—“Herkesin içinde doğru olana eğri bakan bir göz vardır,” sözü; 15 Nisan 1489 tarihinde Kayseri’nin Kesi nahiyesinin Ağırmas köyünde dünyaya gelen, çocukluğunu ve gençliğinin bir kısmını köyünde geçirerek, Yavuz Sultan Selim zamanında 22 yaşında devşirme olarak İstanbul’a getirilen Büyük Türk Mimarı Koca Sinan’a aittir.
49 yaşından ölümüne kadar (ö: 9 Nisan 1588) büyük bir coşkuyla sürdürdüğü ve elli seneyi geçen sanat hayatı boyunca; Cami, medrese, han, imaret, köprü, kanal gibi her biri mimari ve sanat tarihi açısından mükemmelliğin en üst seviyesinde olan 400’e yakın eserde imzasını gördüğümüz ve Türk milleti olarak hatırasını hürmetle andığımız Büyük Türk Mimarı Koca Sinan bu yıl doğumunun 530’uncu yılına girmiştir.
Atatürk’ün önderliğinde, Türk tarihinde Mimar Sinan’la ilgili en çok yayının yapıldığı, en çok kültürel etkinliğin gerçekleştirildiği, tüm yapıtlarının rölevelerinin çizilmeye ve onarılmaya girişilmiştir. Bu etkinliklerde Mimar Sinan’ı ırk bakımından Türk göstermeye yönelik hiçbir çaba olmadığı da bilinmektedir. Reşat Ekrem Koçu, Ahmet Refik (Altıner), gibi tarihçiler, Mimar Sinan’ın Kayseri’de Gayrimüslim bir ailenin çocuğu iken, devşirme olarak alınıp Müslüman olarak yetiştiğini, 1931’de Osmanlı Arşiv Belgeleri ’ne dayanarak yazmışlardı.
Bilindiği üzere, Türk Tarih Kurumu, 23 Nisan 1930’da Atatürk’ün teşvikiyle Ankara’da Türk Ocakları Merkez Heyeti’ne bağlı olarak Türk Tarihi Tetkik Heyeti adıyla kurulmuş, Türk Ocağı’nın kapatılması üzerine 15 Nisan 1931’de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti adıyla dernek haline getirilmiş, 3 Ekim 1935’de Türk Tarih Kurumu adını almıştır. Kurumun amacı, Türk tarihini incelemek, elde edilen bilgileri çeşitli yollardan yaymak ve yayınlamak, Türk tarihi hakkında yeni veriler elde edebilmek için yurdun çeşitli yörelerinde kazılar yapmak, başka dillerde yazılmış olan kaynakları Türkçe ’ye çevirmek olarak belirlenmiştir.
Hasan Cemil Çambel (görev süresi: 23.3.1935 – 17.12.1941), Türk Tarih Kurumu’nun kurucu üyelerindir ve 2’inci Başkanıdır. 1935’de Yusuf Akçura’nın ölümü üzerine Atatürk tarafından Kurum Başkanlığına getirilmiş,1939’da Berlin’deki Alman Arkeoloji Enstitüsünün onur üyeliğine seçilmiştir.
Profesör A. Afet İnan, Emlak Kredi Bankası yayınevi tarafından 1968 yılında Ankara’da yayımlanan eseri “Mimar Koca Sinan”, sayfa 67’de;
Atatürk’ün:
(—)“Mimar Koca Sinan’ın eserlerinin en yoğun bulunduğu İstanbul’da ve son şaheserinin yapıldığı Edirne’de, ona bir anıt dikilmelidir. Ancak, Cumhuriyetimizin başkenti Ankara’da da bütün Türk büyüklerinin heykelleri ve anıtlarının dikilmesi, gelecek nesillere örnek olmaları lazımdır,” dediğini yazar ve 2 Ağustos 1935’te Atatürk’ün Türk Tarih Kurumu’na el yazısı direktifini de yayımlar:
(—) “Sinan’ın heykelini yapınız.”(http://www.sechaber.com.tr/sinanin-heykelini-yapiniz/)
Atatürk’ün bu isteğini 1956 yılında Emlak Kredi Bankası başkent Ankara’da yerine getirmiş, Heykeltıraş Hüseyin Anka’ya yaptırılan Mimar Sinan Anıtı; Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nin önüne dikilmiştir.
