“GRU”, Rusya Silahlı Kuvvetler Genelkurmayına bağlı, Rusya’nın en büyük askeri istihbarat teşkilatıdır. Daha öncesinde Sovyetler Birliği’nde Kızıl Ordu’ya bağlı olduğu bilinmektedir. Semyon İvanoviç Aralov (d: Aralık 1880 Moskova – ö:22 Mayıs 1969 Moskova), Sovyet asker, devlet adamı, devrimci ve Kızıl Ordu’ya bağlı GRU kurucularındandır.
Aralov, Sovyet Dışişleri Halk Komiseri görevi yapan (1918 – 1930) Georgi Vasilyeviç Çiçerin’nin talimatı, Viladimir Lenin’in uygun görmesiyle görev yaptığı Ukrayna’dan 1921 yılında Sovyetler Birliği’nin Ankara Büyükelçisi sıfatıyla yola çıkar. Aralov, kendisinden önce 13 Aralık 1921 tarihinde Türkiye’ye gelen Mihail Frunze’nin hatıralarında da adı geçen bir şahsiyettir.
Aralov, Karadeniz üzerinden Ankara’ya gelirken yolu üzerinde bulunan köy Anadolu köy ve kasabalarında Pontus çeteleri tarafından yakılmış, yıkılmış viranelikleri anlatır. Samsun, Havza, Çorum hattından Ankara’ya son derece zor bir yolculuğu içeren notlarında, döneme ait ilginç gözlemlerle karşılaşırız. Aralov’un beyanına göre; Karadeniz’deki Pontus ayaklanmalarının organizatörü İngiliz ve Fransızlar olup, teslim olma durumundaki İstanbul Hükümeti’nin tavrına karşı, merkezi hükümetten ayrıldıklarını beyanname ile duyuran “Trabzon Muhtar Cemiyeti” adı altında bir örgütlenmenin varlığını da yine Arolov’dan öğreniriz.
Semyon İvanoviç Aralov, Türkiye’ye geldiğinde henüz Sakarya muharebesi, İnönü savaşları olmamış, Türk ordusu elan ricat halindedir. Dağlarda eşkıyaların kol gezdiği, Anadolu’da Batılı isyancıların organize ettiği Anzavur ve Delibaş isyanlarının cereyan ettiği bir ortamda hayli ilginç bir yolculuktan sonra 1922’de Ankara’ya gelir. Arolov’un Rusya’dan geliş güzergâhı üzerine uğradığı şehir ve kasabalara, Sakarya savaşı öncesi yapılan hazırlıklar münasebetiyle Konya, Akşehir, Sivrihisar’da eklenecektir.
Sovyetler Birliği’nin Ankara Büyükelçisi, hatıratında Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu büyük önder Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK ile karşılaşmasını şöyle aktarmıştır:
…”Mustafa Kemal Paşa ile karşılaşmamız 30 Ocak 1922 yılında oldu ve dostça geçti. Yeni Türkiye’nin lideri beni çok sade bir biçimde kabul etti.
Sovyet hükümetinin elçisi olarak, iki tarafın halkları arasında Sovyet (işçi-köylü) hükümetiyle, Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti arasında, anlaşmalar yolu ile dostluk ilişkilerini geliştirmek ve güçlendirmek konusunda bana yüklediği görevle ilgili sözlerimi nihayet yeni Türkiye’nin gelişmesi ve emperyalistlere karşı kesin zaferler kazanması dileğimi büyük bir ciddiyetle dinledi.
Kendilerine, Sovyet hükümetinin ve Halk Komiserler Konseyi Başkanı Lenin’in gerek T.B.M.M. ve yerel Mustafa Kemal Paşa’ya olan başarı dileklerimi ilettim.
