Psikanaliz, psikoloji ve felsefeye epey meraklı olmama rağmen Erich Fromm’un bir kaç arkadaş tavsiyesi yüzünden okuduğum kitabıdır; “Sevme Sanatı”…
Kitap bana farklı kişiler tarafından epey övülerek önerildiği için bitirmemin akabinde beklentilerimin altında kaldığını söyleyebilirim. bu kadar beklenti içinde olmasaydım tahmin ediyorum ki daha çok beğenirdim.
Kısa olan tüm felsefe kitaplarında olduğu gibi iki buçuk saat gibi kısa bir sürede, not ala ala okudum. dolayısıyla gözlemlerimi paylaşmak isterim.
Öncelikle kitabı daha evvel aşık olmamış, ya da gerçekten sevmemiş insanlar için oldukça tehlikeli buldum. İnsanın sevgiye bakış açısını tamamen değiştirebilecek, karşı cinsten soğutabilecek ve fazlasıyla sorgulatacak bir üslup çok genelde olmasa da satır aralarında gizli.
Örneklemek gerekirse;
‘’Çoğu yakınlaşmalar ve ilişkiler gittikçe zayıflamaya mahkumdur. Bunun sonucunda insan yeni birisinde, yeni bir yabancıda sevgi aramaya çıkar. Bu yabancı da gene ‘’yakın’’ bir insan olur; aşık olma yaşantısı yeniden hız kazanır, şiddetlenir, sonra gene yavaş yavaş hızını yitirir ve yeni bir fetih, yeni bir aşk isteğiyle son bulur—–
Esas önemli kısım—– ‘’Bu yeni sevginin de hep öncekinden farklı olacağı sanılır. Bu sanının doğmasında da cinsel isteğin aldatıcılığı da rol oynar’’
Bu benim kişisel olarak katılabileceğim bir gözlem değil. Bunu yazan birinin kendisinin kısmen kötümser olduğunu düşünmekteyim. Sevginin giderek azalan bir şey olduğu kısmen doğru olsa da, sevgisi azalmayan, her dakika artan aşklar da mevcuttur. Yazar burada keskin bir dil kullanarak insanların birbirine olan sevgisini ‘’cinselliğe’’ indirerek bence pek doğru tespitler yapmamakta.
İlerleyen sayfalarda sevgi diye bir şeyin günümüz dünyasında gerçekten olamayacağını, toplumların git gide Batılılaştığını ve gelişimin olduğun söylemekte. Marx’ın kitaplarından ve felsefesinden etkilendiği gayet belli olan Fromm açık açık ‘’modern dünyada bir tek sisteme karşı olan anarşistler gerçek sevgiyi bilir’’ gibi bir cümle kurmuş, sonrasında ne demek istediğini açıklamamış. Hoşuma gitmedi. ‘’Ne alakası var?’’ diye sormak isterdim.
Kitabın bir diğer tehlikeli tarafı da Fromm’un insanların tercihlerinin hiçbir şey ifade etmediğini söylemesi. İnsanların bazı tercihlere mahkum bırakıldığını, iki tercih arasından birini seçmenin hiçbir şey ifade etmediğini, bu tercihlerin önemsiz olduğunu ve dünya üzerinde hiçbir farkındalık yaratmayacağını söyleyen yazara %100 katılmak ile birlikte bunu sevgiyi öğrenmek adına ‘’sevme sanatı’’ kitabını alacak bir okur için fazla derin ve nihilist akımın etkisine kayma potansiyelinde buldum.
Yazarın bir diğer hoşuma gitmeyen tespiti de eşcinseller hakkında. Eşcinsellerin hiçbir zaman giderilemeyecek bir yalnızlık duygusu içinde olduğunu söylemek de iddialı geldi. Mutlu eşcinsel yok mudur?
Sevgilisi ile mutlu olan, yuva kurmuş eşcinseller yok mudur? Hayatı seven, yalnızlığını paylaşabilen eşcinsel yok mudur? Yoksa yazar bu tespiti yaparken sene 1967 olduğu için mi yanılmıştır? Bu hususta aydınlatılmak isterim.
Kitabın 128 sayfa boyunca anlatmak istediği esas hipotez aslında kitabın başında gizli. ”Çelişik gibi görünse de yalnız kalma yeteneği sevebilme yeteneğinin ilk koşuludur” derken Fromm aslında ‘‘Sevme Sanatı”nı değil, okuyucuya kitap boyunca ”önce kendini sevme sanatı”nı alttan alttan aşılamaya çalışıyor.
Fromm özellikle narsisizm ve bencillik üzerine çok derin analizler ve sağlıklı bir beynin noktasına kadar katılacağı tespitler yapmakta. bunu yaparken okuyucuya sorular sorarak ”evet bence de öyle” dedirtiyor. bence bu sorular okuyanın kitapla bir bağ kurmasına neden olmuş ki hoşuma gitti.
Misal; ”insanın bencilliği narsistliğinden mi yoksa kimse tarafından sevilmediğinden mi kaynaklıdır?” Sorusunu bir insan uzun uzun düşünemeden cevaplayamayacaktır. Bu soruyu hemen cevaplayabilen insan kendi analizini yapmamış, geçmişi ile yüzleşememiş demektir. Tahmin ediyorum ki hepimizin geçmişinde narsisistliğimizden kaynaklanan bencilliklerimiz olmuştur.