2 Ağustos 1935’te Türk Tarih Kurumu’nun Başkanı’nın Hasan Cemil Çambel’dir ve onun Başkanlığı döneminde, Cumhuriyet gazetesinin 5 Ağustos 1935 Pazartesi günlü (on birinci yıl, sayı 4032) sayfa 2’de verilen haber şöyledir:
“Mimar Sinan Dâhi sanatkârın kafası mezarından çıkarıldı”
—-“Süleymaniye’de büyük Türk mimarı Sinan’ın mezarında araştırmalar yapılmış, Mimar Sinan’ın kafatası çıkarılmıştır. Koca Mimarın kafatası sağlam ve bozulmamış olarak bulunmuştur.Koca dâhinin kafatası üzerinde yapılan tetkikat, büyük Mimarın yalnız kültür itibariyle değil, ırk noktasından da Türk olduğu gösterilmiştir.
Türkler ırk itibariyle Brakisefal, yani yassı yuvarlak kafalıdır. Mimar Sinan’ın kafasının muayenesinde bu büyük başın da Brakisefal olduğu meydana çıkmıştır.
Mimar Sinan’ın kafatası Antropoloji Müzesinde muhafaza edilecektir.”
Yukarıda okuduğumuz Cumhuriyet gazetesinin haberinin üzerinden 63 yıl geçtikten sonra ilk kez 1998’de “Mimar Sinan’ın Kafatası Nerede?” başlığıyla (Mustafa Armağan, Zaman gazetesi, 13 Kasım 1998); “Mimar Sinan’ımızın kafatasının mezarından çıkartıldığını, dahası bugün kayıp olduğunu biliyor muydunuz?” sorusuyla köşe yazısına başlamış;
Radikal gazetesi 29 Ocak 2013’te, “Mimar Sinan Kafası Olmadan Yatıyor”; 1935’te Mimar Sinan’ın çıkartılıp ölçülen kafatasının yeniden mezara konmadığını; hiçbir kurumda da bulunmadığını, “sırra kadem bastığını” duyurmuştu.
Bu iddialar kısa sürede gazete köşelerinden dergi sayfalarında, televizyon programlarına, sanal ortamdan sıçrayarak alabildiğine yayılmıştı. Oysa bu suçlamalar için kanıt olarak gösterilen“5 Ağustos 1935 Pazartesi günlü (on birinci yıl, sayı 4032) sayfa 2” deki gazetenin haberi gerçeğe aykırıydı. Atatürk’ün Koruyucu Başkan ve manevi kızı Profesör A. Afet İnan’ın Başkan Yardımcısı olduğu Türk Tarih Araştırma Kurumu Başkanlığı’nca yapılan bir resmi açıklama ile derhal yalanlanmıştı.
Cumhuriyet gazetesi 6 Ağustos 1935 Salı günü sayfa: 1’de Anadolu Ajansı’nın bildirisi şöyleydi:
“Tarihsel araştırma
Mimar Sinan’ın cesedi mezarından çıkarıldı.
İstanbul 5 (A.A) — — Türk Tarihi Araştırma Kurumu Başkanlığından bildirilmiştir:
Türk Tarihi Araştırma Kurumunun verdiği karar üzerine, Türk san’atının evrensel ustası koca Sinan’ın hayatı şahsiyeti ve eserleri üzerine toplu bir eser hazırlanacaktır.
Bu iş için Türk tarihi araştırma kurumu şimdiden çalışmaktadır. Bu yönden aynı zamanda bu büyük dâhi ve dünyaca ünlü Türk mimarının biyolojik ve morfolojik şahsiyeti de incelemek ve bu dahi adamın büyük hususiyetleri iskeletinde de aranmak istenilmiştir.
