan eski büyükelçi Galip Kemali Bey (Söylemezoğlu)’i Ankara’ya çağırmıştı. Damat Ferit Paşa Hükümeti dün görevine son verdiği Galip Kemali Bey’i aynı zamanda İstanbul’a çağırmıştı.
Galip Kemali Bey, Ankara’ya Moskova ve İslam dünyası ile ilişkilere geçilmesi gibi bazı tavsiyelerde bulunacak “Dışişleri teşkilatı yapmanın zamanı değildir” diyerek karısının hastalığını ileri sürüp Ankara’ya gelmeyeceğini bildirecektir. (Not: Osmanlı İmparatorluğu Büyükelçisi A. Galip Kemali Söylemezoğlu’nun babası Mevlana Türbesi haziresinde yatan Konya valisi Ali Kemali Paşa’dır. Sevr Antlaşması hakkında “Bir Milletin Katli (Assasiant d’un Peuple)” ve “Bir Milletin Çilesi (Le Martyre d’un Peuple)” adlı kitapları yazmıştır. Bunun üzerine Başbakan Damat Ferit Paşa tarafından 4 Haziran 1920’de görevine son verilmiştir.)
İstanbul Birinci Divan-ı Harb-i Örfi, 6 Haziran Pazar günü, Kuvayı Milliye önderlerinden bir grubu daha idama mahkûm etti. Kuvayı Milliye adı altında çıkarılan fitne ve fesadın tertipçisi ve teşvikçisi olmak suçuyla idama mahkûm edilenler arasında; Albay İsmet Bey (İnönü), Dışişleri Bakanı Bekir Sami Bey, İktisat Bakanı Yusuf Kemal Bey, Ankara Müftüsü Rıfat Efendi (Börekçi), İsmail Fazıl Paşa (Cebesoy), TBMM İkinci Başkanı Celalettin Arif Bey, Hamdullah Suphi Bey, Eğitim Bakanı Rıza Nur Bey, Şer’iye Bakanı Mustafa Fehmi Efendi, Albay Selahattin, Fahrettin, Abbas Hilmi Beyler… (Not: İdam cezaları Padişah VI. Mehmet Vahdettin tarafından 15 Haziran 1920’de onaylanacaktır. Aynı mahkeme, TBMM Başkanı Mustafa Kemal ve Ali Fuat Paşalarla Kara Vasıf, Alfred Rüstem, Dr. Adnan Beyler ve Halide Hanım’ı 11 Mayıs’ta; Fevzi Paşa’yı 24 Mayıs’ta idam etmişti. Padişahın idam kararı için bakınız: https://www.sechaber.com.tr/sevr-antlasmasini-bizzat-ayaga-kalkmak-suretiyle-kabul-etmistir-2-bolum/?fbclid=IwAR14Qk8lS5B5yAfjvOrFNhfLx9RKSNNAXka3TVG3pfgo75f1DATW3IOfQ1g)
7 Haziran 1920 günü, İstanbul Hükümeti’ne verilen barış şartlarına cevap verme süresi uzatıldı. Buna göre Hükümet, cevabını en geç 26 Haziran 1920’de verecekti. (Not: Daha önce verilen 1 aylık süre 11 Haziran’da doluyordu.) İleri gazetesi o günkü sür manşetinde: “…İtilaf Devletleri ile savaşa tutuşan devletlerden barışı imzalamayan bir biz kaldık. Savaşı biz çıkarmadığımız halde, daha ağır şartlara maruz kalıyoruz. Avrupa kamuoyu bugün daha makul düşünüyor. Savunmamızı dinletecek zamana kadar sabredip metanet gösterilim.” diyordu.
Damat Ferit Paşa, 9 Haziran Çarşamba günü, İngiliz Yüksek Komiserliği’ni bir kez daha ziyaret etmiş, barış şartlarının düzeltilmesini, Başbakan De Robeck’ten, TBMM Başkanı Mustafa Kemal Paşa’ya karşı 50.000 askerin silahlandırılmasına izin verilmesini istemişti. Yine aynı gün Damat Ferit Paşa’yı ve yakınlarını öldürmek amacıyla gizli Teşkilat kurmaktan Hacim Muhittin Bey, Dramalı Rıza, Nuri, Remzi, Tevfik Sükûti, Halil İbrahim Beyler idama mahkûm edilmişlerdi. Daha önce idama mahkûm olan edilmiş olan Albayrak Bekir Sami Bey hakkında ise yeni bir karara gerek görülmemişti. (Not: Karar 11 Haziran 1920’de Padişah Vahdettin tarafından onanacak ve adı geçen kişilerden ele geçirebilmiş olanlar 12 Haziran’da asılacaktır.)
