Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU tarafından 10 Kasım 1963 tarihinde Türk Tarih Kurumu tarafından düzenlenen ATATÜRK ’ü Anma Töreninde yapılan konuşma:
Size, her şeyden önce Mustafa Kemal adını ilk defa olarak ne zaman, nasıl ve kimden duyduğumu söylemek isterim:
Birinci cihan harbinde Üsküdar Lisesinin edebiyat ve felsefe öğretmeni idim. Bir gün, bu lisenin son sınıfında, çoğu gitmiş öğrencilerden geriye kalan tek talebeme ders verirken, birden bire kulağına akseden top sesleriyle duraklayıvermiştim. Bu sesler uzaktan uzağa, derinden derine Çanakkale’den geliyordu. Karşımdaki genç de, o anda, benim dersimden ziyade bu sesleri dinler görünüyordu. Bunun üzerine bir müddet sustuktan sonra, o talebeliğini, ben hocalığımı unutup iki arkadaş gibi konuşmaya başladık. Zaten, aramızda pek büyük bir yaş farkı da yoktu.
Genç adam bana:
—“HİÇ MERAK ETMEYİN; GEÇEMEYECEKLER” dedi ve ilâve etti;
—“MÜDAFAA HATTININ EN NAZİK BİR NOKTASINDA KUMANDAYI MİRALAY MUSTAFA KEMAL BEY ELE ALDI. BU İŞ ONUN ELİNE GEÇTİKTEN SONRA ARTIK ENDİŞEYE YER KALMADIĞINA İNANMAK LÂZIM GELİR.”
Talebem, bu malûmatı yüksek rütbeli bir subay olan babasından almıştı ve bu mütalâayı da babasının Mustafa Kemal hakkında göstermiş olacağı takdir hislerinin telkini altında yürütüyordu. Demek ki, ordu mensupları çevresinde Mustafa Kemal o zamandan beri parlayan bir yıldızdı.
Ben kendi kendime “NASIL OLMUŞ DA BÖYLE BİR KAHRAMAN SUBAYIN ÜNÜ, BAŞTA ENVER PAŞA OLARAK O DEVİRDEKİ DİĞER BAZI ASKERİ ŞÖHRETLER GİBİ BİZ AYDINLARIN KULAĞINA KADAR GELMEMİŞ ” diye soruyordum.
Bunun sebebini, Çanakkale zaferi kazanıldıktan sonra Mustafa Kemal adının ağza alınmamasından, hele gazetelerde O’na dair tek kelime yazılmasının yasak edilmesinden anlayacaktık (O SIRALARDA İKDAM GAZETESİNİN YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ OLMAM DOLAYISIYLA BU YASAK, HARBİYE NEZARETİNİN BİR TAMİMİ ŞEKLİNDE BANA DA GELMİŞTİ.)
Nitekim rahmetli dostum Ruşen Eşref bu yasağa rağmen Mustafa Kemal Paşayla Çanakkale Harbine dair bir mülakat yapmış ve bu mülakatın çıktığı dergi hemen toplattırılmıştı.
Mustafa Kemal’den bana, birkaç zaman sonra, eski Dâhiliye Vekillerimizden Cemil Bey bahsedecekti.
O bir miralay, ben de yukarıda söylediğim gibi bir lise öğretmeni olarak çalışıyordum. Cemil Bey, İsviçre sanatoryumlarının birinde tedavi edilmekte idi. Devir, mütareke devri. Baş başa vermiş, memleketin hali ne olacak diye dertleniyorduk,
Cemil Bey :
—“BİZİ ANCAK BİR ADAM KURTARABİLİR. O DA MUSTAFA KEMAL’DİR!” dedi ve onun askerî dehasını uzun uzadıya övmeğe koyuldu. Ama sözlerinin sonunda, şu acı gerçeği ifadeden de çekinmedi:
—”FAKAT DEDİ, ORTADA NE ORDU, NE SİLAH, NE DE VARLIĞIMIZI KORUMAYA KARARLI BİR DEVLET VE HÜKUMET VAR.”
Rahmetli Cemil Bey’le bu konuşmamız üzerinden kaç hafta, kaç ay geçti, şimdi pekiyi hatırlamıyorum. İzmir Yunanlılar tarafından işgal edilmişti.