Türk Tarihi Araştırma Kurumunun verdiği bu karar üzerine Koca Sinan’ın (Arkası 7 nci sahifede)…
Mimar Sinan’ın mezarında araştırmalar (Baş tarafı 1 nci sahifede)
…mezarının ufak bir kısmı Türk tarihi araştırma kurumunun seçtiği bir heyet önünde büyük bir dikkat ve titizlikle 1 Ağustos 1935’tarihinde açılmıştır. Ve ne yazık ki, iskeletin pek büyük bir kısmının çok bozulmuş bir hale geldiği görülmüştür. Zamanın ve tahrip amillerinin tesirinden kurtularak bu güne kadar kalabilmiş iskelet kısımlarından bazıları üzerlerinde tetkik yapılmış ve gene aynı heyet önünde mezar kapanmıştır. Aynı zamanda mezarın toprak üstündeki ve altındaki yapılış tarzı, mimar iğ noktasından anlaşılmak üzere ölçüleri alınmıştır.”
1 Ağustos 1935’de, Mimar Sinan’ın mezarını açan kuruldaki görevlilerden Mimar Sedat Çetintaş, yıllar sonra yaptığı açıklamada:
—“Tamamıyla kesme taştan yapılmış olan lâhdin yan tarafından toprağa girerek bir tekini çürütüp açtırdım. Buradan bir tek omuzla beraber başımı sokabildim. Ceset tamamıyla çürümüş, kafa örneğinde bir toz hâlinde toprak üstüne çökmüştü. Hava ve rutubetten çürüyor galiba ki, Bursa’da Yeşiltepe’nin kav kısmında da böyle böyle o kadar cesetten bugün hiçbir şey kalmamıştır. Burada Sinan’ın adut denilen omuzlarından inen kol kemiklerinin onar santim boyunda birer parça ile kafatasından üç dört santim çapında bir parça bulamilmiş ve bunları idare heyeti huzurunda antropolog dostum Şevket Aziz Kansu’ya vermiştim. (…) Fakat bu hadisede benim en büyük kârım, bu vesile ve fırsattan istifade ile üstadımın mezar ve lahdini içli ve dışlı röleve ederek levhalarını Resim ve Heykel Müzesi’ndeki eserlerim arasında dünyaya ve milletime hediye edebilmek imkânın elde edişim olmuştur.”(Yeni İstanbul gazetesi, 25 Nisan 1963’den aktaran; Beşir Ayvazoğlu, Mimar Sinan’ın Kafatası”, Zaman gazetesi, 10 Haziran 2010).
Selahaddin Güngör ise, 9 Nisan 1938 günü Cumhuriyet gazetesi yayımlanan makalesinde, Koca Mimar Sinan muhteşem eseri Süleymaniye’nin ayakları dibindeki gösterişsiz mezarında, bir yaşınıdaha bitiriyor. Arap çöllerinden, orta Avrupa merkezlerine kadar, her geçtiği yerde dehasından bir iz bırakıp her ayağını bastığı toprakta bir mamure yaratan bu ölmez Türk yapıcısı hakkında salahiyetli bir zattan malumat aldım:
<< —“Sinan İstanbul’a geldiği zaman, yirmi üç yaşında bir baba yiğitti. Her babayiğit gibi o da yeniçeri ocağına yazıldı ve ocakta kaldığı yirmi üç sene içinde, derece derece terfi ederek yaya başı, atlı sekban, zemberekçi başı, subaşı rütbelerini aldı. Türlü seferlerde bulunup, türlü maceralar geçirerek, askerliğini bitirdi. İstanbul’a avdetinde bir müddet Hassabimarbaşı Acem Ali’nin yanında çalıştığına, sanatının ilk feyzini bu Azeri mimardan aldığı kolayca hükmedilebilir.
Mimar Ali (bu zata Esir Ali’de derler) öldüğü gün, Padişah Kanuni Süleyman, ona mimarbaşı unvanını vermekte tereddüt etmemişti. Bütün bir ömür demek olan elli iki yıl, Mimar Sinan, bu unvanı bir hamail gibi üzerinde taşıdı.