Mustafa Kemal Paşa, bu iyi dileklerimden dolayı teşekkür ettiler iki ülke arasındaki, iki devletin ve iki milletin böylesine muhtaç olduğu, büyük dostluğu güçlendirmek konusunda bana verilen görevi yerine getirmem için, gerek T.B.M.M. hükümetinin, gerekse kendisinin, ellerinden gelen yardım ve kolaylığı esirgemeyeceğini söyledi.
Mustafa Kemal Paşa: -…”Ortak gayemiz, emperyalizmle savaşmak Doğu haklarını sömürgecilerin ellerinden kurtarmaktır. Ortak çabamızla başarıya ulaşacağımıza inanıyorum. Sovyetlerin ve büyük lider Lenin’in Türkiye’ye yaptığı yardımlar için teşekkür ederim.” dedi.
Bu karşılıklı sözlerden sonra Mustafa Kemal Paşa beni masaya davet etti. Kahve ve çay getirdiler. Aramızda, bir buçuk saat süren teklifsizce, resmi olmayan bir konuşma başladı.
Mustafa Kemal Paşa, halen Frunze’nin kendisine yaptığı ziyaretin etkisindeydi. Ve: -…”Frunze çok sevimli bir insan. Büyük bir komutan olarak ondan çok söz edildiğini duymuştum. Ama genel bilgisi ve kültürüyle karşısındakini büyülediğini bilmiyordum. Frunze ile konuşmaktan büyük zevk aldım. Herhalde bilginiz vardır, biz Frunze ile bize yapılacak askeri yardım konusunda anlaşmaya vardık. Şimdi iş bunun gerçekleşmesinde, bu anlaşmamızın kısa bir zamanda yerine getirileceğini umuyorum.”
Daha sonra Mustafa Kemal Paşa, cephedeki duruma geçti. Bizim askeri işlerimiz üzerine bana sorular sordu. Paşa’nın Kızıl Ordu’nun kuruluşu ve teşkilatı, iç savaş durumu, hatta özel savaşlar üzerine önemli bilgisi olduğu anlaşılıyordu. Özellikle Perekop destanını ve bu destanda Frunze’nin oynadğı rolü çok iyi biliyordu.
Böylesi ayrıntılı bir bilgiye nasıl sahip olduğunu sordum. Mustafa Kemal Paşa:
-…”Biz subaylar ve ilerici aydınlarımız Ekim devriminin ilk günlerinden beri Bolşeviklerin izledikleri politikaya büyük bir ilgi gösterdik. Biz Lenin’in, Rusya ‘nın ezilmiş halklarının kurtuluşunu sağlayacak bir politika güttüğünü biliyorduk.
Onun büyük gücü buradadır. Umutlarımız doğru çıktı. Beyaz orduların iç savaşta yenileceğine inanıyorduk. Buna neden inanıyorduk? Çünkü Bolşeviklerin büyük toprakları köylülere verdiğini, bütün emekçi halkın Bolşeviklerden yana olduğunu, Lenin’in barış için savaştığını biliyorduk. Bolşeviklerin kusursuz önerdiği ve disiplini altındaki yüz elli milyonluk bir halk yığınının, hiçbir istilacı ordunun yenemeyeceği bir güç olduğunu da biliyorduk.”
Mustafa Kemal Paşa, bütün enerjisini, orduya onun donanımına, teşkilatlanmasına, Yunanlıları yenmeye, milli harekete karşı şurada burada patlak veren isyanları bastırmaya yönelmiş bulunmaktaydı. İlk gün ve diğer görüşmelerde askeri işler ve askeri istekler konuşuldu.
Paşa, günlük işlerin, konsolosluk meselesini, Dışişleri Bakanı ile konuşmamı rica etti ve:
-…”Benim yardımım gerekirse, her zaman sizinle görüşmekten memnunluk duyacağım,” dedi.
Mustafa Kemal Paşa, üzerimde nasıl bir izlenim bırakmıştı? İnsan birisi ile ilk tanıştığı zaman onun dış görünüşüne bakar.