Nihayet, İstanbul Hükümeti, Barış Konferansı’na gidecek delegelerin başında Damat Ferit Paşa’nın bulunmasını kararlaştırdı. Hükümet, 18 Nisan’dan beri Kara Sait Paşa’nın vekâleten idare ettiği Harbiye Nezareti’ne Ahmet Hamdi Paşa’yı atadı (28 Ağustos 1920’ye kadar.) Bakanlık 18 Nisan’da Fevzi Paşa’nın çekilmesiyle boşalmıştı. 10 Haziran 1920 tarihli İngiliz Yüksek Komiserliği’nin raporlarından birine göre de, Damat Ferit Paşa, Veliaht Abdülmecit’i De Robeck’e şikâyet etmişti. TBMM Başkanı Mustafa Kemal Paşa ile işbirliği yaptığından şüphelendiği Abdülmecit için “(…)Onu ancak siz yola getirebilirsiniz” demişti. Robeck’in raporunda şu cümleler yer alıyor: “…Sadrazam, gelecekteki Türk devleti için İngiliz himayesi istedi. Yeni yetişecek prensin tamamen İngiliz dostu olarak yetiştirileceğini söyledi. İzmit’te hükümet askerleri, İngilizlerle milliyetçileri yüzyüze bırakıp çekildiler. İzmit’i terk edersek İstanbul milliyetçilerin eline düşer!..”
Damat Ferit Paşa, 12 Haziran 1920 Cumartesi günü, Paris Barış Konferansı’nda Sevr Barış Antlaşması’na karşı, Osmanlı tezlerini savunmak üzere İstanbul’dan Gülcemal Vapuru ile hareket etmiştir. İstanbul Hükümeti, Antlaşmayı imzalamakla yetkili Damat Ferit Paşa’nın 12 Haziran 1920 tarihli bu yolculuğundan çok şey beklemektedir ve ümitlidir. Damat Ferit Paşa, önce 17 Haziran 1920’de Gülcemal Vapuru ile önce Tolon’a ulaşmış, oradan da Paris’e gitmiştir. (Not: 14 Haziran’da Damat Ferit Paşa’nın Başbakanlık görevi o dönünceye kadar Şeyhülislam Dürrizade Abdullah’ın yöneteceği açıklanmıştır.)
Konferansa, 23 Nisan 1920’de Ankara’da Heyeti Temsiliye Reisi Mustafa Kemal Paşa önderliğinde toplanılarak açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM – Ankara Hükümeti) çağrılmamıştır(!). Çünkü İngiliz Yüksek Komiseri John de Michael Robeck’in, İngiltere Dışişleri Bakanı George Nathaniel Curzon’a yazdığı 12 Haziran 1920 tarihli raporuna göre, “…Damat Ferit, Mustafa Kemal’i yok etmek istiyor. Kendisine her şeyden önce Sevr Barış Antlaşması’nın imzalanmasını tavsiye ettim.” Lord Curzon’un cevabı: “Evet!”.
Hâlbuki TBMM Başkanı Mustafa Kemal Paşa Avrupa ve Amerika devletleri dışişleri bakanlarına 30 Nisan 1920’de birer nota göndermiş, “…Türk devletinin kaderini artık Büyük Millet Meclisi’nin temsil ettiğini, İstanbul Hükümeti’nin emir, fetva ve yükümlülüklerinin geçersiz olduğunu” bildirmişti.
Bir yıl önce…
Sadrazam (Başbakan) Damat Ferit Paşa, bundan tam bir yıl önce (6 Haziran 1919’da) Türk Hükümeti’nin görüşlerini anlatmak üzere, Maliye Bakanı Tevfik Bey ve Senato Başkanı (Feylesof) Rıza Tevfik, Fransızların emrine verdikleri “La démocratie (demokrasi)” adlı kruvazörü ile İstanbul’dan yola çıkmış 12 Haziran 1919’da Paris’e varmıştı. Bir diğer delege Eski Sadrazam Tevfik Paşa ise Başbakan Damat Ferit Paşa ile anlaşamadığı için onunla aynı gemide yolculuk yapmaktan çekindiğinden 14 Haziran’da yola çıkmıştı. Müttefiklerin Yüksek Konseyi 30 Mayıs 1919’da Türkiye delegelerini Konferans’ta dinleme kararı almış, bu durumu 1 Haziran’da bildirmişti.
