Uzun yıllar boyunca ALS hastalığıyla mücadele eden, ünlü İngiliz fizikçi, astronom ve teorisyen Stephen Hawking, 76 yaşında, 14 Mart 2018’de, Dünya Pi gününde hayatını kaybetti. Evrenle ilgili “çılgın” teorileri Dünya genelinde popüler olan Hawking, doktorların tahmininden 50 yıl fazla yaşadı.
Bir fizikçi ve astronom olmasının ötesinde, kendi kaleminden, kısaca hayatını anlattığı “Benim Kısa Tarihim” eserini okuduğumda, ünlü fizikçinin yaşadığı pek çok şeyi anlayabildiğimi, özellikle de hayatındaki başarısızlıklar sebebiyle onunla ciddi şekilde empati yapabildiğimi fark ettim. Özellikle de hayatını değiştiren bir rüyası olduğunu öğrendiğimde.
Oxford yıllarında, üniversitenin kürek takımında, iri yarı, kaslı kuvvetli sekiz sporcunun kürek çektiği bir teknede, kendisine dümencilik rolü uygun görüldüğünde ne hissettiğini de anlıyorum mesela. Çıktıkları ilk yarışta, yapması gereken tek şey başlama işareti ile birlikte halatı bırakmak olduğu halde, o halatın gidip bir yerlere dolanması sonucu diskalifiye olmalarının hissettirdiklerini gerçekten çok iyi anlıyorum. Tanrı, böyle anlarda varlığını hissettiriyor işte.
Stephen Hawking’in hayatı ve bilimsel çalışmaları hakkında, üniversiteden hocam, değerli fizikçimiz Gediz Akdeniz(Düzensiz Sistemler Çalışma Grubu) ile kısa bir söyleşi yaptım, ya da, biraz da Hawking’i çekiştirdik diyebilirim. Sohbetimize kafamı çok kurcalayan bir fizik deneyi ile başladık, Michelson – Morley Deneyi.
Özetle bu deney, Dünya’nın, Güneş etrafında döndüğünü kanıtlamaya çalışan bir deney ama kanıtlayamıyor. Dünya’nın Güneş etrafındaki hareketi yönündeki ışığın hızı ile harekete dik yöndeki ışığın hızını karşılaştırıp arada bir fark olduğunu tespit etmeye çalışmış bu iki fizikçi ve böyle bir fark olmadığını hayretle görmüşler. Gediz hocama bu deneyin başarısız bir fizik deneyi olup olmadığını sordum. Başarısız değil fakat yetersiz bir deney olduğunu söyledi. Yetersiz olan şey ise, ışığın bağlı bulunduğu koordinat sisteminden bağımsız olarak, daima sabit hızla hareket etmesini gerektiren “Rölativite” adını verdikleri mucize bir kavram. Öğrenciyken de yeterince ikna olmamıştım, hala da olmadım. Işık hızıyla mukayese edilebilecek bir hızla sizden uzaklaşan bir cismi, zamanda yavaşlamış gibi görürsünüz. Fakat o cisim için zaman yavaşlamış falan değildir, sadece ışığın bir hızı olduğu için, sonsuz hızda olmadığı için, gözleminizde basit bir hata oluşmuştur. Aynı cismin gittiği yerden aynı hızla geri döndüğünü düşünürsek, bu sefer de dönüş yolu boyunca o cisim için zaman hızlanıyormuş gibi gözleriz. Sonuçta cisim geri geldiğinde, buradaki karşılaştıracağımız şey ile aynı durumda olacaktır. Rölativiteyi anlatan fizikçiler ikiz kardeşler örneğini kullanırlar sıklıkla. Işık hızıyla uzaklaşan kardeş için zaman yavaşlayacaktır derler. Hiç kimse geri dönme ihtimalini düşünmüyor mu? Geri dönme süresi boyunca da o kardeş daha hızlı yaşlanacaktır ve döndüğünde aynı yaşta olurlar. Peki gidip dönen ikiz kardeş, bizim onun farklı hallerini gözlemlediğimizden haberdar mıdır veya kendisi zamanda bir yavaşlama veya hızlanma hissetmiş midir? Hayır. Bu sadece bir gözlem hatasıdır ve sebebi de ışığın sonsuz hızda olmamasıdır. Öğrenciliğimde de aynen böyle düşündüğüm için, bir cismin asla ışık hızından daha hızlı hareket edemeyeceği mantıksal sonucuna ulaşmamızı sağlayan Einstein Denklemi’ni çözdüğümüzde, bu denklemin sonucunun, hiçbir cismin ışıktan hızlı gidemeyeceği anlamına gelmediğini, bir cismin hangi hızla hareket ederse etsin, en fazla ışık hızıyla hareket ediyormuş gibi gözlemlenebileceği sonucunun daha mantıklı olduğunu düşünmüştüm. Neyse…. Bu çok farazi bir tartışmadır. Evrende değil ışık hızıyla mukayese edilebilecek hızlarda hareket eden bir cisim, ışık hızının yüz binde biri hızlarda hareket eden cisimler bile çok nadiren gözlenebildiği için, daha üstü hızlar şimdilik bizi ilgilendiren bir durum değildir.