Mustafa Kemal Paşa’nın saçları sarı ve seyrek bıyıkları kırmızımtırak ve kırpıktı. O’na dış görünüşüne tonunu veren ve güçlü iradesini gösteren gözleri ise çeliktendi. Ben ilk konuşmamızda onları böyle görmüştüm. Masanın başına geçip küçük fincanlarla kahvemizi içerken, gözleri biraz daha koyulaştı. Daha yumuşak ve tatlı bir hal aldı. Bu ayrımı bundan sonraki karşılaşma ve konuşmalarımızda da yalnız benimle değil, O’nun yakın çevresindeki kişilerle, İsmet ve Fevzi Paşalarla olan konuşmalarında da böyle gördüm.
Savaş vazifelerini çözümlerken yanında bulunduğum anlar olmuştur. Bu sırada gözleri, karşısındakini görmüyor izlenimini veriyordu. Mustafa Kemal Paşa, ortadan biraz uzun boylu dolgun vücutlu idi. Yanakları çökükçe kaşları sık ve genişti. Beni ilk defa kabul ettiği zaman ceketinin yakasında dört yanı defne ile çevrilmiş bir yıldız vardı. Başında koyun derisinden, kahverengi yüksek bir kalpak bulunuyordu. Odasında bile bu kalpakla oturuyordu.
Mustafa Kemal Paşa ile görüştükten sonra Azerbaycan’ın Türkiye elçisi olan Abilov’u görmeye gittim. Abilov, Türkçeyi çok iyi bilen bir eski Bolşevik’ti. Türk toplumu ve Mustafa Kemal Paşa ona büyük saygı göstermekte idi. Paşa ile yaptığımız konuşmalarda ve gezilerde Abilov her zaman bulunurdu.
Abilov’u ziyaretlerinde Büyük Millet Meclisi’nin üç üyesine rastladım; bunlar Reşit Bey, Tevfik Rüştü (Aras) ve Cemal Nuri beylerdi. Diğer önemli insanlarla da tanışma dönemim başlamıştı.
Mustafa Kemal Paşa ile görüştükten sonra bütün bakanları, genelkurmay başkanını, şehrin yöneticilerini, Meclis’in ileri gelenlerini ziyaret ettim. Ankara’da olan bakanlıklar büyük bir taş binada toplanmışlardı. Bakanların çalışma odaları, yarı karanlık olan koridorlarda idi. Birkaç bakanı bir günde ziyaret etme imkânım oldu. Karşılıklı ziyaretler birkaç gün sürdü.
Mustafa Kemal Paşa’nın ev işlerini akrabası (kuzeni) olan Fikriye hanım idare etmekte idi. Onu sık sık ziyarete eşimle birlikte giderdik. Uzun boylu, düzgün ince vücutlu, kestane saçlı olan Fikriye hanım, bana gözlerinin tatlı yumuşak bakışlarıyla bende konuşmalarından zevk duyulan zeki ve akıllı bir kişi izlenimi bıraktı. Biz ona yolculuğumuzdan, Ankara’daki yaşantımızdan söz ederdik. O da hep Mustafa Kemal Paşa’dan söz açan çok çalışmasından ve az dinlenmesinden söz açarak, sağlık durumu da pekiyi değil, o ise bu çalışmalarıyla kendisini harap ediyor, diye yakınır ve bu duruma çok üzülürdü. Fikriye hanım, Mustafa Kemal Paşa’nın yanında, Paşa’nın işlerinin çokluğundan ve sağlığından ne zaman söz etmeye kalkışsa Paşa yüzünü buruşturur, Fikriye hanım da konuşmasını keserdi. Fikriye hanım ile eşim Sofya ilginçtir iyi arkadaş oldular, birkaç defa yalnız olarak bize geldiler. Fikriye hanım dışarıda yüzü kapalı dolaşırdı. Ama elçiliğimize geldiğinde çarşafını çıkarırdı. Kendisi iyi derece Fransızca bilirdi. Mustafa Kemal Paşa ona nazik ve güler yüzlü davranırdı.