Türkiye Cumhuriyeti’nin 3. Cumhurbaşkanı Mahmut Celalettin Bayar, sonradan yazdığı anılarında Osmanlı Hükümeti’nin 1919’da Paris Barış Konferansı’na çağrılması ile İtilaf Devletleri ile gerçekleşen ilk temas, Başbakan Damat Ferit Paşa’nın entrikaları ile Padişah ve hükümetince verilen hatalı muhtıradan bahsetmiştir. Bilindiği gibi bu acı gerçekler, sonradan San Remo Barış Konferansı’nda Sevr Barış Antlaşması olarak öne sürülecek ve 22 Temmuz 1920’te Sultan VI. Mehmet (Vahdettin)’in başkanlığında Yıldız Sarayı’nda toplanan II. Osmanlı Saltanat Şûrası’nda önce “ayağa kalkmak suretiyle” kabul edilecek ve 10 Ağustos 1920’te İtilaf Devletleri ile İstanbul Hükümeti arasında Fransa’nın başkenti Paris şehrinin 3 km batısındaki Sevr (Sevres) banliyösünde bulunan Sevr Porselen fabrikasının bir salonunda imzalanacaktır.
(Celal Bayar, “Bende Yazdım, Milli Mücadeleye Gidiş” 7. Cilt – Sayfa: 2107):
“… 1919 Ocak ayından beri Paris’te, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Wilson, Fransa Başvekili M. Clémenceau, İngiliz İmparatorluğu Başvekili Lloyd George, İtalyan Başvekili M. Sonnino ile Japonya’yı temsil eden Baron Makino’dan kurulu, barış konferansı çalışmakta idi.
28 Haziran 1919’da Paris’in meşhur Versailles Sarayı’nda Almanlara barış antlaşması dikte edilmiş, bizimle de barış antlaşması için temasa geçilmek istenilmişti. Konferansın bu konu ile ilgili tutanaklarında şu satırlara rastlanmaktadır: —“Türk delegasyonundan gelen nota… Konseyin önünde 23 Haziran tarihinde Türk delegasyonundan gelen ve Başkan Wilson’a okunan nota bulunuyordu. (Dokümanın pek ciddi bir şey olmadığı hakkında umumi bir kanaat hâsıl oldu.) Mr. Lloyd George buna bir cevap gönderilmeden önce “Türk meselesi hakkında taraflı bir müzakerenin yapılmasını” istedi. Türk delegasyonu henüz Paris’te iken Türkiye ile kısa ve kesin bir barış yapmanın büyük faydaları olacaktı. M. Clémenceau, “bu konuda bir sonuca varılacağından pek ümitli olmadığını” söyledi (Teklif kabul edildi.).”
Osmanlı Hükümetinin Paris’te konferansa davet edilmesini, Damat Ferit Paşa ve yâranı, siyasetlerinin bir başarısı olarak kabul ve ilan etmişlerdi. Almanya ile müttefiki Avusturya’ya barış şartları ‘dikte’ edilirken kendileri, istekleri öğrenilmek üzere konferansa çağrılıyordu. Gidecek heyetin ne vasıfta insanlar olması kabinede münakaşa edilirken eski Jön Türklerden ve Meşrutiyet devri nâzırlarından Çürüksulu Mahmut Paşa: (…)”Bunun devlet için son ümit olduğunu, Fransızca çok iyi bilen ve siyasette de aynı bilgi sahibi olan kimselerin heyete refakat etmesi gerekeceğini ileri sürdü. Sonunda yazılacak notaları kimin kaleme alacağını sordu.”
Mahmut Paşa, “Sadrazamın sözlerindeki maksadı anlayamadığını, eğer kendisini kastediyorsa yanlış kapı çaldığını” beyan ederek, “Damat Ferit ile işbirliğinde bulunmayacağını ve görevinden istifa ettiğini” bildirdi. Bundan sonra barış heyetinin kimler olacağı karşılaştırıldı ve açıklandı.