Michelson – Morley deneyine dönecek olursak, Dünya’nın Güneş etrafındaki hareketi yönünde ve bu harekete dik ışık dalgalarının hızları arasında bir fark yoktur, çünkü……… Çünkü Rölativite..!Bu cevabı yeni keşfettiğimi itiraf etmeliyim. Fizikte mantık olarak sıkıştığınız pek çok noktada “çünkü… Rölativite” diyerek işin içinden çıkabiliyorsunuz. “Siz anlamazsınız, cahiller!” demek gibi bir şey.
Michelson – Morley deneyi…. Aynı deney ses dalgaları ile de denenmiş midir bilemiyorum. Denemek lazım bence. Çünkü ses dalgalarının hızındaki bir değişim, daha ölçülebilir bir değer olurdu.
Sohbetimizin devamında Gediz hocama Hawking’in fizik dünyasında yaptığı şeyin ne olduğunu soruyorum. Gediz hocam, bunun Einstein’ın Gravitasyon teorisinin içine, kütlesiz olduğunu bildiğimiz ve evrende “her şeye kadir”foton parçacıklarını (ışık) yerleştirmek olduğunu ve buradan hareketle Einstein’ın uzay ve zaman geometrisinde ortaya çıkan kuantum alan denkleminde çözümler bulmak olduğunu ve bu çözümlerin yapısıyla karadelikler hakkında teorik olarak bilgi sahibi olmak olduğunu söylüyor. Kuantum fiziğinde ekollerin olduğunu, Hawking’in de kuantum fiziğinin Kopenhag ekolünden olduğunu öğrendim hocamdan bu sohbetimizde.
Kuantum fiziğinde Kopenhag ekolünün ne olduğunu artık bir başka sohbetimizde hocamdan daha detaylı dinlerim. Burada benim daha çok ilgilenmek istediğim ve Hawking’in gördüğü hayatını değiştiren rüya ile de bağlantılandırmaya çalışacağım şey, onun kozmolojiye kazandırdığı ve biz astronomların da gözlemsel kanıtlarının bulunduğunu zannettiğimiz kara delik kavramı.
Evet, burada bir itiraf gerekiyor, kara delikler hala teorik gök cisimleridir, varlıkları ispatlanmış değildir. Merkezinde var olduğu tahmin edilen galaksilerin dönme hareketlerinin, bildiğimiz kütle çekim kanunları ile çelişmesi sebebiyle, varlıkları öngörülen fakat varlığı gözlenmemiş, hatta varlığı gözlenemez, ancak ve ancak yokluğu gözlenebilir cisimlerdir. Daha da özetle, kütle çekim ve rölativitenin mantıksal zorunluluğudur kara delikler. Hawking’in bir Nobel fizik ödülü alamadan vefat etmesi hakkında, Gediz hocam dahil olmak üzere, fizik dünyasındaki yaygın görüşün, kendisinin başlıca çalışma konusunun kara delikler olması olduğunu da öğrendim. Hawking’in teorisinin öngördüğü Hawking ışımasını tespit edecek teknolojiye insanlık henüz sahip değil. Yani Hawking’in varlığını öngördüğü kara delikler de kara deliklerin yayması gereken Hawking ışıması da hala, Einstein’ın Gravitasyon teorisinin mecburi sonuçları olan teorik varsayımlardır.
Peki Gravitasyon yok mudur?? Elmalar yere düşüyor öyle değil mi??
(İki elma birbirini çekiyor mu?……. Saçmalama Ali..!)
Gediz hocam da Hawking’in 1974’te yazdığı doktora tezinin ardından, bir popüler bilim ikonu yaratma çalışmalarının, İngiliz akademi sisteminin fazlaca parlatılmış bir karakteri olduğunu, özellikle de kendisinin özel durumunun Batılı popüler bilim dünyasında bir miktar suiistimal edildiğini düşünüyor benim gibi. Fakat yiğidi öldürür, hakkını teslim ederiz, Hawking’in “Benim Kısa Tarihim” kitabında bahsettiği ve hayatını değiştirdiğini düşündüğü rüyanın, bir haberci rüya olduğunu ve henüz gerçekleşmediğini düşünmeye başladım. Anlattığına göre bir rüyasında idam edildiğini, bir başka rüyasında ise birilerini kurtarmak için kendisini feda ettiğini görmüş Hawking. Bir dâhinin rüyaları önemlidir. Sadece kendi bilinçaltının kodlarını vermesi bakımından önemli olmakla kalmaz, bilinçaltımız, kolektif bilinç ile de bağlantı halindeki tek aygıtımız olması sebebiyle, bazen prekognisyon rüyaları (haberci rüyalar) veya Hawking’in tabiriyle “geleceği hatırlamak” dediğimiz durumun da yaşanmasının sebebi, dâhinin zihni ve henüz keşfetmekte olduğu yetenekleri olabilir. Olmaya da bilir…
Hawking’in rüyasını, yakın gelecekte bir gün, tüm insanlığın hayrı için, gravitasyon, rölativite, kara delikler, solucan delikleri, uzay zamanın bükülmesi, zamanın mutlak olmayışı, zamanda yolculuk gibi soyut kavramları bir anlık bile olsa, bir kenara koymamız gerekebileceği ve bunun tüm insanlığın ortak çıkarı için kullanılabileceği şeklinde yorumladım. Bu fikri hiç beğenmeyenlere hemen bir de iyi haber vereyim. Bu dediğim şey belki de yaşanmış ve geçmiştir. Çok inandığınız paralel evrenlerde her şey mümkün nasılsa, öyle değil mi?