Büyük üstadı çekemeyenler, onun yüksek sanat kudretini hiçe indirmek için çok çalıştılarsa da muvaffak olamadılar. Koca Sinan, 46 yaşında baş mimar oldu, elli iki yıl bu vazifede kaldı ve nihayet doksan sekiz yaşında öldü.
Şu hesapça, hayatı bütün bir asrı doldurur. Sinan’ın kendinden evvel, iki büyük ustası vardı. Bu ustalardan birisi Esir Ali, öteki de Mimar Kemaleddin’idi. Esir Ali’yi, Yavuz Sultan Selim, İran seferi dönüşünde yanına alıp İstanbul’a getirmişti. Mimar Ali’den sonra, hassabaşmimarlık mevkiini alan Koca Sinan, mimari sanatını, kuvvetli bir teşkilata bağlamış, kendi de bu teşkilatın başına geçmişti. Sinan’ın etrafında Baş halife ile muavin mimarlardan, ustabaşılardan neccaran, hattattan, nakkaşan ve senktraşandanmürekkeb bir takım sanatkârlar vardı.
Irgatlığı, ekseriyetle acemi oğlanlar yaparlardı. Büyük eserlerin inşaatında palanga tertibatını vücude getirenler bu ırgatlardı. Sütunlar, ağır taşlar, kemane adı verilen gemi direkleri kurdurulmak sureti ile,bekerler (makara) vasıtası ile çekilip yerlerine konulurdu. Beden duvarları, dirsekler, çıkıntılar, ayaklar, kubbe etrafı ile beraber tanburalar, fakulyalar meydana çıkınca bina da labataslak şekilde tamamlanmış sayılırdı. Bundan sonra, teferruata ait işler, müteassıs ustalara verilirdi.
Mimar Sinan’ın en meşhur nakkaşı (Tezkireülbünyan) ı yazan şair Sâi Çelebi idi. Karahisarlı Ahmed de şakirdi Hasan Çelebi’de, kendisine hattatlık ederlerdi.
Renkli camlarla alçı üzerine ince oymadan süs işlerini sarhoş İbrahim usta yapardı. NeccarMehmed, tornacı Yetim Ali en bilgili ustalardandı.
Mimar Ramazan, daha sonraları baş halife olmuştu. Yakın tarihlerde ele geçen vesikalardan, 971 hicri tarihinde mimar Hayreddin’in de, Koca Sinan yanında çalışmış olduğunu öğreniyoruz.
Sinan’ın mimarideki kudreti, eserlerinde, Türk sanatına has olan yüceliği ve inceliği verebilmesindendir. Sinan’ın ilk şaheseri Şehzade camiidir. Bu camiye dikkatle bakıldığı zaman bina umumi heyetinin mütecanis şekiller ve toplu zemzemelerle nisbetleri ve kompozisyonu çok yerinde bir kül teşkil ettiği görülür. Şehzadenin, büyük kubbe etrafında dört geniş yarım kubbe etrafında dört geniş yarım kubbe ve ayrıca her yarım kubbe üzerinde daha küçük şekilde yarım kürelerle teşkil edilmiş olan planında fevkalade maharet vardır.
Sinan’ın pek beğenilen bu tertibini Sinan’dan sonra tekrarlayanlar, onun kendi çırakları olmuştu. Sultanahmet Camii, Yeni Camii, Fatih Camii hep Şehzade Camii planını esas tutarak yaptılar. Sinan’ın dört duvar üzerine tek kubbe tarzındaki sade eserlerinin planında bile büyük tevazün vardır. Koca Mimar, münferit sütunlarla yahut beden duvarları ile birleşmiş mesnedler vasıtası ile yeni bir tarzı taksime mahsus köşeli birçok güzel tipler vücuda getirmişti. Bunlardan Topkapı’da bulunan Ahmet Paşa Camii, münferit sütunlarla altı köşe tertibinde hususi bir planla yapılmıştır. Bu eserin taş işçiliğinde oymalı, kabartmalı, hendesi şekiller vardır.
