Köklerimizle sıkı sıkıya bağlanmamız gereken doğa anaya daha ilk günden bağlanmış olan ağaçlardan ve onların olağanüstü bir görüntüye sebep olduğu “Taç Utangaçlığı”ndan bahsetmek istiyorum.
Sosyal izolasyonu sonuna dek tattığımız bu günlerde artık bitse de gitsek psikolojisine giren birçok insan var eminim. Bu insanlardan biri de benim, sosyal varlıklarız sonuçta. Arkadaşlarımızla, sevdiklerimizle bir araya gelmek, sohbet etmek, dokunmasak bile göz teması kurmak, birlikte gülüp belki de dertleşmek bizleri deşarj eden, sıfırlayan şeyler ve maalesef uzundur bu durumdan mahrum kaldık.
Ağaçlar ise bu izolasyonu mesafeli olalım ama hiç ayrılmayalım mantığıyla çoktan başarmışlar. Bu fenomenin sadece bazı ağaç türlerinde gözlendiği söylense de diğer türlerin de farklı bir yöntemle bu mantığı gerçekleştirdiklerine eminim.
Eğer bir ormanda yürürken gökyüzüne baktığınızda fotoğraflardaki gibi bir görüntüyle karşılaşıyorsanız Japon Karaçamı, Okaliptüs, Sıtka Ladini, Lodgepole Çamı, Siyah Mangrov ağaçlarıyla dolu bir ormanda olma ihtimaliniz oldukça yüksek.
Aralarında bu mesafeyi bırakma nedenlerinin şimdilik;
*Birbirlerinin ışığını kesmemek,
*Birinde herhangi bir zararlı böcek ya da hastalık varsa diğerine geçmesini engellemek,
*Rüzgârda birbirine çarpan dalların kırılması olduğu düşünülüyor ama; kim bilir belki de henüz bulamadığımız bambaşka ve bizi şoke edecek başka nedenleri daha vardır.
Ormancılık eğitimi almış ve sonrasında yirmi yılı aşkın bir süre Orman Müdürlüğünde çalışmış, ağaçlara aşık bir adam olan Peter Wohlleben’in yazdığı Ağaçların Gizli Yaşamı isimli kitabı okuduğumda ağaçlara bakış açım bir anda değişti. Onlara genellikle, mevsimden mevsime çiçek açan, yaprak döken, bize meyve veren sabit nesneler gibi bakıyor olsak da kendi aralarında bizlerden daha düşünceli bir yaşama sahip olduklarını bilmemiz gerekir.
Metrelerce uzatabildikleri kökleri ile kendi aralarında hayal bile edebileceğimizden muhteşem bir iletişim ağına sahipler. Tehlikenin geldiğini birbirlerine haber verebiliyor, hasta olan ağaç tüm ormanı yok etmesin diye onunla tüm bağlarını kesebiliyorlar çünkü kolektif için çalışmak bunu gerektirir. Kendileri için değil toplulukları için varlar. Neredeyse birbirlerinin besin durumlarını ölçebiliyor ve ihtiyacı olana ihtiyacı olanı yetiştiriyorlar. İnsanın içini en acıtanı ise hissedebildiklerini öğrenmek oluyor. Acı çekiyor ve bu acıyı farklı frekanslarla ya da yaydıkları kokularla diğer ağaçlara bildiriyorlar. Suları azaldığında ultrasonik titreşimler yayarak belki de diğer ağaçlara dönemin kurak geçeceğini, herkesin ona göre davranması gerektiğini anlatıyorlar.
Şamanlar yıllar önce yemek için toplayacakları bitkilerden ya da yakmak için kesecekleri ağaçlardan özür dilerler ve onlara sarılırlarmış. Bu; insan ve bitki arasındaki sessiz bir anlaşma gibi. Anlam dolu ve devam ettirilmeli. Onun varlığına saygı duymak ve gönül rızasını almak bir nevi.
Nazım Hikmet “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine…” Derken ne güzel söylemiş.
Orman olabilmek; çevrendekileri her anlamda düşünebilmeyi, herkes için hareket edebilmeyi ama bunun yanı sıra özgür olabilmeyi en iyi açıklayan benzetme bence. Onlarla mesafeli kalmamıza hiç gerek olmadı, dilerim öyle bir gün dünya üzerinde hiç yaşanmaz. Dışarıya çıktığınız ilk seferde bir ağaca sarılmak, sarılamadığınız sevdiklerinizin özlemini onunla paylaşmak hem size hem de ona iyi gelecektir. Sevgi her canlıya iyi gelir, derinden hissedilir.
Yani taç utangaçlığı benim için çevrendekilere beslediğin sevginin ve verdiğin değerin en özel gösterim şekli. Bu mesafeyi tüm sevdiklerinizle koruyabilmeniz dileğimle.