Ben, Cenevre’de memlekete dönmek çarelerini araştırdığım günlerde, garip ve perişan, şehrin caddelerinde dolaşırken gözüm bir gazete satıcısının peykesine serilmiş gazetelerden birinin baş sayfasında kalın harflerle dizilmiş şöyle bir manşete ilişti:
—“MUSTAFA KEMAL ADINDA BİR GENERAL ANADOLU’DA BAŞLAYAN MİLLİ MÜCADELE HAREKETİNİN BAŞINA GEÇTİ VE İSTANBUL HÜKUMETİNE KARŞI İSYAN BAYRAĞINI AÇTI.“
Bunu okur okumaz yüreğimde bir büyük ümit ışığının parladığını hissetmiş ve önümde kurtuluş yolunun açıldığını görür gibi olmuştum. İşte, bu halin verdiği heyecan içindedir ki, hemen O’nun yanıma koşmak için can atmaya başladım. Fakat bir sürü siyasi engellerle bütün yolların kapalı oluşu gayeme ancak bir buçuk yıl sonra ulaşabilmem imkânını vermişti. O vakte kadar da Mustafa Kemal Ankara’da Büyük Millet Meclisini kurmuş ve Anadolu müdafaa ordusunu teşkil etmiş bulunuyordu.
Tarih 1921.
Bir ilkbahar havası içinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal’in henüz taşınıp yerleştiği eski Çankaya köşküne giden yokuşu çıkarken biraz sonra, kim bilir, ne kadar azametli ve heybetli bir kumandan paşayla karşılaşacağımı düşünerek, daha o andan itibaren içimde, nasıl diyeyim bilmem bir nevi küçüklük veya pısırıklık hissediyordum.
Fakat bu hissim, biraz sonra onu görür görmez dağılıp gidecek ve yerini, aramızdaki bütün resmî derece farklarını aşarak gönül bağlılığından doğan sevgiyle karışık bir saygıya bırakacaktı.
O, beni, ilk bakışta, konuksever bir ev sahibi nezaketi, kibar tavırları ve pekiyi bir terzi elinden çıkmadığı belli sivil kostümü içinde bile göze çarpan zarafetiyle hayran etti. Konuşmaya başlayınca ince zekâlı bir fikir adamının bilgilerini keşfedecektim. Buradan, başının, yüzünün ve ellerinin ayni derecede hayran olduğum asil ve müstesna güzelliğinden ayrıca bahse lüzum görmüyorum.
Zira onu yakından tanıyan birçok yabancı yazarlar, fikir ve siyaset adamları, ezcümle Profesör PİTTARD ‘la tanınmış bir edebiyat kadını olan eşi, Mustafa Kemal’in bu fizik özellikleri üzerinde uzun uzun durmuşlardır.
Oysa ben, bu konuşmamda onun dış özelliklerinden ziyade iç özelliklerinden bahsetmek istiyorum. Zira Mustafa Kemal’in gözle görülen tarafları kadar büyük devrimci, büyük devlet kurucusu, büyük vatan ve millet kurtarıcısı vasıflarını da ancak bu suretle daha iyi anlamış oluruz.
Bu iş, yani ATATÜRK ‘ün iç âlemine nüfuz onun yanında bulunmak ve ruhî tepkilerini yakından izlemek fırsatını bulanlardan biri olmam itibarıyla benim için pek güç olmayacak sanırım.
Kaldı ki Mustafa Kemal gizli kapaklı daha doğrusu eski bir deyime göre -GILGIŞLI- bir adam değildi. Frenklerin “FRANCHISE” sözüyle ifade ettikleri açık kalplilik onun başta gelen niteliklerinden biriydi ve bunun ışığında birtakım tahlil metotlarına, birtakım ruh incelemelerine girişmeksizin onu, hiçbir karanlık noktası kalmadan apaydın görebilirdik.
Nasıl ve ne özellikte görebilirdik?
Her şeyden önce kelimenin bütün manasıyla bir büyük insan olarak. Şimdi, müsaadenizle, büyük insandan ne anladığımı söyleyeyim. :
—“BÜYÜK İNSAN ODUR Kİ, SEVDİKLERİNE KARŞI ÖLÜNCEYE KADAR VEFALIDIR; SEVMEDİKLERİNE KARŞI DA KALBİ PAS TUTMASINI BİLMEZ. ŞAHSİ, KÜÇÜK İHTİRASLARA İSE ASLA YAKASINI KAPTIRMAZ VE HİÇBİR VAKİT NEFSANİYETİNİN, İÇGÜDÜLERİNİN HÜKMÜ ALTINA GİRMEZ. HER HAREKETİNE YALNIZ AKIL, İNSAF VE RUH ASALETİ REHBERLİK EDER.”
Böylelerine eskiler “sage” -yani hâkim- adını verirlerdi.