Hele cümle kapısının sağ ve solunda bulunan müezzin mahfillerinin ahşap tavanlarındaki, altın yaldız üzerine işlenmiş savatlı nakışlar, pencere üzerlerindeki filizi renkte harelerle ayrılmış çini kitabeleri paha biçilmez kıymettedir.
Koca Sinan’ın teknik bakımdan en kuvvetli eseri, Edirne’deki (Selimiye) si olduğuna şüphe yoktur. Sinan’ın ruhu denilebilir ki, ikiye ayrılmış, biri İstanbul’daki Süleymaniye’nin, öteki de Edirne’deki Selimiye’nin içine yerleşmiştir.
Süleymaniye’nin müştemilatı ile birlikte, ihtiva ettiği toplu plana bakacak olursak, ortada muhteşem ahenk ile yükselen camiinin dış avlu ihatasından sonra, muntazam yollara ayrılmış ve çevresi dâhilinde her biri, asri planda bina manzumeleri halinde toplanmıştır. Sinan’ın kuvvetli tersim çeşnisi, yalnız camilerinde ve mescitlerinde değil, bunların etrafını kuşatan muhtelif örnekteki medeni eserlerinde de görülür.
Süleymaniye’de, 1 – 2 numaralı kitap sarayı olan Ulûmu âliye medreseleri, matbaa halinde kullanılan Darüşşifa, Türk ve İslâm Müzesi ittihaz edilen imaret ve Taş hane binaları, mükemmel teşkilatları ile birer muhteşem topluluktur.
Sinan, kanallar ve suyolları inşaatında da mühim tesisat vücuda getirmiş, kır çeşme sularını akıtan Bizans akedükleri üzerine, bir misline yakın irtifa vererek İstanbul’un en yüksek yerlerine kadar, su çıkarmıştı.
Süleymaniye Camii yapıldığı sırada, Sinan’ın yardımcı mimarlarından olan Neccar Mehmed, su yollar inşaatına memurdu. NeccarMehmed’in mezarı, Fatih’te Sarı güzeldeki harap türbedir. Sinan’ın İstanbul – Edirne yolu üzerinde mühim köprüleri, kervansarayları bulunmaktadır. Trakya’nın birçok şehirlerinde, en ziyade Sokullu’nun bıraktığı Sinan eserlerine rastlarız.
Hele, Lüleburgaz, Havsa şehirleri baştanbaşa Sokullu’nun yadigari olan kıymetli mimari eserlerle doludur.
Sokullu’nun kendi ana vatanı olan Vişigrat Kalesi civarındaki Drin nehri üzerinde Sokullu Mehmet Paşa adını taşıyan kâgir köprü de Sinan’ın eseridir.
Gene Türk sınırları dışında kalan Sinan abideleri arasında (Cisri Mustafaaşa) daki meşhur köprü ile Köstendil ile Dupince arasındaki ortası açık beş gözlü köprüyü sayabiliriz. Bütün bu eserler, hala eski Türk gazalarının destanını çağlayan o hasretli sular üzerindedir.
Sinan’ın Edirne’deki Ali Paşa ve Haffaflar Çarşıları, Rüstem Paşa Hanı, Bakırköy’deki Seyavüş Paşa Kasrı, Topkapı Sarayı’ndaki III. Murad salonu da asrın mimarisine mükemmel bir örnektir.
Hâsılı Hoca Sinan, bir asra yaklaşan hayatında, birkaç asra sığdırılmayacak eserler yaratan eşi bulunmaz bir sanatkârdı. Türk; şimdi bu dehanın eşiğinde; tarihin aynasına akseden azametli simasını görüyor.”
Yakın dostu Sai Mustafa Çelebi tarafından kaleme alınan mezar taşı kitabesi şu cümlelerle bitiyor:
“Geçti bu demde cihandan pir-i mi’mârân Sinan.”