İstanbul Heyeti; Sadrazam Damat Ferit Paşa’nın başkanlığında Maliye Nâzırı Tevfik, Devlet Şûrası Başkanı feylesof Rıza Tevfik Beyler teşkil ediyordu. Eski Sadrazam Tevfik Paşa üye, eski Dâhiliye Nazırı Reşit Bey de müşavirlerden biri olarak bunlar arasında idi. Heyetin bu suretle kuruluşu kamuoyunda hoşnutsuzluk yaratmıştı. O kadar ki bu memnuniyetsizlik hükümetin kararını kabul ve imza eden padişaha kadar uzanmıştı.
Olayları yakından izleyenler, konferansta başarısızlığa, büyük bir hezimete uğranılacağını söylemeye başlamışlardı. Hatta milli kurulların çoğu padişahın sarayına başvurmuşlar, durumu protesto etmişlerdi. Fakat Damat Ferit Paşa’nın bunlara aldırış ettiği yoktu. Emrine verilen, Fransızların “La démocratie” adlı kruvazörü onu ve on yedi kişilik mahiyetini Toulon (Fransa)’a götürdü.
İhtiyar diplomat eski Sadrazam (Başbakan) Tevfik Paşa’da Fransızlarla İngilizler arasında güya siyasi dengeyi sağlamak düşüncesiyle bir İngiliz torpidosuna bindi ve İstanbul’dan yola çıktı (14 Haziran 1919).
Osmanlı heyetine Paris yakınlarında, Vokserson adında bir köyde küçük Monteklen şatosu tahsis edildi, delegeler burada toplandı. Şatonun salonunda Tevfik Paşa, feylesof Rıza Tevfik, Maliye Nazırı Tevfik Beylerle –müşavir olarak- Ahmet Reşit Bey hazır bulundu.
Damat Ferit Paşa, başkan sıfatıyla şunları söyledi:
(…)”İstanbul’da Vekiller Heyeti’nde bir muhtıra hazırlamıştık. Barış Konferansı’ndan isteyeceklerimiz burada yazılıdır. Onu okuyalım,” dedi ve “okumayı da Maliye Nâzırı’na emretti.”
Okunan bu muhtıranın birinci maddesinde:
—“Türkiye’nin umumi harbe katılması akla uygun bir sebebe dayanmayıp “İttihat ve Terakki Cemiyeti” ileri gelenlerinden olan o zamanki nâzırların taşkınlığı eseri olduğunu, bundan dolayı mesuliyetinin millete ve onun, gerçek temsilcisi olan bugünkü heyet-i devlete yüklenmesi hak ve mantık bakımından doğru olmayacağı ileri sürülerek “terbiye-i zimmete” kurtulmaya çalışıyordu.”
Eski Dâhiliye Nazırı Ahmet Reşit Rey hatıratında:
“(…)Bu müdafaa tarzını hale uygun bulmadığını, böyle bir bildirinin dörtler meclisinde ancak Türkiye’nin harbe iştirakinin lüzumsuz olduğunu ilan eden bir itiraf gibi “senet ittihaz” edileceğini; fazla olarak ileride aleyhimize şiddetli davranılmasını göstermeye yarayacağını”, söylediğini kaydetmektedir.
Muhtıranın dördüncü maddesi, Balkan Savaşı ile kaybettiğimiz Ege Denizi adalarının bize geri verilmesi isteğinden ibaretti ve şöyle deniyordu:
—“Adalardaki ahali çoğunlukla Rum’dur. İzmir vilayeti sahillerinde de Rumlar ekseriyettedir. Binaenaleyh adalar Yunanistan’a tabii oldukça eşya ve silah kaçakçılığının önünü almak kabil olmaz. Ve netice olarak Türk ve Yunan Hükümetleri arasında dostça münasebet kurulamaz. Bu mahzuru ortadan kaldırmak için Türkiye’ye terk etmek lazım gelir.”
Eski Dâhiliye Nazırı Reşit Rey bunu işitince şöyle demiştir:
“(…)Tertip ettiğiniz kıyaslamanın aleyhimizde kullanılması, lehimize tevcihinden daha kolaydır. Memleketlerin kime ait olacağı bahsinde ahalisinin çokluğunu ölçü olarak ele almak Wilson Prensibi icabındandır. Adalardaki ahalinin çoğu Rum’dur. İzmir vilayeti kıyılarında da Rumlar ekseriyettedir. Şu halde ileri gelen mahsuru ortadan kaldırmak için İzmir vilayeti kıyılarının da Yunanistan’a verilmesi gibi bir sonuca varılmak daha tabii ve daha uygun görülebilir.”