Bir gün beni T.B.M.M. ikinci başkanı Adnan Bey’le eşi yazar ve toplum kadını olan Halide Edip (Adıvar) hanım ziyaret etti. Benim Türkiye’de bulunduğum dönemde Adnan Bey’in önemli bir görevi yoktu. Çeşitli bakanlıklarda bulunmasına rağmen renksiz bir kişiliği vardı. Daha sonra Mustafa Kemal Paşa’ya karşı muhalefette yer aldı.
Orta yaşta olan Halide Edip; enerjik bir kişi idi. Kızıla çalan saçlarıyla, koyu gri gözleriyle çekici bir kadındı. Halide Edip, bir toplum örgütü olan “Türk Ocağı” na seçilmiş ilk Türk kadın idi. Kendisi pedagojik çalışmaları olan kabiliyetli bir yazardı. Birinci Dünya Savaşı’nda, hemşirelik ve öğretmenlik yapmıştı. Politik görüşleri bakımından, genç Türk partisi olan “İttihat ve Terakki” liderlerine, özellikle Cemal ve Talat Paşa’ya yakındı. Gericiliğe ve Ermeni kıyımına karşı gelen bir kişiydi. Daha ilk günden beri Türkiye’nin bağımsızlığı için yapılan mücadeleye katılmış, emperyalizme karşı olan görüşlerini açıkça savunmuştu. Yabancı istilacılara ve padişah iradesine karşı yaptığı şiddetli mücadeleden dolayı, İngilizlerin ısrarıyla askeri mahkeme tarafından ölüm cezasına çarptırılmıştır. O da İstanbul’dan Anadolu’ya kaçmak zorunda kalarak, gönüllü olarak orduya katılmıştı.
Konuşmamız politik konularda düğümlendi. Adnan Bey genelde konuşmuyor biz daha çok Halide Edip Hanım’la konuşuyorduk. Onun Sovyetler Birliği üzerine oldukça fazla bilgisi vardı. Emperyalistler üzerine konuşmaya başladığımızda aramızda tartışmalar fikir ayrılıkları da oluştu. Halide Edip, Amerika Birleşik Devleti’nin hiçbir art düşünce beslemeden, herhangi bir politik ve ekonomik baskıya başvurmadan Türkiye’ye yardım edeceğini, bunun için Türkiye’nin Amerikan mandasını sağlaması gerektiğini ileri sürüyordu. Ayrıca Amerika’nın Türkiye’yi İngiliz baskısına karşı da savunacağını ileri sürüyordu. Ben ise Amerikan emperyalistlerinin Türkiye’yi en aşağı Avrupa emperyalistleri kadar esaret altına alacağı bir ülke olduğunu söyleyerek onunla tartışmaya giriştim. Bunun üzerine Halide Edip Hanım bana Filipinlere yapılanları anlattı. Bense Filipinlerin Amerika devletinin tamamen boyunduruğu altında olduğunu söyledim.
Şimdi ise (İkinci Dünya Savaşı sonrası) Halide Edip’in bel bağladığı Amerika’nın “Hiçbir çıkara dayanmayan” yardımlarının neye mal olduğunu görüyoruz. Halide Edip Hanım, tipik bir burjuva idi. Tarihte sınavını verememişti. Emperyalistlerle savaş, onun gücünün dışında idi. Kocasıyla birlikte İngiliz emperyalizminin altına sığındılar.