Sohbetimizin devamında Gediz hocam, kuantum fiziğinin, biraz da “Made in West, Made in Europe” olduğundan da bahsetti. Teorik fizik, kuantum fiziği veya kozmoloji çalışmalarının arkasında bile teolojik bazı önyargılar veya yönlendirmeler olabileceğini, örneğin Hawking’in fazla ciddiye almadığı sicim kuramının arkasında da çoğunlukla Yahudi lobisine yakın kişilerin durmakta olduğunu ifade etti. Biraz da tuzağa gelmemek adına, kafamızdaki “en büyük bilim insanları sizsiniz” algısını artık bir miktar kırmalıyız bence. Klasik mekanikte, Newton mekaniğinde biz doğu ülkelerinin de ciddi katkılar sunduğunu, fakat “Made in Europe” kuantum mekaniği ile birlikte doğu kültürünün, teorik fiziğin artık sadece takipçisi olabildiğini konuştuk hocamla ve bu durumun, batının New Age akımları empoze etmek için nasıl kullandığını.
Sohbetimizin, kuantum fiziğinden daha karmaşık anlaşılması çok daha güç bölümü, kuantum aşk kavramıydı sanırım. Kuantum fiziğinin, atomun içinden bir bakış olduğunu hatırlatıyor hocam ve bu bakış açısını metaforik olarak atomun dışına gerçeklik olarak çıkardığımızda ortaya çıkanın, gerçeğin yerine geçemeyeceğini söylüyor. Atom içindeki gerçekliğin, belirsizlik ilkesi nedeniyle atom dışının tamamlanmış bir gerçekliği olamayacağını, bu nedenle atom içi gerçekliği üzerinden atom dışında yapılacak metaforik simülasyonların verdiklerine her zaman şüpheyle bakmamız gerektiğini söylüyor. Her Şeyin Teorisi’ni yazmanın da sıkıntısının burada olduğunu belirtiyor. Simülasyonun içindeki gerçekliğin, dışındaki gerçekliğe uymadığını, simülasyonun içindeki gerçekliğin tamamlanmamış bir gerçeklik olduğunu, simülasyon dışında eksik kalacağını, çalışmayacağını söylüyor. Kuantum fiziği, atomun bir gerçekliğidir diyor. Atom içinde yapılacak olan simülatif hesaplamalar bize doğru sonuçlar verecektir. Fakat bu gerçeklik “dışarı çıkıldığında” tamamlanmış bir gerçeklik değildir. Atom içindeki kuantum gerçekliğinin bir simülasyon metaforu olarak birileri tarafından ortaya atılan “kuantum aşk” hiçbir zaman bizim hissettiğimiz somut, gözlemlenebilir aşkın yerine geçemeyecektir diye de ekliyor hocam.
“Koşulsuz sevgi” yeterince zor değilmiş gibi şimdi bir de hep şüphe ile yaklaşacağımız “kuantum aşk”kavramımız oldu sevgili okur! Hangisi gerçek? Simülasyonun içi mi, dışı mı? Yoksa Kara Kefali sudan hiç çıkmasın mı? Çıktığında bulacağı gerçeklik mi gerçek, yoksa içinde yaşadığı simülasyon mu? Peki aşk hangisi? Gördüğü mü, bekliyor olduğunu umduğu mu? Üzerinde yaşadığımız şeyi de yeterince anlayabildiğimizi söyleyemeyiz zaten. Hem bir taş, hem bir sahne, aynı zamanda gezegen ve de bir makine. Bazen hiçbir şey yapmadığını düşünüyoruz, bazen de ona güvenerek evrenin geri kalanını tehdit ediyoruz. Peki onun hakkında ne biliyoruz? Bildiğimiz gibi olmadığını biliyoruz sadece. Yeterince anlayabilirsem yine yazmaya çalışırım sevgili okur.
Kalın Sağlıcakla…