Bu sözlerim heyeti düşünceye davet etti.
Biraz sonra Ahmet Tevfik Paşa ile görüşürken verilecek nota hakkında bilgisini öğrenmek istedim. Ahmet Tevfik Paşa:
“(…)Geçen günkü toplantımızdan sonra yeni bir müzakere olmadı. Sadrazam Damat Ferit Paşa hazırladığı mektubun Fransızcasını mihmandarlarımızdan bir Fransız subayına yazdırdığını işittim; bir başka malumatımız yok” dedi.”
Eski Dâhiliye Nazırı Reşit Rey hatıratında ayrıca, “(…) Bu suretle davranışından dolayı Damat Ferit Paşa’nın nasıl entrika çevirerek kendisini muhitinden uzaklaştırdığını, bu ve buna benzer işlerimize karıştırılan meşhur İngiliz casusu Papaz Ferw’nun (Fru) insana dehşet veren rolünü de anlatmaktadır”…
Bir yıl sonra…
Tesadüf müdür bilinmez amma Damat Ferit Paşa’nın 12 Haziran 1920 Cumartesi günü, Paris Barış Konferansı’nda Sevr Barış Antlaşması’na karşı, Osmanlı tezlerini savunmak üzere İstanbul’dan Gülcemal Vapuru ile hareket ettiği gün; Sevr Barış Antlaşması’nı alan İstanbul Kurulu’ndan İçişleri Bakanı Reşit Bey ile Bayındırlık Bakanı Cemil Paşa İstanbul’a dönmüşlerdi. (Not: İstanbul Hükümeti Paris’te Barış Konferansı’nda Türkiye’yi temsil etmek üzere Tevfik, Cemil ve Mahmut Paşalarla Reşit ve Fahrettin Beyleri 26 Nisan 1920 atamıştı. Tevfik Paşa Başkanlığındaki İstanbul Kurulu 1 Mayıs 1920’de özel trenle yola çıkmış, 6 Mayıs’ta Versay’da hazır bulunmuş, 11 Mayıs’ta da Sevr Barış Antlaşması kendilerine tebliğ edilmişti.)
Şimdi tekrardan bir yıl öncesine dönelim;
Sadrazam Damat Ferit Paşa, hükümeti namına hazırladığı 23 Haziran 1919 tarihini taşıyan “muhtırayı” Fransız Başvekili M. Clémenceau’ya göndermişti. Bu muhtırada -kısa bir özetle- şöyle deniyordu:
—“Türkiye’nin batılı devletlerle olan eski dostluğu, siyasi ve ekonomik durumu kendisinin dostane bir tarafsızlık yolu takip etmesini emir etmekte ise de bazı esef verici şartlar karşısında ‘ve milli hilafına olarak’ helak edici, öldürücü bir harbe sürüklenmiştir. Bu dört yıl içinde Hristiyanlara olduğu kadar Müslüman halka da birçok ıstıraplar veren hatalar üzerinde durmak yersiz olur. Osmanlı İmparatorluğu, kendisinin çökmesini isteyenlerin beyanlarına rağmen Cengiz ve Timurlenk imparatorlukları gibi şeamet Devleti değildi. Akıllı ve müsamahalı bir idare altında, muhtelif patrikler ve camialar geniş bir dini muhtariyet içinde bulunmuşlardır. ‘Garplılık’ hareketlerinin sonuçlarını o kadar süratle almışlardır ki çeyrek yüzyıldan daha kısa bir zaman içinde Türkiye Avrupa milletler ailesine davet edilmiştir.
Muhtırada Türkiye’yi ilgilendiren meseleler üç bölüme ayrılmıştı:
A-Avrupa’da Trakya
B-Asya’daki Türk kısımları
C-Arabistan
Avrupa’daki Trakya için şöyle deniliyordu: —“Avrupa’nın bu kısmında devamlı barışı sağlamak için hükümet merkezinin (İstanbul’un) emniyetinin dayandığı Edirne vilayetinin kuzey ve batısındaki bölgeler, Türlerin büyük bir çoğunlukta bulundukları Batı Trakya da dâhil, iktisadi sebeplerle olduğu kadar Başkan Wilson’un prensiplerine göre de bu vilayetin içinde yer almaktadır. Sınır Koçava’dan ve Taşoz adasının tam karşısına dökülen Karasu nehrini takip edecektir.”