Fromm’un burada bencillik üzerine 10 numara tespitini de yazmazsam olmaz;
”Bencil insan kendisini çok sevmez; tersine çok az sever, aslında kendisinden nefret eder. Yaratıcı olamamanın belirtilerinden ancak biri olan kendinden hoşlanmama ve kendisiyle ilgilenmeme, o insanı boşluk ve sıkıntı içinde bırakır. böyle bir insan mutsuzdur; huzursuzluk içindedir. elde edemediği doygunlukları yaşamdan koparak almaya çalışır. kendisiyle çok ilgileniyormuş gibi görünür; ama aslında gerçek benliğine gösteremediği ilgiyi örtme, giderme yolunda başarısız bir çabalama içindedir. bencil kişilerin başkalarını sevemedikleri doğrudur; ama bencil kişiler kendilerini de sevemezler.”
Fromm daha sonra devam ederek birbirine kör kütük aşık olan ve gözleri birbirlerinden başka kimseyi görmeyen çiftlere karşı da saldırgan yaklaşımlarda bulunup, bu tarz çiftleri de birinci sınıf bencil kategorisine sokuyor ve bir kere daha muazzam bir tespitte bulunuyor.
‘’Kişi yalnız bir tek insanı seviyor, başka her şeye karşı ilgisiz kalıyorsa, sevgisi sevgi değil, birlikte yaşamaya bağlılık ya da yaygınlaşmış bir bencilliktir. Aslında bu kişiler, sevgililerinden başkasını sevmemeyi sevgilerinin derinliğine kanıt sayarlar.’’
Yazarın buradaki tespitleri şahsıma göre doğrudur. İki kişinin birbirini sevip başkalarına karşı kendilerini kapatması ve sevgi duyamaması bu 2 kişinin bencilliğidir. Tabii bunları yazarken yazarın vermiş olduğu mesajı idrak etmek lazım. Yazarın burada bana göre anlatmak istediği ‘’birbirinizi aldatın’’ demek değil. Başkalarını da sevin, doğayı da sevin, insanlığı sevin, dünyayı sevin, çok sevdiğiniz biri olabilir, dünyanızın merkezi olan biri olabilir ama onu severken başkalarını / başka şeyleri de sevebilirsiniz’’dir.
Fromm daha 1967 yılında kadın – erkek ilişkileri günümüzdekinin %30’u bile gelişmemişken yapmış olduğu bir tespit çok hoşuma gitti. Kadın ve erkeğin değişen dünyada ayrı cinslerden eşit kişiler olmaları gerekirken, erkeklerle kadınların tıpatıp birbirine benzediğine değinmiş. Hayatımda okuduğum en güzel tespitlerden biridir bu. Kişisel fikrime göre günümüzde ‘’femen’’ gibi örgütlerde kadının kadınsal özelliklerini hiçe sayarak ‘’erkek ile birebir eşit’’ olması gerektiğini savunmakta değil mi? Halbuki kadının haklarını dişi oluşunun verdiği özelliklerle alması daha doğru olmaz mı? Kadını erkekleştirmek kadına yapılan bir ayrımcılık değil midir? Bence öyledir.
Yazarın analizlerinde çokça dinlerden ve dini kitaplardan alıntılar yapması hoşuma gitti ama o alanlarda yeterli donanıma sahip olmadığım için kendimde yorum yapma hakkı görmüyorum. Yine de birkaç kafama takılan ve ilginç gelen şeyleri paylaşmak isterim.
Öncelikle Hinduizm, Taoizm, Budizm, Yahudilik ve Hristiyanlığın iki mezhebinden bol bol sevgiye dair örnekler veren Fromm’un neden Müslümanlık hakkında bir kelime bile yazmadığını merak ettim? Çok ilginç geldi. Hani bizim din için ‘’sevgi ve barış dini’’ falan diyorlar ya, ondan bütün merakım. İlginç geldi.
Fromm Tanrı kavramının her geçen gün biraz daha putlaştırıldığına değinmekte. Hatta bizim ülkenin %50’sine okutmak istediğim şu satırları yazmakta;
‘’dinsel toplumlarda sıradan kişilerin Tanrı’ya, yardımlarına koşacak anne ya da baba gözüyle baktıkları doğrudur. Ama Ortaçağ’daki insanlar Tanrı’yı ciddiye alıyorlardı; Biricik amaçları Tanrı’nın ilkelerine göre yaşamak, bütün öbür işleri önemce geriye iterek ‘’kurtuluşu’’ başlıca uğraş olarak görmekti. Bugün ise böyle bir çabadan eser yoktur. Günlük aşam, her türlü dinsel değerden kesinlikle kopmuştur. Gün, maddi rahatlık ve kişilik pazarında başarı kazanmak yolunda çalışmakla geçmektedir.’’ Anlayana tabii.
Sonuç olarak ‘’Sevme Sanatı’’ okunması gereken, akıcı, öğretici ama öğrettiğinden çok sorgulayıcı bir kitap. ‘’bunu okudum hayatım değişti’’ diyenlere pek inanmıyorum çünkü kitabın ana felsefesi sevgi biçiminizi değiştirmekten ziyade nasıl ve neyi seveceğinizi daha net ve keskin bir şekilde sorgulamanız ve bunun da neticesinde daha iyi bir insana evrilmenizi sağlamak.
Unutmayalım ki; ‘’insan başkalarına yardım etmediği sürece yapayalnızdır. çok şeyi olan değil, çok veren zengindir’’.