PLUTARGUE, eski Yunan ve Roma tarihinin ünlü şahsiyetlerini en çok bu açıdan tahlil ve muhakeme etmiştir. Bunlar arasında insanlık erdeminden yoksun bulduklarını, ne kadar büyük zafer kazanmış serdarlar, ne kadar büyük reformatörler ve devlet adamları olursa olsunlar, fazla övmekten çekinmiş ve bütün hayranlığını ya Greklerin “hâkim”, ya da Romalıların erdemli dedikleri kişiler üzerinde teksif etmiştir.
Çünkü tarihte en derin, en silinmez izler bırakan büyük adamların asıl bu iki vasfı taşıyanlar olduğunu görmüştür. Modern çağın bir PLUTARGE ‘ı olsaydı, hiç şüphesiz, ATATÜRK ‘ün şahsında bu iki vasfı birleşmiş bulacaktı ve XVI. yüzyıldan bu yana gelip geçmiş kahramanlar, reformatörler, devlet kurucuları, millet rehberleri arasında yapacağı mukayesede en yüksek değeri ve mertebeyi ona verecekti.
Ben, burada, ATATÜRK ‘ün gerek askerlikteki, gerek devrimcilikteki, gerek devlet adamlığındaki başarılarının sırrını zekâ ile kalbi kendi özünde birleştirmiş olmasına atfetmekle yetineceğim. Zaten, (DEHÂ) denilen yaratıcı kudret de bu iki insanlık unsurunun bir araya gelişinden doğmaz mı?
Zekânın tek başına aldandığı ve aldattığı olur. Fakat kalp, sevginin ve şefkatin kaynağı olan kalp, asla aldanmaz ve aldatmaz. Tanrıya giden yol bile kalpten geçer. ATATÜRK ‘de milletini, memleketini kurtarma ve millî gerçeklere ulaşma yoluna buradan geçerek atılmıştır. Bu yolda her çileye, her zorluğa katlanmak ve bütün imkânsızlıkları yenmek kudretini millet ve memleket aşkında bulmuştur. Yoksa Büyük Nutkunun başında kendisinin de söylediği gibi:
-…”BÜTÜN KALELERİ ZAPT EDİLMİŞ, SİLAHLARI ALINMIŞ, PADİŞAHI, DEVLET VE HÜKÜMETİ DÜŞMANA TESLİM OLMUŞ.” bir millet ve memleketi yalnız zekânın ve mantığın ışığında kurtarmaya kalkışmak belki mümkün olamazdı.
Nitekim Millî Mücadelenin başlangıcında vatanseverlik ile tanınmış birçok kimseler bile Mustafa Kemal’in sonu gelmeyecek ve bizi yeni yeni felâketlere sürükleyebilecek bir maceraya atıldığı fikrinde idiler ve fikirlerini ona bildirmekten çekinmemişlerdi. Ama O, her şeyden evvel kalbinin sesini dinlemişti. Bu kalbi yakıp kavuran aşkın ateşi ve humması içinde soğuk mantığa, dar düşünüşlere kulak asmasının imkânı yoktu. Bahusus ki, bu büyük aşka derin bir merhamet duygusu da karışmış bulunuyordu. Asil Türk Milletini kara bahtına bırakamazdı. Ya onunla beraber yaşayacak, ya onunla beraber o ölecekti.
Atatürk’ün bu sevme ve acıma hasleti, bir gün gelecek, bütün insanlığı kapsayan bir genişliğe ulaşacaktır. Hemen harpten sonra elini dünkü düşmanlarına ne büyük bir alicenaplıklar uzattığını biliyorsunuz. Ama bilmediğiniz bir şey var ki, o da Dumlupınar Zaferinin birinci yıl dönümünde, o kanlı cengin cereyan ettiği yerde yapılan törende Mustafa Kemal’in:
“GEÇEN YIL BURADA BİR İNHİDAM OLMUŞTU.” derken sesinin derin bir hüzünle buğulanışıdır.
İşte, bence, Mustafa Kemal bu altın kalbi, bu şefkat ve merhamet hisleriyledir ki, perişan bir milleti kendi etrafında toplamış, kendine ısındırmış ve hakkıyla, Türkün, daima sevilen, daima anılan ve yokluğu gittikçe daha ziyade hissedilen Atası olmuştur.
Burada, eski bir tabire göre, hiçbir “VECHİ – ŞEBEH” olmamakla beraber, Fransızların edebiyat eleştirmecilerinden Emile FAGUET ‘nin şair MUSSET ‘den bahsederken söylediği şu sözü hatırlamaktan kendimi alamıyorum. FAGUET der ki:
—“MUSSET DAİMA SEVİLİR, ÇÜNKÜ O DAİMA SEVMİŞTİR.”