Küçük Asya: —“Türk toprakları, Asya’da Kuzey’de Karadeniz, Doğu’da eski sınırları, Güney’de ise Halep’in Akdeniz’e kadar uzanan kısmının bir parçası dâhil, Musul ve Diyarbakır vilayetleri ile sınırlandırılmıştır. Türk tarihi ve iktisadı bakımından Küçük Asya’ya ait bulunan, sahile yakın, kaçakçılığı önlemek ve sahil emniyetini temin edebilmek için geniş bir muhtariyet idaresi ile Osmanlı hâkimiyeti altında kalmalıdır.”
Ermenistan: —“Erivan’da kurulmuş olan Ermenistan, müttefik devletler tarafından tanındığı takdirde, Osmanlı İmparatorluğu bu yeni cumhuriyeti, Osmanlı Devleti’nden ayıracak olan sınır hattını ileride tasvip edilmesi kaydı ile müzakereye razı olacaktır. İmparatorluk hükümeti, yeni cumhuriyette yerleşmek isteyen Ermenilerin bu memlekete gitmeleri hususunda elinden gelen kolaylığı gösterecektir.”
Arabistan: —“Türk şehirlerinin güneyine düşen ve savaştan önce Osmanlı İmparatorluğu’nun ayrılmaz bir parçasını teşkil eden Suriye, Filistin, Hicaz, Yemen, Irak ve bütün diğer vilayetler, majeste sultanının hâkimiyeti altında geniş bir muhtariyet idaresine sahip olacaklardır. Her muhtar vilayet valisi -Hicaz hariç- sultan tarafından tayin edilecektir. Hicaz için, burası ile fazla ilgisi bulunan devletle özel bir ‘teşkilat’ hususunda anlaşmaya varılacaktır. Mukaddes şehirlerde (Mekke, Medine ve Kudüs) sultanın temsilcileri ve belli sayıda “muhafız kıtası” bulundurulacaktır.”
Mısır ve Kıbrıs: —“Osmanlı Hükümeti Mısır ile Kıbrıs adası hakkındaki siyasi statünün açıkça belirtilmesi için münasip bir zamanda İngiltere hükümeti ile müzakerelere girişmeye hazırdır. Halk, İmparatorluğun parçalanmasını kabul etmemektedir. Yüzyıllardan beri kurulmuş olup takdis edilen Osmanlı birliğinden ayrılmak istemeyen halka ki bunlar arasında çöl göçebelerinin bile bulunduğu Toros ötesindeki insanlarda dahildir, hiçbir hükümet muhalefet edemez. Barış Konferansı’nın adalet duygularına itimat eden Osmanlı halkı, meşru isteklerine uyacak ve doğuda şiddetle ihtiyaç gösterilen devamlı bir barışı temin edecek münasip bir hal çaresinin bulunacağından ümitlidir.”
Sadrazam Damat Ferit Paşa, hükümeti namına hazırladığı 23 Haziran 1919 tarihini taşıyan bu muhtıra özellikle Clémenceau’nun verdiği yanıttan sonra memleketimizde çok ağır yorumlara yol açmıştı. Edirne’nin kuzey ve batısındaki isteklerle hemen hemen meşgul olan yok gibiydi. Maalesef Balkan Savaşı’nda kaybettiğimiz bu yerleri, Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri elinden geri alacağımızı düşünmenin boş bir ümit olduğu biliniyordu. Bu istek olsa olsa, bu sırada Avrupa’nın gözde ve şımarık bir diplomatı haline gelen Venizelos’u, aleyhimize fazlasıyla tahrik etmiş olurdu.
Arabistan’a gelince; bu yoldaki talebin, Osmanlı hanedanının – velev son Abbasi halifeleri – sayesinde varlığını korumak için ortaya atılmış platonik bir arzudan ileri bir değeri yoktu. Damat Ferit Paşa’nın muhtırasında Arabistan ile ilgili isteklerin kaynağı Sultan Vahdettin’in mütareke için hazırlandığı sırada o zamanın Sadrazamı (Başbakan) Ahmet İzzet Paşa’ya yazdırdığı bir notla aynıydı. O notta şöyle denilmekteydi:
1-Hilâfet-i celile ve saltanat-ı seniyye ve hanedân-ı Osmanî hukukunun tamamî-i mahfüziyetinin temini.