Türkiye üzerinde bir Amerikan mandası kurulması tartışması daha Sivas Kongresi’nde ortaya atılmıştı. İçerisinde Refet Paşa ve Bekir Sami Bey’in aralarında bulunduğu bazı delegeler Amerikan mandasının “en az kötü” şeklinde yorumlayarak ortaya atmışlardı. Ayrıca Erzurum Kongresi’nin 7. Maddesine dayandırmışlardı. Söz alan Mustafa Kemal Paşa, bu paragrafın Türkiye’nin hangi devletten gelirse gelsin sadece bilimsel, endüstriyel ve ekonomik yardımları kabul edeceğini bunun dışında Türkiye’nin bağımsızlık, toprak bütünlüğünden asla vazgeçmeyeceğini ileri sürmüş ve mandacı fikirleri kesinlikle kabul edilemez olduğunu –sert ve alaycı ifade ile– ilan etmişti.
Ben şimdiye kadar burjuva aydınlarının elçiliğimize yaptığı ziyaretlerden söz ettim. Türkiye’de sıradan insanlar da elçiliğimize ziyarete geliyordu. Bunlardan bir tanesi olan Fatma Çavuş’tan söz etmek istiyorum. Fatma Çavuş, kısa boylu, zayıf, enerjik yüzlü kara gözlü, yaşlıca bir kadındı. Bir defasında elçiliğimize oğlu ile geldi. Fatma Çavuş’un sırtında siyah bir ceket, ayağına doğru çizgili bir etek vardı. Belindeki geniş kuşağında ise tüfek mermileri, kama ve omuzunda kayış olan bir savaşçı idi. Elçiliğimize gelen bu çetelerin portrelerinin yapılması o sırada misafirimiz olan ünlü Rus ressamı Y. Y. Lansene’den rica ettim. O da bunların resimlerini yaptı.
Şehre her çıkışımda esnaf ve tüccarlar beni dükkânlarına davet ediyorlar, ben de onları kırmaz davetlerine katılırdım.
Bir gün elçiliğe uzak Suriye köylerinden bir mektup geldi. Mektupta çok kötü şartlarda hayat sürdüklerinden söz ediyor, Lenin’in fikirlerini sevdiklerini onun fikirlerinin dostu ve koruyucusu olduğunu ileri sürüyordu. Mektup büyükçe bir kâğıda Arapça olarak yazılmıştı. Mektup elçiliğimizde önemli bir etki yaptı ve mektup Moskova’ya Dışişleri komiserliğine gönderildi.
Bir buçuk yıl kaldığım Ankara’da Mustafa Kemal Paşa ile çeşitli yerlerde karşılaştım. Paşa, uzun önemli konuşmalardan sonra müzik dinlemeyi ve dans etmeyi çok severdi. Yanında müzisyenler olduğu halde, elçiliğimize gece ziyaretleri olmuştu. Koro eşliğinde Türkçe şarkılar söylerdi. Bu şarkılarda keder, halkın bitmez tükenmez acıları okunuyordu.
Bir gün Mustafa Kemal Paşa’nın sekreteri telefon ederek:
…”Paşa bugün çok çalıştı, sizi ziyaret etmek, biraz dinlenmek istiyor. Yanında müzisyen de olacak. Neşelenmek, dans etmek isteklerini belirtmek isterim.” dedi.
O akşam Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları ziyaretimize geldiler. Paşa masa başı sohbetlerini çok severdi. Bizden Kafkasya maden suları bulundurmamızı isterdi. Pek tabii olarak masada şarap bulunurdu.
Bu ziyaretinde Mustafa Kemal Paşa, Türk klasiklerinden ve İran şairlerinden özellikle Firdevsi’den şiirler okudu. Türk şairi olan Nedim’i, lirik şiiri severdi.
Mustafa Kemal Paşa milli şiiri çok iyi biliyordu. Yurdunu, onun şarkılarını, ruhunun derinliğinden gelen sesle severdi. Daha sonra Paşa, eşimden piyano eşliğinde Rusça söylemelerini rica etti. Mustafa Kemal Paşa büyük memnunlukla onları dinliyor tempo tutuyordu hele ünlü “Karamınskaya” adlı halk şarkısına kendisi de eşlik etti. Eğlence bitiminde Mustafa Kemal Paşa beni ve Abilov’u ellerimizden tutarak bizimle önemli konuları konuşmak istediğini söyledi.