ATATÜRK ‘ün iç âlemi hakkındaki görüşlerimi birkaç müşahede ile bağlamak isterim:
Yukarıda, büyük insanlık şiarlarından biri olarak vefadan bahsetmiştim. Biliyorsunuz ki, Mustafa Kemal’in üç çocukluk ve gençlik arkadaşı vardı. Bunlardan biri Fethi OKYAR, öbürleri de Nuri CONKER ile Salih BOZOK ‘tu. Hayatın türlü tecellilerine rağmen münasebetleri ve bunlara karşı muameleleri Selanik’te, Manastır’da ne idiyse daima öyle kalmıştır. Yani aynı mahalle ve okul akran lığı samimiyetini muhafaza etmiştir. Hususi meclislerinde onlarla öyle bir senli-benli, içli-dışlı konuşuşları, yarenlik edişleri vardı ki, ATATÜRK namına yalnız tevazu kelimesiyle ifade edilemezdi.
Biraz önce, gene insanlığın vasıflarından birinin şefkat duygusu olduğunu söylemiştim. ATATÜRK ‘te, bu duygunun en açık belirtisini eski Maarif Vekili Necati’nin ölüm haberini aldığı akşam görmüşümdür. Koca adam diyebilirim ki, bir çocuk gibi saatlerce hıçkıra hıçkıra ağlamıştı.
Bir gün gelip Reşit Galip’in ölümü de onu, teselli bulmaz bir derin acıya düşürecekti.
Bu şefkatin sıcak etkisini birçok defa kendi nefsimde de hissettiğim olmuştur. Geçirdiğim iki ağır hastalıkta eğer onun gösterdiği yakın ilgiden yoksun kalsaydım, hiç şüphe yok ki, çoktan öbür dünyayı boylayacak ve şimdi huzurunuzda kendisine karşı beslediğim minnet ve şükranları ifade edemeyecektim.
Aziz dinleyenlerim, ATATÜRK ‘ün iyi kalbi, bir zamanlar Millî Mücadeleye karşı cephe almış ve bu yüzden memleket dışına sürülmüş kimseleri bile acımasını bilmiş ve bunların gurbette ölmelerine razı olmamıştır.
Size, onun insanlığı hakkında daha kavrayıcı bir misal verebilir miyim?
ATATÜRK ‘ü böylesine bir büyük atıfete sevk eden hâdisenin ise ne olduğunu söylersem ki bunu Bayan Afet İNAN ‘da pekiyi bilir sanırım. Büyük insanın bu asil jesti karşısındaki hayranlığımız büsbütün artar.
Hâdise şu:
—“BİR GÜN BU SÜRGÜNLERDEN BİRİ OLAN REFİK HALİT’İN BİR YAZISINI GÖSTERİYORLAR. DEĞERLİ ROMANCIMIZ UZUN YILLARDAN BERİ SURİYE’DE OTURMAYA MAHKÛMDUR. GÜNÜN BİRİNDE, ŞÜPHESİZ VATAN ÖZLEMİYLE OLACAK, TÜRKİYE SINIRLARINA DOĞRU BİR GEZİNTİYE ÇIKIYOR VE HUDUT KARAKOLLARIMIZIN BİRİNİN ÜSTÜNDE DALGALANAN TÜRK BAYRAĞINI GÖRÜP DERİN BİR HEYECANA KAPILIYOR. İŞTE REFİK HALİT O YAZISINDA BU HEYECANI İFADE ETMEKTEDİR VE ATATÜRK’ÜN VATAN AŞKIYLA DOLU KALBİNE DOKUNAN DA BU OLMUŞTUR.”
Şimdi, size soruyorum:
ATATÜRK ‘ün insanlık eski deyimiyle insaniyet tarafı bu kadar büyük ve üstün olmasaydı acaba millet kurtarıcılığı, devlet kuruculuğu ve devrimcilik alanında şimdi başımızı döndürmekte bulunan yüksek zirvelere erişebilir miydi?
Öyle sanıyorum ki, bu konuda, hepinizin fikrini söylemesi bu konuşmamdan daha faydalı olacaktır. Beni dinlemek lütfunda bulunduğunuz için teşekkür ederim. (Kaynak: ATATÜRK KONFERANSLARI I, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1964.)
EKSİKLİKLER BENİM FAZLALIKLAR DAHA ÖNCE EMEK VERENLERİNDİR. BİR BAŞKA YAZIMDA GÖRÜŞMEK ÜZERE ESEN KALINIZ.