2-Bazı eyalete verilecek muhtariyet-i idarenin şekil ve mahiyeti temin olunarak muhtariyetin yalnız idari olup siyasi olmaması, şayet hiçbir çare ve imkân bulunmayıp da siyasi muhtariyeti kabul edecek olursak âlem-i İslam’a ihanet etmiş olacağımız fikrindeyim.
Bu sözler İngilizleri kızdırmıştı. Diğer galip devletlerin de işine gelmiyordu. Daha 18. Yüzyılda uyanan, 19. Yüzyılda filizlenen ve nihayet 1912 – 1913 Balkan Savaşı sırasında aralarında açıkça görüşülmeye başlanan Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması keyfiyeti, Birinci Cihan Savaşı’nın başlıca sebeplerinden biri olmuştu. Şimdi galiplerin silahları gayelerini sağlamış, paylarına düşecek parçaları aralarında antlaşmalara göre tespit ediyorlardı. Bilinen Wilson Prensipleri de kendilerine yardımcı oluyordu.
Yunanistan, Rumeli ve Anadolu yakasından İstanbul’u çevreleyen yerleri elde etmek yolunda idi. Yukarıda söylediğim şekilde Edirne’nin kuzey ve batısındaki topraklardan bahsedilmesi herhalde Venizelos’u harekete getirdi. Bu espri içinde bir taraftan İngiltere Başvekili Lloyd George diğer taraftan Yunan Başvekili muhtıraya cevap verecekti; Fransa Başvekili Clémenceau’yu kendi görüşlerine göre hazırlamışlar, onun şiddet ve hiddete kaçan huyundan faydalanmışlardı.
Ermeni meselesi hakkında ortaya atılan tez de – Arabistan politikasında olduğu gibi – Padişah’tan geliyordu. Sultan Vahdettin, Times gazetesinde çıkan beyanatında şöyle diyordu:
“(…)Türkiye’de bazı siyasi partilerin (İttihat ve Terakki’dir) Ermenilere yaptıkları muameleyi büyük bir üzüntü ile haber aldım. Bu gibi fenalıklarla aynı vatanın evlatları arasındaki kıtâller kalbimi kırdı. Saltanata geçer geçmez bu vak’alarla sebep ve vesile olanların son derece şiddetle cezaya çarptırılmaları için derhal tahkikat açılmasını emrettim. Çeşitli sebepler, bu emrin sür’atle yerine getirilmesine engel oldu. Fakat bugün bu mesele tüm teferruatıyla soruşturulmaktadır.”
Vahdettin ayrıca 7 Aralık 1918’de Senatör Azaryan Efendi’yi kabul ederek: “(…)Ermenilere karşı irtikâp edilen zulümlerden dolayı teessüflerini, bu yolsuzlukların bazı kimseler tarafından yapılıp, bundan Türklerin suçlanmasının doğru olmayacağını söyledi. Ermeni milleti hakkında iyi niyetler beslediğini, ecdadının mesleğini izlemekten geri kalmayacağını temin, etti.”
Damat Ferit Hükümeti de, Ermeni meselesinden İtilaf Devletleri’ne, özellikle İngilizlere yaranma gayreti içinde idi. Bunun en çirkin ve lüzumsuz belirtisi Dâhiliye Nazırı Cemal Bey’in 13 Mart 1919 günkü Moniteur Oriental gazetesindeki çıkan bir demecidir:
“(…)İttihat ve Terakki Partisi, 800 bin Ermeni’yi öldürttü. 400 bin Rum’u da sürdü.”
Bu gibi sözlerin büyük devletleri yumuşatmaya yarayacağını; böyle gerçek dışı sözler ve iftiraları ile can düşmanı bildikleri İttihat ve Terakki Partisi’ni mahvedeceklerini sanıyorlardı. Hakikat ta izledikleri bu politika İtilaf Devletleri’nin ellerinde kendilerini ezmek için silah yerine geçiyordu. Şurasını tekrar etmeliyim ki Ermeni meselesi ne zulmün eseri idi, ne de Ermeniler, Hristiyan oldukları için öldürülmüşlerdi. 500 yıldan fazla her yerde azınlık olarak beraber yaşadıkları Türklerle iyi geçinmişler, dinlerini, milli varlıklarını muhafaza etmişler, genel olarak Türkler, dinlerini, milli varlıklarını muhafaza etmişler, genel olarak Türklerden fazla bir huzur ve refaha kavuşmuşlardı. Meselenin esası, bir kısım Ermenilerin siyasi komitelerinin telkinlerine uyarak kan ile ateş ile müşterek vatanımızdan koparılacak bir bölgede çoğunluk halinde bulunan diğer vatandaşlarımıza hâkim olmaktı. Bu uğurda düşmanlarımızla işbirliği içinde bulunmuşlar, Çar istila ordularının öncülüğünü yapmışlar, ordularımızı arkadan vurmaya kalkışmışlardı.