Aralov, aziz dostlar, yoldaşlar Mustafa Kemal Paşa beni ve Abilov’u Yoldaş diye çağırdı ve bize:
-…”Cephedeki durum çok gergin; Yunanlılar, Eskişehir doğrultusunda altı tümenlik bir kuvvet yığmışlar. Onlardan bir saldırı bekliyoruz. Yakında toplanacak olan Cenevre konferansı üzerinde bir etki yapmak istiyorlar.
Nakliye araçlarımız, atlarımız yeterli değil biricik taşıt aracımız develerdir. Oysa bizim cephaneye mermi ve cephane götürmemiz gerekiyor. Bize taşıt aracı ve at yardımında bulunmanızı rica ederim. Rusya’nın da güç durumda olduğunu biliyorum. O da zengin değil ama ne olursa yardım ediniz. Top, tüfek ve para yardımından dolayı Lenin’e teşekkür ederim.” dedi.
Kısa bir süre sonra Mustafa Kemal Paşa, bir elçi olarak bana cepheden şöyle bir mektup gönderdi:
-…”Ordu birliklerimizin, dostlarımızın, memnunluğunu ve övgüsünü doğurabilecek bir durumda olduğunu bildirmekte acele ediyorum.”
Beni, Abilov’u, askeri ateşe Zuonaryev’i cepheye gitmeye Mustafa Kemal Paşa’nın kendisi çağırdı. Cephede dolaştık. Altı piyade, üç süvari tümenini ziyaret ettik. Yeni ordunun kuruluşunun yıl dönümünde bulunduk. İki ordu ve iki kolordu karargâhlarını ziyaret ettik. Konya’da cephe gerisinde askeri müesseseleri gezdik, askeri birliklerden edindiğimiz bilgiler ve izlenimler iyi idi. Bu düzenli, disiplinli çok iyi organize edilmiş, büyük inisiyatif sahibi, strateji ve taktik konularında yaratıcı anlayışa sahip olan ordu idi. Ne var ki ordunun giyim kuşamı, özelikle ayakkabıları çok kötü idi.
Cephede bulunduğumuz günler, Türk ordusunun büyük saldırı hareketine (Mart ve Nisan 1922) dönemine rastlamıştı. Cepheye hareketimizden önce elçiliğin kadın memurları, erlere götürülmek üzere küçük torbalar diktiler. İçerisine iğne, düğme, tütün, şeker gibi ihtiyaçları olabilecek çeşitli şeyler doldurduk. Türkçe olarak da torbaların üzerine “Sovyet Kızıl ordusundan Türk erlerine” yazdık. Hediyeleri resmigeçitten sonra dağıttık. Hediyeler teşekkürlerle kabul edildi.
Cepheye gidişimle ilgili notlarımı saklamıştım. O devrin özelliklerini, duygularımı ve duyduklarımı yansıtan vesikaları aktarmaktan kendimi alamayacağım.
Mustafa Kemal Paşa’nın savaş karargâhını ziyaret etmemize neden olan üç önemli sebep vardı. Paşa’nın uzun süren ayrılığı dolayısıyla bizzat O’nun çözümlemesini gerektiren bir yığın konu birikmişti.
İtilaf devletlerinin mütareke (silah bırakma) teklifini konuşmamız gerekiyordu. Bizzat Mustafa Kemal Paşa’nın kendisi bu konuda bizim düşüncelerimizi almak ihtiyacını hissetmişti. Bu ziyaretin amacı da Türk ordusunun durumunu öğrenmemiz gerekiyordu. 27 Mart günü sabah erken saatte Ankara’dan trenle hareket ettiğimizde, hedefimiz Polatlı idi. Polatlı’da bizi tatlı bir sürpriz bekliyordu. Rusya’dan göçen Tatarlar, bizi Rusça karşıladılar. Onlarla şehrin önemli yerlerini gezdik, en son Askeri fırını ziyaret ettik ekmekler çok lezzetli idi.