Sultan Vahdettin ve Damat Ferit Paşa’nın hükümeti, savaş sonu (1.Dünya Savaşı), bu milli ve hayati meseleyi – kendi hesaplarına – iki yönden istismar ediyorlardı:
1-İç politikada, siyasi hasımlarını (İttihat ve Terakki Partisi’ni) mahvetmek,
2-İtilaf Devletleri’ni kazanmak için doğu da, Türk topraklarından Ermenilere taviz vermek.
Kendi düşüncelerine göre, zaten elden çıkmış olan iller muhafaza olunacak, fakat elimizde kalması mümkün gerçek mülkümüzden fedakârlık yapılacaktı. İşte böyle bir taktik ile barış konferansının huzuruna çıkılıyordu. Ancak milli vicdanı ezen her hesapsız, haksız ve adaletsiz davada olduğu gibi, bu silah da geri tepecekti. Nitekim öyle oldu.”
Şimdi tekrardan bir yıl sonrasına dönelim;
İngiliz Yüksek Komiseri Robeck’in 23 Haziran tarihli raporuna göre, Paris’e gidecek İstanbul delegelerinden Cemil Paşa ile Reşit Bey, Robeck’in ziyaretine gelerek Türk tasarısının anlayışla karşılanacağı umudunu belirttiler. Robeck onlara, bir an önce Paris’e gidip milliyetçileri kınamalarını tavsiye etti. Onlar, milliyetçileri şiddetle kınamakta olduklarını ve İngiliz koruyuculuğuna olan güvenlerini tekrarladılar. Robeck’in yorumuna göre, Reşit Bey, Damat Ferit Paşa’ya karşı entrika çevirdiğinden ve milliyetçilerle işbirliği yapmaya yöneldiğinden derhal İstanbul’dan uzaklaştırılmalıdır.
Padişah Vahdettin’in eniştesi Damat Ferit Paşa Paris’te bulunduğu halde, İstanbul Hükümeti’ne barış şartlarının incelenmesi için verilen sürenin doluyor olması nedeniyle, 25 Haziran 1920 Cuma günü Hükümet temsilcileri Cemil Paşa ve Reşit Bey İstanbul’dan Paris’e hareket etmişlerdi. Damat Ferit Paşa’da aynı gün Barış Konferansı Başkanı Fransa Dışişleri Bakanı Alexandra Millerand’a bir mektup yazmış, “…Yunan ileri harekâtının Anadolu’da karışıklığı büsbütün arttıracağı, burada sükûnun sağlanabilmesi için Yunan kuvvetlerinin Anadolu’dan büsbütün çekilmesi gerektiğini belirterek Türkçe konuşulan yerlerde Türkiye devletinin egemenlik hakkının tanınmasını” istemiştir. (Not: Millerand, Damat Ferit Paşa’nın mektubuna verdiği cevapta “Yunan ordusu tarafından anlaşmanın kabul ettirilmesine çalışılmasının kabul edilmeyeceğini, iki taraf kuvvetlerinin eşit olmadığını” bildirecekti.
İngiliz Yüksek Komiseri Robeck’ten Curzon’a: “İstanbul’un askeri kontrolünü Fransızlara bırakamayız. Onlar Mustafa Kemal’le ateşkes imza ettiler (30 Mayıs – 18 Haziran). Biz ise savaş halinde bulunuyoruz. Yenilirsek bütün etkimizi kaybedeceğiz. Fransızlar birinci plana çıkacak.”
Hindistan’ın ve Hindistan Bağımsızlık Hareketi’nin siyasi ve ruhani lider Mohandas Karamçand Gandi, kendi çıkardığı “Young İndia” adlı haftalık gazetede İngiltere’ye çattı: “…Akli dengesi yerinde olan bütün vatandaşların söyleyeceği bir tek şey vardır, o da Türkiye’ye yapılanların çok haksızca şeyler olduğu ve bu durum sona erinceye kadar İngiliz yönetimi ile iş birliği yapamayacağımızdır.”
Dördüncü bölümde görüşmek üzere esen kalınız.