Daha sonra Sakarya ırmağı yakınına geldik. Yunanlıları elinde kalan demiryolları çok kötü durumda idi. Ünlü Sakarya ırmağını kesen demiryolları ahşap idi. Trenler bu köprüden çok yavaş ve zorlukla geçebiliyorlardı. Trenlerin çoğunun camları yoktu. Abilov’la birlikte, Biçer istasyonundan Sivrihisar’a otomobille gittik. Bu yüz kilometrelik bir yoldu. Yolda İtilaf devletlerinin silah bırakması konusunu görüşmeye gelen bakanlar kurulu üyeleriyle karşılaştık. Sivrihisar’a sabah saatlerinde ulaştık. Resmi törenle karşılandık;
Şeref kıtası, bando, halk topluluğu, kısacası her şey vardı. Sivrihisar’da Albay Arif Bey (Ayıcı Arif) komutasında her şey vardı.
Mustafa Kemal Paşa ile Batı cephesi komutanı İsmet Paşa (İnönü) burada idiler. Beraberce kahvaltı yaptık. İtilaf devletlerinin anlaşma isteği konuşuldu. Mustafa Kemal ve İsmet Paşa anlaşma şartlarını olumlu bulmamışlardı. Rusya ile ilişkiler, bizim iç savaş konuları görüşüldü.
Konuşmalarımız gece yarısına kadar sürdü. Konu bizim iç savaşa geldi. Ben bu konuda bilgi verdim.
İstilacılara ve Beyaz ordulara karşı, çok ağır şartlar altında, birçok cephelerde, yaptığımız dört yıllık savaşın geniş bir özetini onlara anlattım. Ordumuzun kadrosu, haberleşme yollarımız, askeri taşıtlarımız konusunda bilgiler verdim. Onlar ise bizim ordudaki siyasi komiserlerle ilgili olarak bilgi istediler. Ben ise ayrıntılı olarak bilgiler veriyordum. Paşalar Lenin ve Frunze ile ilgili sorular soruyorlar bende cevaplandırıyordum. Konuşma Sovyetler üzerine konferansa dönmüştü. Şu an gözümün önüne Mustafa Kemal Paşa geliyor. O dikkatli bakışlarını görüyorum. O’nun anlamadığı bazı konularda soru sorarken elime dokunuşunu hissediyorum. Buradaki konuşmalar Sovyetler için bilinen şeylerdir. Asıl unsur ordunun politik yapısıyla olanıdır. Ben bunun üzerinde durdum ve Lenin’in politik dehasının altını çizdim.
Ertesi sabah, Sivrihisar kasabasını görmeye gittik. İlkokulu gezdik, derslerinde bulunduk, manzara oldukça can sıkıcı hale geldi. Okulda masa ve sandalye bulunmuyordu. Müzik dersinde çocuklar Mustafa Kemal Paşa ile ilgili şarkılar söylediler. Okuldan ayrılırken çocuklara gerekli hediyeler alınmak üzere sarıklı ve cüppeli öğretmene para bıraktık. Çok duygulanan öğretmen boynumuza sarılarak teşekkür etti.
Sivrihisar halkı bu savaşa çok büyük fedakârlıklar göstermiştir. Aralarında topladıkları para ile bir uçak satın almışlardı. Uçak biz orada iken havada uçmakta idi…”(Kaynak: Çevirmen; Hasan Ali Ediz – “Bir Sovyet Diplomatın Türkiye Anıları 1922 – 1923 Semyon İvanoviç Aralov”, Agete Yayıncılık – 2012.)
Ayrıca Okuyabilirsiniz:
Atatürk’ün Abilov’u yoldaşı https://www.sechaber.com.tr/ataturkun-abilovu-yoldasi/